Nostalghia referansıyla bizi karşılayan Kasaba, bir delinin haykırışı değil suskunluğuyla karşımıza çıkıyor. Üç ana bölümden oluşan eserde bir kış sabahını, yaz gecesini ve evi görüyoruz. Çocukluk hatıralarıyla bezenmiş, geçmişten gelen rüyaları, gıcırtıları ve doğanın seslerine tanık oluyoruz.
Tıpkı kasabanın kendisi gibi yıkık dökük okulun önünde ant içen fakat neye ant içtiğini kuvvetle muhtemel bilmeyen soğuk kış sabahında titreyen çocukları, kasabanın loş rüzgarını ve ruhunu yitirmiş sokaklarını görüyoruz. Toplumun birlikteliliğine vurgu yapılan bir Hayat Bilgisi dersinde ne okuduğunu bilmeyen ne duyduğunun farkında olmayan öğrenciler ve öğretmen sınıftadır. Hepsinin kendince bambaşka dertleri vardır. Ortak noktaları üşümek olan bu insanlar ‘’Bugün de hava pek güzel… Sıcak değil… Tam insanın kendini asacağı bir hava…’’ edasında yaşamaktadırlar.
Saffet’in Sancısı
Gençliği kimse için fayda etmeyenlerin, İskender gibi fetihler yapmak isterken taşrada sıkışıp kalmışların, hür olanların ölü olsalar bile yerildiği, Hindistan yerine kendi köyünde esir olmak isteyenlerin pastoral hapis öyküsüdür Kasaba. Ters çevrilmiş kaplumbağa gibi kendi hayat ekseninde çırpınıp duranların pişmanlıkları neticesinde bir kış günü ve bir yaz gecesini izleriz. Yaşamanın bir armağanı olan gençliğin aynı zamanda var olmanın büyük krizlerini de tetiklediği bu yaşlarda her şey olmak isterken hiçbir şey olamayıp yerinde sayıklayan biraz mızmız ve biraz da telaşsız Saffet’in öyküsüne tanıklık ediyoruz. Saffet bugünün yaygın gençlik sıkıntılarını yaşayan, memnuniyetsiz, tembel fakat hayatla inatlaşan ötesinde savaşan bir gençtir. Kararsızlığı yüzünden tüm durumlara karşı kambur bir duruş sergiler. Hayatın ona borçlu olduğunu sanan günün gençleri gibi alacağını faiziyle tahsil etmek peşindedir. Bunu yapmak için lunaparkta, kasabanın sokaklarında ve ağaç dibinde pineklemekten başka bir eylem içine girmez. O haklıdır ve hakkı olanı almak için çaba göstermesine gerek yoktur. O borcunu istemek için utanan kişilerdendir. Bir gün siyah paltolu, siyah çantalı, fötr şapkalı bir adam gelir veya gökten düşen bir hap sayesinde hayatı şıp diye kurtuluverir. Saffet bir arayış değil bekleyiştedir. Hayat onun için bir durak, basamaktır. Üstüne günahlar ve ayıplar yüklendiğini düşünen, şimdiye kadar yerine getirdiği en büyük sorumluluk askerlik yapmak olan ve kasabadan bu kadar uzaklaşmak isterken ilk kez askere giderken ayrıldığı sırada aslında bu sessiz sabahları, toprak kokusunu, köpekleri sevdiğinin farkına varır. Bir evi ve ailesi olmadığı hiçbir yere ait olamayan bu yüzden her yerin sahibi olabileceğini düşünen uzaklara ve tabiata olan hayranlık ve düşlerle kendini yetiştirmiştir.
Babası; kasabayı, ailesini ve Saffet’i terk etmiş kendini düşünmekten öteye geçmemiş bencil biridir. Aile fertleri tarafından keyfine düşkün, özgür ve vurdumduymaz biri olarak anılsa da yersiz vefatı içlerini burkar. Öte yandan babasının genlerini taşıyan Saffet’i de suçlamaktan geri kalmazlar. Oysa onu yerenler, arkasından konuşanlar kardeşi, babası ve annesidir. Saffet’in sancısı bir sıkışmışlık patlamasıdır. Küçük hesapları olan bezelye tanesi gibi birbirine benzeyen bu topluluğa karşı meşru fakat çocuksu bir hınç beslemektedir. Ne yaparsa yapsın ona kalan tek miras babasının üstüne yapışan sıfatlar, kimsesizlik ve bekleyiştir. Bir gün kimsenin çıkıp gelmeyeceğini bir ilaç armağan edilmeyeceğini veya kutsanmayacağını fark edecek ve o da hayatın olağan akışının bir parçası olacaktır…