The Fabelmans – Fabelmanlar, efsanevi yönetmen ve yapımcı Steven Spielberg’ün Arizona’da geçirdiği kendi çocukluğundan ilhamla yola çıkan bir büyüme hikâyesi anlatıyor.
Fabelmanlar, uzun süre ayakta alkışlandığı ilk gösterimini eylül ayında Toronto Film Festivali’nde yaptı ve buradan Halkın Seçimi ödülü ile ayrıldı.
Toronto Film Festivali’nin en merakla beklenen ve övgüyle karşılanan prömiyerlerinden The Fabelmans, Steven Spielberg’in kendi çocukluk anılarıyla sinemacılık tutkusundan esinlenerek yönettiği yeni filmi. Senaryosu Spielberg ile Tony Kushner tarafından yazılan film, yönetmenin tartışmasız en kişisel ve en duygusal filmlerinden. Filmin müzikleri, efsanevi besteci John Williams’a ait, ayrıca David Lynch de kısa bir rolde izleyici karşısına çıkıyor. Film ülkemizde 6 Ocak’ta vizyona girdi.
Filmin başrollerini Gabriel La belle, Paul Dano , Michelle Williams, Seth Rogen gibi oyuncular paylaşıyor. Hollywood’un en büyük ve ikonik yönetmenlerinden olan Spielberg bu çalkantılı ve devamlı taşınmak zorunda kalan bir ailede yaşayan genç Sammy Fabelmans’ın gözünden sinemaya duyulan sevgi ve tutkusunu otobiyografik bir bakış açısıyla seyirci karşısına çıkıyor. The Fabelmans, sinema tarihinin ilk filmi olan Lumiere Kardeşler’in “Trenin Gara Girişi” filmine saygı duruşunda bulunuyor. Başlarda Martin Scorsese’nin Hugo’su gibi başlayan film, Cinema Paradiso ve Spielberg’in kendi filmi olan E.T ile arasında gidip gelen bir yapı kurmuş. Bir yerde okumuştum “sinema bir salon dolusu insanı aynı rüyayı görmesidir” diye evet bu söz bundan 60-70 yıl önce daha geçerliydi sanırım. Spielberg de bu rüyaya aşık olan ve özellikle her dönemde çektiği filmlerle bunu kanıtlayan bir yönetmen. Sinemanın büyülü atmosferinin etkisi o yıllardaki insanların ve çocukların gözünden anlatan The Fabelmans, aynı zamanda aile içi çatışmaları ile yine Spielberg’in kendi filmografindeki tarzına uyuyor diyebiliriz.
Spielberg’in kendi çocukluğundaki sinema anlayışına ve dönemin yönetmenlerine, film türeleri yer yer anlamlı göndermeler yapsa da maalesef ki senaryo ve konu olarak bekleneni veremiyor. Özellikle Michelle Williams bazı sahnelerde öne çıksa da filmin gidişatında pek katkısı yok denilebilir. Tarantino’nun “Once Upon a Time in Hollywood” filmi nasıl o döneme olan tutkusunu dile getirdiği bir film olduysa, Spielberg de bu filmiyle kendi çocukluğu ve gençliğindeki sinemaya olan aşkına bir mektup yazmış. Şüphesiz ki bu film Spielberg’in filmografisinde E.T. ile beraber en kişisel filmi diyebiliriz. Günümüzde her şeyin dijitalleştiği yeni çıkan filmlerin dahi online izleme platformlarında yerini aldığı ve sinemanın fiziki olarak önemini kaybettiği bu dönemde yer yer güzel duygular bırakıyor film bizlere.
Başlarda duygusal anlamda güçlü başlayan film ne yazık ki sonradan hikâyenin zayıflığı nedeniyle olacak ki klasik Amerikan gençlik filmlerine dönüşüyor. Spielberg’in kendi büyülü dehasına kendini yücelten bir övgü olarak başlayan konu, kısa süre sonra, ailesi etrafında dağılırken filmlere aşık olan bir çocuk hakkında daha karmaşık bir hikayeye dönüşüyor. Son yıllarda sinemada Belfast ve Roma gibi çok güçlü otobiyografik hikayeler izledik. Bu filmin elinde sinema sevgisi gibi daha güçlü bir silah varken aynı etkiyi verememesi üzücü. Filmde kısa bir rolde görülen David Lynch ise pek tatmin edici değil.
Sonuç olarak The Fabelmans ne bir Hugo ne de bir post modern Cinema Paradiso olabilmiş. Nostaljik anlamda güzel anlar barındırsa da oyunculuk ve senaryo anlamında vasatı aşamıyor. Ama bu yılki Akademi Ödülleri’nde en azından adaylık olarak bir şeyler alacağı kesin. Çünkü akademi bu tarz masalsı Amerikan rüyası işlere bayılır. Avatar 2’den dolayı ülkemize geç vizyona giren The Fabelmans, vizyonda farklı bir hikaye ve sinemanın o nostaljik atmosferine özlem duyanlar için şans verilmesi gereken bir fırsat.