Yoksulluk utanç da getirir.
Ahmet Uluçay, sinema aşkının vücutlaşmış hali, artık yok. Birileri kahvaltı sofralarında efendilerinin kucağına otururken ve dahi mıncıklarken birbirlerini, birileri film çekim tarihlerini festival tarihlerine göre ayarlarken, birileri korkak, birileri aciz, birileri ucuz filmlerini pazarlarken, Uluçay tüm görkemiyle geçti gitti bu topraklardan.
Altı yaşında Kütahya’daki köyüne bir seyyar sinemanın yolu düştüğünde aşık olmuştu kımıldayan görüntülere, 55 yaşında son nefesini verene kadar da değişmedi bu. Daha küçücük bir çocukken arkadaşı İsmail’le birlikte bir sinema makinesi yapmışlardı. Çöpten topladıkları filmleri kurgulayıp “kımıldatmayı” başarmışlardı. Bir ahır, sinema salonları olmuştu; köy halkı, seyircileri.
Yoldaşı ismail hayat mücadelesine daldı, Ahmet Uluçay söyleşilerinde hakkını hep teslim ettiği eşinin desteği sayesinde devam etti.
Kısa filmleri; “Optik Düşler” ve “Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak” ödüller aldı. Belki daha da önemlisi kendisini Ezel Akay’la buluşturacak, ilk ve tek uzun metrajlı filmi “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”a gidecek yola sokmuştu bu filmler.
“Belli bir yetenek gerektirmeyen fiziksel işlerde çalıştım hep. O yüzden hastalandım. Hep aklımda filmler vardı. Kısa filmlerimle ödüller aldıktan sonra Ezel Akay’la tanıştım. Beni tanıdığına pişman oldu galiba. Uzun metrajlı film yapmak için onu ikna etmeye çalıştım. Israrlarımdan etkilenmiş olacak ki bana senaryoyu yaz dedi. İki yıl boyunca senaryoyu yazamadım. Bir yerde takıldı kaldı. Bir gün ezel akay beni aradı senaryo hazır mı dedi. Hazır değildi ama hazır dedim. İki gün içinde senaryoyu bitirdim. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminden daha iyi film yapamamak düşüncesi beni endişelendiriyor. Eskiden sanatçılar olmadan dünya dönmez sanırdım. Şimdi düşünüyorum ki bir ressam resim yapmasa, ben film çekmesem dünyada bir şeyler değişmez.”
Kusursuz bir film asla değildir “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” (2004). Böyle bir iddiası da yoktur zaten Uluçay’ın (bir söyleşisinde setine gelen sinema öğrencilerinin “hocam aman, aks atladık!” deyişlerine, “yahu atladıysak atladık, sınır kapısı mı bu aks?” dediğini anlatır yönetmen). Ama 90 dakika boyunca sizi tepecik köyüne sokar. Dahası, asla ölmeyecek olan çocukluk düşlerinin dayanılmaz saflığını yansıtır. Filmin iki kafadarının sinema yapmaya çalıştıkları sürece yaşadıklarını hisseder, Deli Emin’in sabotajıyla dünyanızın başınıza yıkıldığını görürsünüz. Aşık olduğunuz kızın bir gülüşüyle güneşin açışına, işini bilmez bir berberin her şeyi berbat edişine tanık olursunuz. Kusurludur ama hayat doludur bu film. Sıfır bütçelidir, küçük bir yapımdır ama aslında kocamandır. “büyük” filmdir, bir yürek kadar büyük.
Yaprağın sahip olduğu sağlığa imrendim.
“Bozkırda Deniz Kabuğu‘nu beklemekteydik. Çekimlerin önemli bir kısmının tamamlandığı, ancak önce maddi sorunlar, sonra da Uluçay’ın ağırlaşan sağlık durumu yüzünden beklediğini okuyorduk arada. Sanki sinema için çalışan beyni bir tümöre yenilmezdi, geri dönerdi diye bekledik. İyi haber gelir diye. Olmadı, biraz daha eksildik. “Bozkırda Deniz Kabuğu”nu hâlâ beklemekteyiz.
Filmi Uluçay şöyle anlatmıştı: “…istasyona inerdik. Oradan bi tren geliyor, bilinmeyen bir yerden geliyor, bilinmeyen bir yere doğru gidiyor. bir de orada kızlar görüyorduk, güzel kızlardı. Kasaba kızları gibi değildi. Onlara küçük küçük aşk duyguları beslemek çok heyecan verici. Onun için hep tren istasyonlarında geçti çocukluk zamanımız. Tren hareket etti mi, biz cesaretle kızlara elimizi sallardık. Erken sallayamazdık çünkü daha güvene alır kendimizi, ondan sonra el sallardık kızlara…”
Eski bir rüyanın peşine düşmüş, yitirdiğimiz deniz kabuklarını arıyoruz bozkırda.