Jean-Luc Godard, Fransız Yeni Dalgası‘nın usta yönetmenlerinden bir tanesidir, oldukça politik içerikli filmler çeken Godard toplumda ve sektördeki kadının konumuna dair çarpıtıcı filmler ele almıştır. Kadınların sinema dünyasında metaya indirgenmiş olduğunu fark eden Godard, Marksist olmasına rağmen, Karl Marx’ın yürütmüş olduğu “Düzenin ideolojilerini kullanma! Yeni kavramlarla hücum et!” tavrından ziyade sektörü sektörün ideolojisi ile eleştirerek Avangard olmayı başaramamış klasik Postmodern sanatçılardan birisidir. Ancak Godard zaten Avangard olmak istemiyordu, o gerçek anlamıyla bir Postmodern yönetmendi, o bir sanat filmi sunmaktan çok düzeni eleştiren oldukça siyasal argümanlarla donatılmış hicivsel filmler çekiyordu. Filmlerin baş kahramanlarının genellikle kadınlardan oluşmasının sebebi tesadüfi değildir, Godard’ın film çekerken bir amacı vardı o da gerçekleri yansıtmaktı.
Godard’ın filmlerine değinmeden önce kadın kavramına dair kısa bir açıklamada bulunmam gerektiğini hissediyorum. Tarihi süreçler içerisinde kadının konumu günden güne değişiklik göstermiştir. Kadınlar 17. yüzyılda insandan sayılmıyorlardı, burada bahsettiğim kişi Godard olduğu için Karl Marx’tan bahsetmemde bir sakınca olmayacağını düşünüyorum. Keza Marx deklarasyon olarak yayınlamış olduğu Komünist Manifesto’da kadınların kolektif yapıda olduklarını dile getirmiştir. Kadınların bir toprak parçasından farkları yoktu, alınıp satılabilen bir nesne konumundaydılar, bu durum kadınlara ‘biz insan neden değiliz?’ sorusunu sormalarına sebep oldu ve feminist yazarlar ortaya çıktı, örnek vereceksek Charlotte Bronte, Jane Austen, Kate Chopın, Virgina Wolf. Nice filozoflar tarafından kadınlar aşağılandı, Nietzsche ve Schopenhauer gibi. 20. ve 21. yüzyıla gelindiğinde ise Bolşevik İhtilali ile birlikte ilk defa kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi, kadınlara eşitlik sağlandı ancak buradaki eşitliğin altındaki niyeti sorgulamak da gerekiyor. Kadınlara gerçekten değer verildiği için mi eşitlik verildi, yoksa boşta kalan makinelere işçi bulmak için mi kadınların ayaklarının üstlerinde durmaları gerektiği söylenildi? Feminizm bu durumda sosyalizmin el çocuğu olabilir mi? Bu tartışılır bir mesele ki nice düşünürler tarafından da problem haline getirilmiştir. Günümüzde ise kadınlar gerçekten eşit midir, özgür müdür, insan mıdır? Karl Marx “bir işçi meta üretmeden önce meta olmak zorundadır” der, bu cümleyi referans alırsak şöyle bir cümle kurabilir miyiz; kadınlar sektöre girmeden önce meta mı olmalıdırlar?
Godard filmlerinde sorduğumuz bu soruya apaçık bir şekilde cevap vermektedir. Usta yönetmenin filmlerinde kadınlar sektörün beklentilerini yansıtmaktadırlar. Çıplaklardır, duygu ve düşünceleri önemsizdir, erkeklerin isteklerine göre hayatları şekil alır. Seçim yapma hakkı elinden alınan bu karakterlerin hepsi mutsuzlardır. İstedikleri hayatlardan ziyade onlara mecbur kılınan hayatları yaşamaktadırlar. Yalnızlardır, bu yüzden ara sıra kameraya bakarak bizimle konuşmaya çalışırlar, çünkü onları bizden başka dinleyecek kimse yoktur. Ara sıra onları anlayabilmemiz için kaçamak bakışlar atarlar bize. Evet bir burukluk içerisindedirler ancak içlerinde kıyıda köşede kalmış bir umut kırıntısı hala vardır. Her şeye rağmen parlak cümleler kurabilirler.
Postmodern sinemada kadının kendisi bir tam olarak değil erkeğin tamamlayıcısı olarak kadraja çıkar. Fikirlerinden ziyade bedeninin ve yüzünün güzelliği önemlidir. Postmodernite her ne kadar kavramların mutlak bir anlamı olmadığını iddia etse de içerisinde şekillenen sinema için kadın ‘kavramının’ mutlak bir anlamı vardır ve her yönetmen için de bu kavram genel geçer olmak zorundadır.
Kadın – iki nokta üst üste – sadece seyir zevki için var olan şey.
Kadınlardan pagan sanatından fırlamış yunan tanrıçaları olmalarını isteyen sektör de açıkçası kadınların çıplak bırakılması da pek tuhaf karşılanmamalı.
Godard toplumda ve sektörün kadının algısını filmlerine yansıtır, eğer onun filmlerindeki alt metni algılayamazsanız kadınları aşağıladığını düşünebilirsiniz ancak düşünceniz bir nevi doğrudur çünkü Godard’ın yapmaya çalıştığı şey sinemada kadınların nasıl aşağılandığını göstermektedir. Kadınlar metaya indirgenmiş, göğüsleri tablolaştırılmış, kimi zaman kontrat işlevi görmüş, kimi zaman da Godard’ın filmlerinde anne olma hakları elinden alınmıştır. Kadınların tek işlevleri erkeklerin arzularına cevap vermektir, zira kadın kelimesi modernite ile birlikte yeniden içeriği değiştirilerek bize sunulmuştur.
Orta Çağ’dan kalan zihinlerin oluşturmuş olduğu bu yeni kadın kavramında kadın cinsiyeti ile düşünmek eylemi örtüşmemektedir, kadın tıpkı bir vazo gibi evin bir köşesini süslemek için sadece var olan, üstlerindeki kıyafetler ile güzelliği süslenen bir askılık konumundan başka bir şey değildir, zaten Jane Eyre romanı da tüm bu tanımlara karşı bir haykırış değil midir?
Godard sinema dünyasında kadının bir nesne konumuna indirgenmesine onların dilini kullanarak cevap vermiştir. Tıpkı Marcel Duchamp’ın postmodern sanat dünyasını eleştirmek için pisuvarı ters çevirip imzalayarak sergilemesi gibi, Godard da sektörü dalgaya alırken sektörün malzemelerini kullanmayı tercih etmiştir. Filmlerinin alt metninde yatan soru şudur ‘Kadınlar sinemada insan mıdır?’.
Kadınlar sinemada bir cinsiyeti mi temsil etmektedir yoksa sadece bir imgeden mi ibarettirler? İmge asla şeyin kendisi değildir, sadece şeyin kendisinin yokluğunda onun yerini doldurabilecek işaret edendir. Kadınların niteliklerini oluşturan kadınların kendileri midir? Yoksa filmler midir? Kadınların biyolojik kimliğini sinema, toplumsal kimliğini de kitaplar oluşturur. Çünkü kadın bu düzen içerisinde bir cinsiyetten daha çok sadece bir kavramdan ibarettir ve bu kavramın içeriği de genel geçer değildir zira Postmodernizm anlamların tekliğini kabul etmeyen bir düzendir ve bundan dolayı ortaya kaotik bir durum çıkar. Karl Marx der ki gerçekleri söylemek toplumları değiştirmek için yeterli değildir, teoriniz insanlara nüfuz edip maddi bir güç haline gelmedikçe. Karl Marx toplumların değişmesinin ön koşulu olarak iktisadı göstermişti, eğer bir ülkenin üretim ilişkileri, araçları değişirse toplumun da değişebileceğine inanıyordu. Heidegger burada bir parantez açar, eğer bir toplumun iktisadi yapısı değişirse ortaya yeni kavramlar çıkar, aslında bir toplumun değişebilmesi için ihtiyacı olan şey yeni kavramlardır, çünkü yeni kavramlar üretmek hayata karşı bakış açımızı değiştirir, Marx’ın da yaptığı zaten budur. Öne sürmüş olduğu komünizm beraberinde yeni kavramlar getirmiştir ve bu kavramlar üzerinden devletler şekillenmişlerdir. Modernite de ortaya yeni kavramlar atmıştır bu kavramlardan bir tanesi de kadındır. İçi boşaltılmış bir kadından bahsetmekteyiz, bugün kadınlar kandırılmaktadırlar. Kadınların özgürlük yolu bedenlerinden geçmektedir, bugün hala sinemada değişen bir şey yoktur, kadın hala metadır, kadın hala bir cinsiyet değildir. Kadınlara uygun düşen roller; metres, şiddete maruz kalan, tecavüze maruz kalan, zorbalığa maruz kalan… Kadınlar ‘kalanlara’ indirgenmişlerdir. Özellikle biraz geriye gittiğimizde bu klasik sinema olarak adlandırdığımız dönemde başroller sadece erkeklere aitti, kadınlar ya bir erkek tarafından kurtarılmayı bekleyen, ya da servet sahibi olabilmek için zengin bir adam ile evlenme hayalleri kuran ya da şiddet gören, metres olan, ikinci plana atılan, insan yerine koyulmayan sadece seyir zevki için orada duran askılıktan bir farkları yoktu. Kadını var eden şey ‘güzellikleriydi‘, kadın güzel bir şekilde şiir okumalıydı ancak şiir yazmamalıydı, kadın güzel bir şekilde şarkı söylemeliydi ancak şarkı yazmamalıydı. Bugün kadınlar hala sınıfsızdırlar, bir cinsiyet, insan olarak değil bir nesne olarak toplumlara sunulmaktadırlar ve buna sebep olan da Godard’ın da belirttiği üzere kadın düşmanı olan yönetmenlerdir, bu yönetmenlerin hepsi erkeklerden oluşmamaktadır zira Nietzsche’nin de belirttiği gibi ‘Genel olarak düşünüldüğünde kadının şimdiye kadar en çok- kesinlikle bizim tarafımızdan değil -kadın tarafından hor görüldüğü doğru değil midir?‘ (1)
Karl Marx kapital düzen içerisinde her şeyin dönüştüğünü , başkalaştığını söyler . Kapital düzen içerisinde değişiklik gösteren sadece üretim araçları , üretim ilişkileri değildir , insan kavramının da içeriği değişmiştir . İnsan makine konumuna indirgenmiştir , insanların emekleri ile ürettikleri mamullerin giderleri aynı kefeye koyulmuş bu yüzden insan da ürettiği nesneye dönüşmüştür . Bu süreçte kadınlar cinsiyet konumundan atılarak meta konumuna indirgenmişlerdir . Kadınlar kapital düzen içerisinde sadece varlık konumundadırlar varolmamaktadırlar . Kadınların niteliklerini belirleyen kapital düzenin çarkını döndürecek ilkelerdir . Bu yüzden kadın kimliği oluşturulurken kapital düzenin çarkını dönmesini sağlayacak ilkeler referans alınır örnek verecek olursak moda , kozmetik sektörü gibi . Kadınlar kataloglardan cinsiyetlerini öğrenirler bu yüzden kapital düzen içerisinde her kadın kataloglardan fırlamış gibidir , caddeler artık adeta podiuma dönüşmüştür . Kapital düzenin istediği kadın profili bir ev ahalisinin askılıktan beklentisi ile aynıdır .
Hayatı Yaşamak adlı filmde karşımıza çıkan Nana karakteri bir sinema oyuncusu olmak uğruna eşini ve çocuğunu terk etmiştir. Bir sinema oyuncusu olamamıştır ancak bir fahişe olabilmiştir – burada Godard’ın göndermek istediği mesajı anladığınızı varsayıyorum – İçi burukluklarla doludur ancak bu toplumda var olabilmek için Erich Fromm’un da dediği üzere üzüntünüzü fazla göstermemeniz gerekir ve Nana da tüm içerisinde kopan fırtınalara rağmen hayatta kalabilmek için hayatı yaşamayı tercih etmiştir, sonuçta yaşam ancak yaşayarak bilenebilir. Küçük anlarda mutluluğu yakalamaya çalışan, oldukça yalnız, tek başına kalınca daha da yalnız olan Nana arada sırada kameraya bakarak onu anlamamızı, onu dinlememizi ister, çünkü Nana’nın bizden başka dostu yoktur.
Senin Hakkında Bildiğim Bir veya Üç Şey adlı filmde karşımıza çıkan Juliette şehrin caddelere kustuğu kadınları yansıtır. Godard bu filmiyle geleneksel aile yapısını yıkmaya çalışır. Juliette hem evlidir hem çocuğu vardır hem de fahişedir, eşi bu durumdan rahatsız olmamaktadır – sonuçta herkes kapitalizmin fahişesi haline gelmemiş midir? – Kimileri paranın, kimileri patronunun, kimileri ideolojilerin fahişesi haline gelmemiş midir? Bugün toplumların zihinleri genelevleri andırmıyor mudur? Godard’a göre ha bedenini teşhir etmişsin ha ruhunu – fikirlerini, ikisinin arasında bir fark yoktur ancak en kötüsü fikir fahişeliğidir. Byung Chul-Han’ın da bahsettiği üzere herkes bir ürün haline gelmiştir ve bu kapital düzende herkes kendisini bir mal olarak sunmaktadırlar. Bu filmde tek sorunsallaştırılan geleneksel aile yapısı ve kadın meselesi değildir, Godard bu filmi ile şehirleşmeye de değinir. Bu film aslında tam olarak bir makale niteliğindedir, araya sıkıştırılan dipnotlar oldukça önemlidir – ‘Amerikan barışı büyük boy beyin yıkama!’ – Godard bu filmiyle şehirleşmenin doğurmuş olduğu ilkeleri Juliette’in gözünden anlatmaya çalışır. İlişkiler donuktur, tanımadığınız kişiler biranda size işi düşünce ‘merhaba’ diyerek yanınıza oturabilir; ahlak kavramına dair yeni bir manifesto, ruhlarını kaybetmiş kaldırımlarda yürüyen et yığınları.
‘Kent’in anlamının cevherinden bir bölümü şüphesiz ki yok olacaktır.‘
‘Birisi şunu rahatlıkla söyleyebilir ki, bugün toplum içerisinde yaşamak büyük bir boşluk içerisinde yaşamakla neredeyse aynı.’
Son olarak Godard’ın kadınlara bakışını yansıttığını düşündüğüm Çinli Kız adlı filme değinmek istiyorum. Bu film diğerlerinden oldukça farklı bir yapıda, zira buradaki kadınların düşünceleri ve inançları vardır. Düşüncelerini pratiğe dökebilme cesaretlerine sahiptirler, okuyan, yazan, eylem yapan bir ‘cinsiyettir.’ Bu film bilindiği üzere komünizmi anlatmayı hedefler, bir nevi sinemanın komünist manifestosudur. Bu noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. Diğer filmlerdeki kadın karakterler kapital , liberal bir sistem içerisinde kaybolmuş, arzuları ellerinden alınmış kavramlardan ibaretlerdi. Çinli Kız filminde ise kadın karakterlerimiz bir rejim olarak değil ancak bir ideoloji olarak komünizm altındadırlar ve insanı insan sınıfına sokan ‘düşünme’ kabiliyetine bu filmde sahip olarak kavram olmaktan çıkmışlardır artık onlar karşımıza bir cinsiyet olarak çıkarlar. Belki de Godard’ın burada demeye çalıştığı şey; kapitalizm altında yaşayan her bir kadın cinsiyetlerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır, kavram olarak kalmaktan kurtulmanızın tek yolu komünizmdir.
‘Şimdiye kadar yapılan filmlerin dörtte üçü kadınlardan nefret eden erkeklerce yapıldı .'(2)
‘Sanıyorum ki beni dışlamalarının, benden nefret etmelerinin nedeni de bu; Çünkü hayatta yapmaya cesaret edemediğim ne varsa hepsini sinemada yapıyorum, hiç çekinmiyorum.’ (3)
(1): Nietzsche , İyinin Ve Kötünün Ötesinde , sayfa 163
(2) : Jean Luc Godard , Godard Godard’ı Anlatıyor , sayfa 199
(3) : Jean Luc Godard , Godard Godard’ı Anlatıyor , sayfa 192