Home > Özel Dosya > Yönetmen Dosyası > Elia Suleiman Sineması Üzerine: Kudüs Olmak ya da Olmamak

Elia Suleiman Sineması Üzerine: Kudüs Olmak ya da Olmamak

Nehirden denize özgür Filistin.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak

İnsan Nedir?

Öncelikle, ‘insan haklarından’ bahsedebilmemiz için ‘insan’ kavramına, bu kavramının içeriğine dair belli başlı cümlelere sahip olmamız gerekmektedir. Günümüze kadar birçok filozof, düşünür, siyasetçi, sanatçı ‘insan nedir?’ sorusuna farklı farklı cevaplar vermiş olsalar da çoğu, insanı değer üretebilen bir varlık olarak ele almışlardır. Hatta insan hakları bildirgesinde, insan; akıl ve vicdana sahip olduğu için değerli bir varlık olarak sayılmaktadır, insanın değerli olmasına sebebiyet veren unsur ise, onun diğer canlılardan farklı olarak değer üretebiliyor olmasındandır. İnsan hakları bildirgesinin bu maddesini referans alarak şu çıkarımda bulunabiliriz; insan dışı herhangi bir varlık ‘değersizdir.’ Bu noktada insanın ne olduğunu cevaplandırmamız gerekmektedir, bir varlığın insan kategorisine girmesine sebebiyet veren unsurları belirtmemiz gerekmektedir, bir varlığın sahip olduğu nicelikleri, kalıtımsal kodları, insan kategorisine girmesi için yeterli midir? Kant’ın ve Lamarck’ın bu soruya getirmiş oldukları cevapları tartışırsak eğer, akıl sahibi olmak veya ‘insan’ kalıtımına sahip olmak, bir varlığın insan sayılması için yeterli/ gerekli deliller midir? Ya da Karl Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezlerinde belirttiği üzere, bir varlık, biyolojik açıklamasına göre değil toplumsal kimliklerine göre mi insan kategorisine girmektedir? Hadi, hep beraber düşünürlerin bu soru üzerine getirmiş oldukları cevapları inceleyerek, kendi insan tanımımıza ulaşalım / oluşturalım / ortaya çıkartalım.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 2

‘İnsan nedir?’ sorusu, aslında politik bir sorudur. İnsana toplum, devlet ve dinler tarafından yüklenmiş olan arazları bir kenara koyduğumuz zaman, cevherine baktığımızda, aslında bu sorunun cevabı doğası gereği apaçıktır. Ancak insanların Tanrılardan ateşi çalmaları ile birlikte ortaya sınıfsal, kültürel farklılıklar çıkmıştır ve insan özü gereği değil, toplumda ait oldukları yere ve sahip oldukları kimliklere göre ‘değerli’ (insan) , ‘değersiz’ ( insan olmayan) olarak sınıflandırılmışlardır. Bir toplulukta bulunan insanları değerli, değersiz olarak nitelendirilmelerine, bu şekilde işaretlenmelerine sebep olan durum ise, insanların ortak ve bireysel alan içerisinde göstermiş oldukları tavır ve davranışları değil, döneme hakim olan görüş ve başta bulunan mevcut idarenin sahip olduğu düşünce tarzıdır. İnsan kavramının içeriği her dönem ve bir dönem içerisindeki farklı iktidarlar tarafından, sürekli değişmiştir/ değiştirilmiştir. Bu yüzden, insan iki nokta üst üste şudur hipotezini canlı/ genel geçer kılan, insanın asli özellikleri değil, bireysel düşünür, ortak toplumsal akıl ile arasındaki ilişkilerdir. William James, bir hipotezi ‘canlı’ ve ‘ölü’ kılan unsurları şu şekilde açıklamıştır; ‘Canlı bir hipotez önerildiği kimseye gerçek bir imkan gibi görünür. Eğer ben sizden Mehdi’ye inanmanızı istersem, bu görüş sizin doğanızda herhangi bir elektrik bağlantısına sebep olmaz; bu görüş inanıla bilirlik parıltısına sahip değildir ve bir hipotez olarak tamamıyla ölüdür. Ancak bir Arap’a göre bu hipotez zihnin imkanları arasındadır ve dolayısıyla canlı bir hipotezdir. Bu da gösteriyor ki bir hipotezin canlılığı veya ölümlüğü onun asli özellikleri arasında yer almaz, hipotezi kaim kılan onun bireysel düşünür ile arasındaki ilişkilerdir.’ [1]Her toplumun, dinin, ırkın, partinin insana dair getirmiş oldukları cevaplar farklılık gösterebilir, bir ırkın benimsemiş olduğu insan tanımı diğer bir ırk için ölü hipotez değeri taşıyabilir, çünkü insan niceliklerinden yola çıkılarak değil, niteliklerinden yola çıkarılarak, iktidarlar, dinler, tarihsel süreçler, izmler tarafından kurulur. Bundan dolayı aslında postmodern düşünürler insana dair genel geçer bir açıklama getiremeyeceğimizi ifade ediyorlardı, nasıl ki doğada madde ve form aynı anda var olmaları koşulu ile şeyler oluşabiliyorsa, aynı şekilde insanın kalıtımsal özellikleri saf dışı edilerek sadece toplumsal kimliklerinden yola çıkarak onun varlık sınıfı belirlenemezdi, ikisi ancak bir arada oldukları zaman insana dair bir tanım (illa bir tanıma gereksinim duyulursa) oluşturabilirlerdi. Keza, Richard Lewontin’in de belirttiği üzere, insanın organizmaları ile bulunduğu çevre sürekli ilişki içerisindedir ve bu ilişkisellik insana dair bir tanım sunmaktadır.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 3

Postmodern düşünürlerden birisi olan Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında ‘insan nedir?’ sorusuna dair bir tartışma yürütmektedir; ‘İnsan ya da insanoğlu fikrinin sanki doğal ve ezeli bir fikirmiş gibi görürüz, oysa düşünce arkeolojimiz gösteriyor ki ‘insan’ fikri yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir.’ Foucault tıpkı Feminist Felsefe alanında önemli çalışmalara sahip olan Judith Butler gibi ‘İnsan kavramı neleri kapsar, neleri dışarıda bırakır?’ sorusuna bir cevap bulmaya çalışıyordu. İnsanın biyolojik gerçekliği insan kategorisine girmesi için yeterli mi sorusu özellikle de 1920 varoluşçularının ve ikinci dünya savaşı sonra düşünürlerin, sanatçıların üzerinde yoğunlaştıkları bir konuydu. Yakın bir tarihte Yahudilere karşı gerçekleştirilmiş olan katliamın Nazilere göre haklı sebepleri doğrudan bu soruyu ele almalarına sebep olmuştu. Naziler için ‘yahudi insan’ politik bir aygıttı, bir varlığı temsil etmekten daha çok ideolojilerinin içerisinde yer almayan bir ‘kavramdan’ ibaretti, keza yahudileri hayvan kategorisinde değerlendiriyorlardı, bu bakımdan yahudiler insandan sayılmadıkları için  değersiz sınıfında – insan olmayan- yer alıyorlardı. Sınıfın adından dolayı da canlı bedenlerini ölü bedenlerinden önemli kılacak bir farklılık yoktu, çünkü değersizlerdi. Nazilerin çoğu radikal darwinistlerden oluşmaktaydı, Hitler’in politikalarına ve yapmış olduğu deneylere baktığımız zaman, sosyal darwinizm ile karşılaşmaktayız.  Darwinizm sadece bilimsel alan içerisinde tartışılan/ kabul görülen bir teori iken, 1940lardan sonra siyasetçiler ve düşünürler tarafından sahası genişletilerek, toplumsal konularda da söz sahibi olmuştur. ‘Güçlü olanın hayatta kalması’ / ‘Büyük balık, küçük balığı yer’ teorileri, 1940lı yıllar itibari ile sadece biyoloji ve diğer bilimsel alanların içerisinde kalan konular olmayıp, ideolojilerin, politikaların temelinde de yer edinmeye başlamıştır. Tabi biz sosyal darwinizm temelini 1940lardan önce de görmekteyiz, örnek verecek olursak eğer, Troçki’nin üçüncü enternasyonalın da görmüş olduğumuz ‘özgürleşmek için makineleşmeye’ ifadesini, Lenin’in kabul etmesinin atlında yatan sebep sosyal darwinizmdir, çünkü Sovyet Rusya’nın uzun bir süre ayakta kalabilmesi için büyük balık olması şarttır, ve dönemin büyük balık olma koşulu da makineleşmekten, endüstrileşmekten geçmektedir. Sosyal Darwinizm temelinde hareket eden, 20.yüzyılda ki politikacı tabi ki sadece Lenin değildi, Hitler, Churchill ve Mussolinin politikaların temelinde darwinizmi kullanmaktaydılar. Örnek verecek olursak eğer, darwinizmde yer alan, en uygun olanın bir sonrakine sağlıklı döl bırakması teorisi Hitler’in t4 deneylerini gerçekleştirmesinde etkili olmuştur. Yani ideolojiler ve ideolojilerin beslenmiş olduğu dış kaynaklar insana dair farklı açıklamalar, yorumlar getirir ve toplum içerisinde bulunan insanları çeşitli işaretler ile değerlendirmeye tabi tutar.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 4

İnsan tanımının ırka ve dini kimliğe indirgenmesi sonucunda naziler tarafından yahudilere yönelik gerçekleştirilmiş soykırım, elbette doğru değildir ve belgeler ile de aklanamazdır, düşünürler ve sanatçılar bu mesele üzerinde iki önemli soruyu ele almışlardır, birisini üst paragraflarda değindiğimiz üzere ‘insan nedir?’ sorusudur, diğeri ise ‘Yahudilerin empati yeteneği yok mudur?’ sorusudur. Bu ikinci soru, İsrail’in Filistin topraklarını 1948’de işgal etmesinden sonra ortaya çıkmıştır, insanlar, toplumlar, ırklar tarihlerini her zaman sırtlarında taşırlar, geleceğimizi belirleyen, geleceğimizdeki hareketlerimizi belirleyen, geçmişimizdir, bu yüzden rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki insan, istedikleridir, geçmişidir, seçimleridir. Tikel perspektiften düşünürsek eğer, gözümüzü dolduran bir olayı başkasına isteyerek yaşatmak istemeyiz, başkası tarafından bir başkasına, bize geçmişte yapılan yanlış bir davranışın yapılmasını da engelleriz, bu sanırım hepimiz için geçerlidir, düşünürler, politikacılar ve sanatçılarda bu geçerlilikten yola çıkarak zaten bu soruyu yöneltme ihtiyacı duymuşlardır. Yahudiler, geçmişlerinin hesabını tarihlerine jiletler ile çizik atıp kanatanlara sormak yerine, uzun bir süre aynı topraklarda barış içerisinde yaşadıkları Filistinlilerin tarihlerine jilet atmayı tercih etmişlerdir, ve batılı ülkeler Yahudilerin tarihlerine attıkları jilet kesiklerini, onların Filistinlilere yapmış oldukları zulümlerine karşılık gözlerini kapatarak ve destek olarak Ariadne ipi ile dikmişlerdir. Yahudiler, geçmişlerinde yaşadıkları tüm acıları Filistin halkının üzerine kusmaktadırlar,  Deir Yasin, Şucaiyye, İbrahim Cami katliamları ve daha niceleri, soykırıma uğramış bir ırk tarafından yapılmıştır ve bu soykırımlar, katliamlar gerçekleşirken, kendisini affettirmek isteyen batı, insanın içeriğini tekrardan değiştirmiştir, insan iki nokta üst üste ‘Beyaz, Batılı, Hristiyan, Yahudi’.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 5

Deleuze başta olmak üzere birçok filozof, yazar bu soru üzerine kafa yormuşlardır, ve belli başlı cevaplara ulaştıklarını görmekteyiz, sanat dünyasında da bu soru üzerine yoğunlaşmış birçok isim mevcuttur, bunlardan bir tanesi de hiç şüphesiz Jean Luc Godard’dır. Fransız Yeni Dalgası öncülerinden Jean Luc Godard’da bu mesele üzerinde durmuş, ortaya çeşitli argümanlar atmış, büyük bir riske girerek soruyu doğru bir şekilde cevaplandırmak için 1976 yılında Filistin’e giderek olayları yakından izlemiş ve şahit olduklarından yola çıkarak bir cevaba ulaşmış ve bu cevabı da ‘Ici Et Ailleurs’ isimli filmiyle seyirciye sunmuştur. Daniel Cohn Bendit ile yapmış olduğu röportajda Godard, ‘Ici Et Ailleurs’ isimli filminde seyirciye imgeler aracılığı ile sunmuş olduğu cevabı daha açık bir şekilde dile getirmiştir;’ Evet, Yahudiler zulme uğradılar ama iyi insanlar değiller, bugün onların Filistinlilere yaptıklarına bakın. Bir şeyi bu şekilde söylemek belki yanlış, fakat tarihlerinde bir Shoah varken, böyle bir imha yaşamışken nasıl böyle sömürgeci bir politika uygulayabiliyorlar ben de anlayamıyorum. Sabra ve Şatilla katliamından sonra İsrail ordusunun Suriyelileri ve Lübnanlı milisleri geri püskürttüğünü ve Filistinlileri kurtardığını hayal ettiğimi hatırlıyorum, neden yapmadılar bunu? Hep insanların tarihten ders alacaklarını umdum. Ama hayır. Kendi istedikleri dersi alıyorlar.’ ve Daniel Cohn Behdit’ın ekler; ‘Godard neden bütün dünyaya Yahudilerin gerçekte iyi insanlar olmadıklarını kanıtlama isteğinden vazgeçmedi, bu onun meselesi. Fakat bunu yaparken, yine de iyi bir soru ortaya koyuyor.’²

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 6

Hannah Arendt, bir insanın insan haklarından faydalanabilmesi için ilk önce vatandaş haklarına sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır, çünkü Arendt’e göre, eğer bir ülkenin vatandaşı değilseniz, sadece türünüzün kimliği ile bir alan içerisinde bulunuyorsanız bu durumda insan hakları size tesir etmeyecektir, keza insan tanımın değiştiğinden bahsettik, bu durumda insan kategorisi içerisine giren kişiler ancak bu haklardan yararlanabilmektedirler, yani Siyahi, Sarı, Doğulu, Müslüman olmanız bu haklardan yararlanamayacağınızın belgesidir, istisnai durumlar elbette mevcuttur, bu dört unsurdan en az birisini kimliğinizde taşıyorsanız ve belli bir güce sahipseniz, önünüze mikrofon koyularak mevcut insan tanımı içerisinde bulunan kimliklerin çıkarlarına uyacak bir şekilde konuşmalarda bulunuyorsanız evet insan haklarından tabi ki faydalanabilirsiniz, sonuçta güç sahibi için uygun olan ‘diğerleri’ için ideal olandır. Dün, Bugün ve eğer yeterince sesimizi çıkarmazsak yarınlarda Filistin’de gerçekleşen katliamın durdurulmamasının sebebi apaçıktır, Yahudi Dilbilimci Noam Chomsky bunu oldukça güzel bir şekilde açıklamıştır; ‘ Filistinlilerin trajedisinin bir kısmı da aslında hiçbir uluslararası desteğe sahip olmamalarıdır. Zenginlikleri yok, güçleri yok, dolayısıyla hakları da yok. Dünyanın işleyişi bu şekilde. Haklarınız gücünüze ve zenginliğinize karşılık gelir.’ İnsanlar doğmaları ile birlikte zaten kendilerinin olan hakları elde edebilmek için kısıtlı ömürlerinde mücadele ederler. İnsanlar bu haklara sahip olabilmek için sabahın yedisinde postmodern gaz odalarına yetişmek için uyanırlar ve sekiz, dokuz saatlerini bir masada pinekleyerek geçirdikleri odada bulunan duvarlara dahi patronlarının izni olmaksızın bir şey asamadıkları zaman evet bazı haklara sahip olabilirler, ancak istedikleri hakları değil, patronlarının onlara uygun görmüş oldukları hakları elde ederler. Mevcut dönem içerisinde de genel geçerliliğini koruyan insan tanımı içerisinde yer almayan kimliklerin haklarını belirleyenler ise mevcut insan tanımı içerisinde olan kimliklerdir. Bu haklar şu şekildedir; öldürülme hakkı, aç bırakılma hakkı, tecavüz edilme hakkı, susuz bırakılma hakkı, evsiz bırakılma hakkı, elektriksiz bırakılma hakkı vb. Haklardır.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 7

Elia Suleiman Sineması Üzerine

Elia Süleyman (Elia Suleiman), Filistinli bir yönetmendir. Süleyman sinema camiasında Ortadoğu’nun Buster Keaton’u olarak anılmaktadır, İsrail’in işgali altında olan Filistin topraklarındaki sorunları mizahi bir üslup ve balık yüzünü andıran suratı ile seyirciye aktarmaya çalışmıştır. Filistin’in haklı davasını anlatırken kelimelerin arkasına sığınmaktan daha çok, seyircinin güvenlik kamerası perspektifinden Filistin ve İsrail arasındaki sorunları değerlendirmesini, bir cevaba ulaşmasını ister. Çünkü bazı durumlarda kelimelere gereksinim olmaksızın sadece görüntülere bakarak doğruya/ gerçeğe/ hakikate ulaşabiliriz.

Süleyman, İsrail’in işgal etmiş olduğu Filistin topraklarında bulunan insanların gündelik hayat içerisindeki var olma mücadelelerine değinir, her anları kontrol altında olan Filistinli halkın toplumsal hayat içerisinde yaşadıkları zorluklara, yaşayamadıkları şeylere, yaşamak istedikleri şeylerden dolayı öldürülmelerine değinmektedir. Süleyman, görüntüler aracılığı ile seyirciye İsrail’in ‘ormandaki Stalin’ olduğunu göstermeye çalışmıştır. İsrail terör devletinin histerik/ paranoyak davranışlarını mizahi birleşimler ile beyaz perdeye aktarmayı başarmıştır. Öznel bir çıkış noktasından nesnel bir gerçeğe ulaşan Süleyman, babasının günlüğünü ve kendi deneyimlerini referans alarak Filistin’i anlatmaya çalışmış ve seyircilerin şahit oldukları görüntüler aracılığı ile İsrail- Filistin meselesini tekrardan değerlendirmelerini ve empati yaparak zihinlerinde bir kanaate ulaşmalarını hedeflemiştir. Bu mesele üzerinden yer yer Arap dünyasını da eleştiren Süleyman, her filminde babasını kaybeden bir çocuk olarak karşımıza çıkarak aslında Filistin’in yetim olduğunu ve onu koruyabilecek hiç kimsenin olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Özelliklede, 2009 yapımı ‘The Time That Remains’ isimli son filminde, Filistin işgal edilirken, Arap dünyasının ve Filistin halkının sergilemiş olduğu korkak ve çekingen tavrın bedelini, sonraki neslin gündelik konuşmalarında dahi hangi kelimeleri kullanmaları gerektiğini İsrail’in belirlemesi ile ödediklerini anlatmıştır.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 8

Chronicle Of A Disappearance (1996)

Chronicle Of a Disappearance isimli filminde Süleyman, film yönetmeni bir adamın Filistin’e dönmesi üzerine etrafında gelişen olayları anlatmaktadır. Filistin’in sorunlarına farklı karakterler aracılığı ile değinen Süleyman’ın 1996 yapımı bu filmindeki derin anlama sahip sahne şudur; Bir konferans sahnesi karşımıza çıkmaktadır, ve sunucu Eily Süleyman’ın Filistin konulu filmini tanıtması/ anlatması için sahneye davet eder, Süleyman sahneye çıktığında, o zamana kadar sorunsuz bir şekilde çalışan mikrofon, konu Filistin’e gelince çalışmayası tutar, mikrofondaki arızayı gidermek için görevliler ne kadar çok çabalasalar da, büyük ihtimalle mikrofon İsrail veya Amerikan malı olduğu için bir türlü çalışmaz.

Filistin halkının barınma sorununa da bu filminde değinmektedir Süleyman. Doğu Kudüs’te yaşamak isteyen Filistinli bir kızın yaşadığı zorlukları anlatır. Kiralık ev ilanlarını teker teker arayan karakterimiz, her defasında ismi sorulduğunda ve bu soru sonucunda Arap olduğunu anlaşılınca telefon yüzüne kapanır.

Süleyman, filmlerinde şarkılara oldukça geniş bir yer vermektedir, hatta şarkılar aracılığı ile bazı şeyleri anlatmaya çalışmaktadır. Bu filminde yer verdiği şarkılardan bir tanesinde şu sözler geçmektedir; ‘Neden kavga ediyoruz? Bir zamanlar arkadaştık.’ bu şarkı arkada çalarken, Süleyman bizi Filistin topraklarında yolculuğa çıkartır, ve şarkıda geçen bu söz aslında Süleyman’ın her filminde yinelediği bir sorudur. 2002 yapımı ‘Divine İntervention’ isimli filminde yer alan komşular arasındaki ‘çöp tartışmasında’ bu soruyu aslında cevaplandırmaktadır. ‘Komşum çöplerini niye benim bahçeme atıyorsun? Utanmıyor musun? – Evet komşu! Bahçene attığım çöpler senin bizim bahçemize attığın çöplerdir. + Ee ne olmuş? Yine de ayıp. Her şeyden önce komşular birbirlerine saygılı olmalıdırlar. Niçin sorunu önce bana söylemedin? Tanrı dili bize bunun için vermedi mi? ‘

Filmin son sahnesi Arap dünyası tarafından yoğun bir eleştiriye tutulmuştur, hatta birkaç ülkede sansüre bile uğramıştır, ancak Süleyman’ın bu sahnede vermiş olduğu mesaj oldukça incedir ve sağır olmayan gözler için oldukça derin bir anlam taşımaktadır. Sahnede bir televizyon kanalında İsrail bayrağının direkte sallandığını görmekteyiz, tam karşısında ise yaşlı bir çiftin kanepede uyukladığını görürüz, burada Süleyman’ın bana kalırsa anlatmak istediği şey şudur; İsrail insanların uykularını getiren, uyutan bir ninni gibidir, Filistin halkına kabuslar yaşatır, ve Filistin halkını uyandıracak bir sese, bir dokunuşa, bir sarsışa ihtiyaç vardır, eğer onları uyandıracak bir el ortaya çıkmazsa, onlar hala kabuslar görmeye devam edeceklerdir.

elia suleyman sinemasi uzerine kudus olmak ya da olmamak 9

The Time That Remains (2009)

Süleyman, bu filminde Filistin’in işgaline değinmektedir. Tarihler 1948’i göstermektedir, İsrail Filistin’i işgal etmek için harekete geçer, Araplar belli bir süre Filistin’e destek verirler, ancak kontrolün İsrail’e geçtiğini fark ettiklerinde, ‘aman benim damıma çöp atılmasın’ düşüncesi ile geri çekilirler, ve bir yetim gibi ortada kalan Filistin, öksüz kalmamak için direnmeye devam eder. Babasının günlüğünde yazılanlardan hareketle bu filmi çeken Süleyman, İsrail’e karşı savaşan Filistinlilerin çoğunun gençler olduğunu, belli bir makama sahip, orta yaşlı insanların ise bir taş dahi atmaksızın evlerini terk ettiklerini seyirciye göstermektedir.  Gençlerin tüm geçici arzularını bir kenara bırakarak hareket ettiklerini, kendi toprakları içerisinde kendi haklarına sahip olmak ve korkmadan, güven içerisinde yaşayabilmek için her birinin silahlandığını, yakalandıklarında ise esir olmaktansa ölmeyi tercih ettiklerini görmekteyiz, hatta İsrail’in otoritesinin kesinleştiğini fark eden bir genç kendi rızasıyla karakola gelerek şu cümleleri sarf ettikten sonra, kafasına sıkarak hayatına son verir; ‘Onurlu bir adamın iki gayesi vardır: Savaşarak ölmek ya da zafer kazanmak. Kendi toprağımızda saygı görmediğimiz bir hayat istemiyoruz. Eğer bizim sözlerimiz dünya üzerinde yankılanmıyorsa, ruhumu avucuma alıp ölüp kuyusuna kendim atlayacağım. Kardeşlerinin yüreğine huzur veren bir yaşam mı? Yoksa düşmanlarının yüreğine işkence eden bir yaşam mı?’

‘Okul korosu’ sahnesi oldukça önemlidir, ve yıllar içerisindeki Filistin’in konumuna dair ayna tutar. İşgal edilmiş Filistin topraklarında bulunan İsrail kontrolündeki bir okulda Arap kökenli çocuklar İbranice şarkı söylemektedirler, şarkının içeriği şu şekildedir; ‘Dün kurduğumuz hayali kendi ellerimiz ile gerçekleştireceğiz, ne benzetme yapıyorum ne de hayal kuruyorum, en az gökteki güneş kadar gerçek bunlar!’ devamında ise İsrailli bir öğretmen kürsüye çıkarak, koroyu yöneten Filistinli öğretmene yönelik şu cümleleri sarf eder; ‘Bu ödülü ‘Arap azınlıklarının’ olduğu bir okula veriyor olmamızda, demokrasinin ve eşitliğin tüm öğrencilere ulaşabilmesi için ne kadar gönüllü ve istekli olduğumuzun bir kanıtıdır.’ Bir zamanlar evin sahibi olan Filistin artık ‘azınlık’ konumuna düşmüştür, bir misafirdir ve eşitliği sağlayan/ dağıtan otoritede, demokratik ve adil olmayan yollar ile söz sahibi olma hakkını kazanmış kesimdir. Hemen ardında gelen sahnede ise, sözde ‘eşitliği’ sağlayan ve İsrail’in bir imgesi olarak karşımıza çıkan öğretmen, Filistinli bir çocuğun ‘Amerika emperyalisttir.’ ifadesini bir daha söylememesi gerektiğini ifade eder, az önceki sahnede herkesin önünde sergilemiş olduğu güler yüzden bir hayli uzaktır, sahne arkasında gerçek yüzünü gösterir.

Bir diğer değinmek istediğim sahne ise, Filistinliler ile İsrail askerlerinin bir otel önünde çatıştıkları sahnedir. Erkeklerden oluşan Filistinli grup askerler ile çatışırken o sırada olay yerine bebek arabası ile yaklaşan bir kadını görürüz, birden çatışma durur ve herkes kadına bakar, askerler hemen namlularını kadına çevirirler ve aralarından birisi kadına evine gitmesini söyler, kadın ise oldukça korkusuz bir şekilde şu cevabı verir; ‘Ben evime gideyim? Sen evine git asıl!’ bu söz üzerine erkeklerden oluşan Filistinli grup tekrar harekete geçerler ve askerlere taş atmaya başlarlar.

Bir adamın çöpü dışarıya atmak için evinden çıktığı sahnede aslında oldukça önemlidir, zira Süleyman bu sahneyi mizahi bir şekilde ele almış olsa da, aslında üstede bahsettiğimiz üzere İsrail’in ormandaki Stalin olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Bir adam çöp atmak için evinden çıkar, evinden çıktığı anda İsrail askerlerinin içerisinde bulunduğu tankın namlusu adamın her adımını takip eder, adam nereye gidiyorsa tankın namlusu da o yöne çevrilir, adam çöpü atar, tam eve girecekken telefonu çalar, telefonla konuşurken bir yandan volta atar, o sırada tankın namlusu bir o yan bir bu yana gidip durur, adam telefonu kapatır, evine doğru yönelir, aynı şekilde tankın namlusu da adamın evine doğru yönelir.

Yazımı Jean Luc Godard’ın şu sözleri ile sonlandırmak istiyorum;

Filistin aynı sinema gibi: Bağımsızlığını arıyor.

¹ Hayat Yaşamaya Değer Mi?, William James, sayfa 59.

² Sinema Üzerine Konuşmalar, Marcel Ophüls – Jean Luc Godard, sayfa 70.