Home > İnceleme - Analiz > İnceleme: Nightmare Alley

İnceleme: Nightmare Alley

“Ya gerçekten de yaşamam gerektiği gibi yaşamadıysam, bilinçli seçtiğim yaşamım yanlışsa?”

Lev Tolstoy hasta yatağında İvan İlyiç’e söyletir bu sözleri. Bizlerin hayatlarında asla yer bulmayan bu şüphe, ölmeden önce İvan İlyiç’in ağzından çıktığında ise hem çok geç hem de çok erkendir. İlyiç bunu yaşarken söyleyemezdi, çünkü insan hayatta olduğu sürece bu yanılgının farkına kolay kolay varamaz. Varsa bile, bu yanılgıdan kaçarak kendisini kandıracak bir yola girme teşebbüsünden geri duramaz. Aksi halde varlığını sürdüremez çünkü. Yani bir insanın ölmeden bu şüpheye gark olması hiç mi hiç sağlıklı bir durum değildir. Bir diğer yandan ise İvan İlyiç bunu henüz son nefesini vermeden söyleyebildiğine göre artık yaşamaktan vazgeçmiş ve şüphesini kabullenip düşünsel olarak hayata veda ettiğini resmileştirmiştir. O yüzden bizler, yani ne yaşayabilen ne de ölmeyi becerebilen sadece hayatta kalanlar, asla bu soğuk şüphenin donduruculuğuna teslim olmayız. Biz modern insanların böyle sıkıntıları olmaz hamd olsun ki.

Peki bilinçli bir şekilde bu irade yanılgısına teslim olur mu insan? William Lindsay Gresham 1946’da yazdığı Nightmare Alley romanında bu sorunsala değinmeye çalışır. Gresham 53 yaşında hayata veda eden ABD’ de saygın bir yeri olan yazardı ve şöhretini ilk ve en tanınmış eseri olan bu romana borçluydu. Bir dönem İspanya İç Savaşı’nda da bulunan ve ABD’ye geldikten sonra kitabı kaleme alan, özel hayatında çok gelgitli bir yaşama sahip olan yazar, yıllar sonra kitabı yazdığı otele yerleşecek ve burada ölü bulunacaktı. Bu roman Türkçeye de Kabus Sokağı olarak çevrildi. Ve bu kitap sinemaya şimdiye dek iki kez uyarlandı. 2021 yılında bu yeniden uyarlamanın yönetmenlik koltuğunda ise Del Toro yer alacaktı.

Her ne kadar bu yeniden uyarlamalar son yıllarda pek başarılı örnekler veremese de, Del Toro’nun filmi burada istisnai bir yere koyulabilir ve bir remake esere göre gayet tatmin edici olarak nitelendirilebilir. Çünkü sinema tarihinde ilk filmin yeri de öyle hiç yabana atılacak bir noktada değildir. Başrolde Tyrone Power yer almaktadır ki döneminin çok ünlü oyuncularından birisidir ve filmin çekilmesinde de katkısı büyüktür. Sinemaseverler Power’ı, usta oyuncu Charles Laughton ile birlikte rol aldıkları “Witness for the Prosecution” filminden de hatırlayacaklardır.

Öncelikle film kesinlikle siyah beyaz olmalıydı. Bu hem anlatımı çok daha fazla güçlendirecek hem de senaryodaki vurgulamalar ile birlikte muazzam bir film noir örneği ortaya çıkarabilirdi ki bu fırsatın kaçması çok büyük talihsizlik olmuş. Pek tabii burada da muhtemelen yönetmen filmin 1947’de siyah beyaz olarak çekilmesinden ötürü bu konuya sıcak bakmamış olabilir ve bu anlaşılabilir. Filmin başrolüne Bradley Cooper’dan önce Leonardo di Caprio seçilmiş ve kendisi ile başlangıçta anlaşılmasına karşın daha sonrasında ücrette anlaşılamamış. İnsan bunu bildikten sonra da haliyle filmi izlerken Di Caprio’nun, Shutter Island performansını aklına getirmeden yapamıyor ve benzer dönemlerde geçen bu filmde de Di Caprio yer alsa idi, kendisinin Bradley Cooper’ın yumuşak yüzünden çok daha fazla gerilim katacağı ihtimalini görmezden gelemiyor.

Filmde olaylar Cooper’ın canlandırdığı Stanton Carlisle karakterinin gözünden anlatılıyor. Ancak Stan’den sonra filmdeki baskın karakterlerin hemen hepsi kadın karakterler ve olaylar aslında Stan’in etrafındaki kadınlarla olan ilişkilerinin şekillendirdiği çerçevede ilerliyor.

Hali hazırda filmde olaylar 20. Yy’ın ilk yarısında geçmektedir. İnsanoğlu artık 19. Yy’ı ardında bırakarak eski dünyayı sönümlemiş, hatta hiç yaşanmamış gibi kabul ederek yepyeni bir hız çağında yaşamaktadır. Bu hız çağında, geçmişin köhnemiş bilgilerine ihtiyaç yoktur, nitekim Stan’in geçmişine ait pek bir şey de bilmeyiz. Tek bildiğimiz buraya babasını öldürerek gelmiştir. Burada Niçe’nin “Tanrıyı öldürmesi”ni hatırlıyoruz. Tanrı ölmüştür ölmesine ama hız çağına girdiğimiz Dünya da bir sirk halindedir. Bu renkli ve ışıltılı sirkte kendisine iş bulmaya çalışan Stan, önce küçük işlerde çalışır, sonrasında ise çok daha büyük işler başarmak adına Molly ile şehre giderler. Çünkü yeterince renkli bu hayat, henüz yeterince zenginlik bahşetmemektedir, ancak bir potansiyel barındırmaktadır. Fakat bu potansiyel nasıl kullanılacak o belirsizdir. Burada Pete buna dair Stan’e çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır;

Bir adam kendi yalanlarına inandığında, güce sahip olduğuna inanmaya başladığında, gözleri kapanır. Çünkü artık her şeyin doğru olduğuna inanıyordur… Ve sonra yalan söylersin, yalan söylersin. Ve yalanlar sona erdiğinde, olan olmuştur. Tanrı’nın yüzü, sana dik dik bakar. Nereye dönersen dön. Hiç kimse Tanrı’yı geçemez, Stan.

Oysa ki Stan buraya Tanrıyı öldürerek gelmiştir ve artık Tanrı ile rekabete girmesine gerek yoktur. Artık bu yeni çağda yeni dünyada başarılı olması için kendi iradesi, yetenekleri, haz ve tutkuları dışında hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Tek ihtiyacı bunları bir an önce gerçekleştirerek doyumsuzluğunu gidermektir ki bu doyumsuzluğu aslında kendisinin sonu haline gelecektir.

İnsanların üzerinde gizemli numaralarını denerken Dr. Lilith Ritter ile tanışır ve böylece Freud ile başlayan Psikanaliz’in, dünya üzerindeki etkisini ve gücünü görmeye başlarız. Ve filmde yavaş yavaş bu dakikadan sonra gizemler yerini entrikaya ve hırsa bırakmaya başlar. Yeni dünyada da 20. Yy’ın ilk yarısından sonra psikoloji sayesinde, insanoğlunun hayatındaki bir çok açıklanamayan mesele ortaya çıkartılmış ve yanlış yorumlanan çoğu husus tekrar değerlendirilmiş, bugün nörobilimsel çalışmalar ile birlikte ise sadece geçmişi açıklamakla ve yorumlamakla kalmayarak, geleceğimizi de şekillendirmeyi ve anlamlandırmayı mümkün kılabilmiş vaziyetteyiz. Fakat buradaki yanılgı ve tehlike, insanı sürekli olarak rasyonel bir temele oturtmaya çalışma illüzyonu ve sistematik bir düzenliliğin parçası olmaya zorlama çabasıdır. Ki bu çaba çoğu noktada verimli sonuçlar doğurmamakla birlikte insanın yaratıcılığını da öldüren birincil etkendir. Modern sanatın can çekişmesine sebebiyet veren ve düştüğü cendereden bir türlü sıyrılamamasının altında yatan asli unsur olarak buraya bakmak gerekmektedir.

Aslında yanılgı babayı öldürmek ile başladı. Modern insan tanrıyı bir masal kahramanı olarak algıladı ve günümüz dünyasında bu kurgusal karaktere ihtiyaç duymadı. Oysa ki tanrıyı bir kavram olarak ele almayı becerebilsek ve aslında onu bireysel ve toplumsal yaşantımızda atlamamamız ve geçmememiz gereken bir eşik olarak kabul edebilseydik, yüzyıllarca hatta binyıllarca anlatılagelmiş ve kanıksanmış bu motifin özüne inmeye çalışarak bugün yaşadığımız sorunsalların hemen hepsinden sıyrılabilirdik.

Burada sorunsal Tanrı’nın öldürülmesinde bastırılan duyguların yok sayılmasıdır ki az önce bahsettiğimiz gibi, burada Tanrıdan kastımız ak sakallı bulutların üzerindeki yaşlı bir dede değil, aksine bu karaktere yüklenen kavramsal bütünlüğün kendisidir. Eğer bu ölüm illa olacaksa, illa bu cinayet işlenecekse, o zaman bu kavramların yüklendiği ahlak ve etiğin düzgün bir zeminde çözümlenmesinde bunların ortaya konarak toplum ve insanın yaşamındaki yeri ve gereğine dair kapsamlı bir analize ihtiyaç vardır. Modern hız çağında buna hiç ihtiyaç duyulmadı. Hala da duyulmuyor. O yüzden tüm dünya muazzam bir ahlaki ve kültürel kriz içerisinde. Ve bu krize karşı ne ile savaşacaklarını yeni bir ahlaki kuramı nasıl ortaya koyabileceğini bilemiyor. Çünkü insanoğlu neyi yok ettiğinin farkında değil bu sebeple neyi var edebileceğini bilemiyor. Bunun yerine koyabileceği tek şey tamamen matematiksel bir form. Zekayı bir üst noktaya çıkartabiliyoruz, bilincin evrimini gerçekleştiriyoruz, ancak sorun bilinçten değil doğal olmayan bir kavram olan ahlaktan kaynaklı. Ve insan, hayatı bu analitik düzleme taşıyarak hayatın daha kolay ve daha yaşanır olabileceği düşüncesi ve yanılgısı içerisinde son sürat yol alıyor. Çünkü ahlak tasarımını yok sayma yanılgısı içerisinde.

Burada yanılgıya düşenler tüm bunlardan bağımsız bir şekilde hayatını sürdüren, hatta argo bir tabirle koyun gibi bilinçsiz yaşadığını öne sürdüğümüz, çoğunluğu oluşturan cahil olarak nitelenen kitleden ziyade, tüm bunların bilincinde olduğunu zanneden, fakat tüm bunlara maruz kalmaktan kendisini geride tutamayan hatta ve hatta bu maruzluk durumunu umursamadan, bu düzlemde başarı kovalayarak çıkış noktası arayan bizler oluyoruz. Daha açık konuşmak gerekirse zavallılık esarete maruz bırakılmak değil, esarete bilinçli bir şekilde teslim olan ancak aynı zamanda esaretinin farkında olarak yaşamını sürdürdüğü gerçeğini kabul edemeyenlerdir.

nightmare alley 2

Modern dünyanın Geek’leri bilinçlendiğini zanneden hatta bu zannın ötesinde bu bilinç farkındalığı ile yaşadığını kanıksayan, ancak düştüğü yenilgi ve zavallılığa karşı çaresiz kalmayı gururlarına yediremeyen ve bu durumu asla kabullenmeyen, sürekli olarak geçici süre ile sıkıntı ve sorun çektiğini düşünerek ileride daha iyi hale gelebileceğini düşünen bizleriz. Hem her şeyin farkında olduğumuzu zannediyoruz, hem de her şeye maruz kalmaktan geri duramıyoruz, ama kendimizi kandırmaktan da asla vazgeçmiyoruz. Aslında her birimizin bir mesih ihtiyacı ve özlemi var ancak bunu kabul edebilmektense, bunu inkar etmeyi daha kolay buluyoruz. Hatta bazen o mesihi kendi irademizde arıyoruz, tüm yaşanan sıkıntılara göğüs germekte ve kendimizi kandırmakta yaşadığımız en büyük motivasyon kaynağımız da muhtemelen bu düşünce. Stanton bunu acı bir şekilde tecrübe etti ve Geek olmaya karar verdiğinde kendini kandırmaktan vazgeçmiş haldeydi. Çünkü çaresizliğini örten başarı illüzyonundan sıyrılmıştı ve bu sayede gerçeklikle yüzleşme imkanı buldu. Bizlerse hem bu dünyanın içerisinde yaşayıp, hem de bu dünyadan sıyrılabileceğimiz yanılsamasına kendimizi kaptırmış durumdayız ve bu yanılgıyı yine bu dünyanın bizlere sundukları ile ortadan kaldırabileceğimize inanıyoruz. İşte bu inanç, daha doğrusu bu yüzden inanç; dünya üzerinde insanoğlunun gerçekleştirdiği en büyük illüzyon.

Filmde bu mesih ihtiyacı aslında Enoch ile filmin başlarında gösteriliyor. Ancak asıl dikkat çekici olan Enoch’un hem ölü doğması, hem de doğarken annesini öldürmesi idi. Enoch, kutsal kitap ve kroniklerde ismi geçen Adem ile Nuh arasındaki dönemde yaşayan, İsa’dan önce Tanrının yanına aldığı ve Tıpkı İsa gibi ölümü gerçekleşmeyen peygamber olarak anlatılır. Filmde ise bir fanusa konulmuş hilkat garibesidir. Çünkü daha dünyaya gelirken hatalı doğmuştur. Yaşadığımız çağ sağlıklı bir mesihin dünyaya gelmesine bile imkan sağlamıyor. Modern dünyada hem inanca yer yok iken, hem de insanın inancına sığınarak başarıya ulaşmaya çalışması, çaresizliğini “bir gün her şey güzel olabilecek” veya “bu son eşiği geçtikten sonra rahata erilebilecek” tarzında düşünceler, insana özgü ikiyüzlü zavallığımıza dair muazzam bir göstergedir. Bu sayede geçici hayatlarımızda, geçici işleri kabul ederek Geek olmayı kabul edebiliyoruz. Ve bu zinciri yine geçici işlerde kazanacağımız başarılarla kırabileceğimizi düşünüyor olmamız asla sonlanmayacak. Daha büyük zavallılık şüphesiz, Geekliği kabullendiğimizi kendimize itiraf edemeyecek kadar korkak olmamız.

Burada çağımız insanına bu kadar kızmak da pek doğru değil, çünkü şartlar insanın düşünmesini ve sağlıklı bir yaşamı arzulayabilmesini de mümkün kılmıyor. Muazzam bir dönüşümün içerisindeyiz ve ne olduğunu fark edemeden, nelerin değiştiğini anlayamadan olan biteni çözümleyemeden, başka bir yeniliğe uyum sağlamaya, adapte olmaya çalışıyoruz. Hemen her birimizin ebeveynleri renkli televizyonları ilk defa gören nesildi ve şu an hepsi tuşlu telefonlardan dokunmatik cihazlara, ATM’lerden akıllı elektrikli süpürgelerine, pusula kullanmayı bilmeden telefonlardan navigasyona uyum sağlamaya çalıştılar. Uyum sağlamaktan ziyade daha doğrusu tüm bunlara maruz bırakıldılar. Ve ne olduğunu anlayamadan hep bir sonraki adıma geçiyoruz, tüm bunlar olurken “bir dakika bu işte ters giden bir şeyler var” deme şansımız yok çünkü yetişmemiz gereken bir gelecek var ve sürekli geç kalmışlık hissiyatı ile koşuşturmacanın içerisindeyiz. Şu vaziyette durum tespiti yapamamak, durup düşünememek çok normal.

Film bu alt metinlerinin dışında senaryonun işlenişi ve görüntü yönetmenliği konusunda da izleyiciyi ziyadesiyle doyuruyor ve iki buçuk saat boyunca sıkılmadan kendisini izletiyor. Oyuncu kadrosu her ne kadar Cate Blanchett, Willem Dafoe, Rooney Mara, Richard Jenkins gibi şöhretli oyuncularla zenginleşmiş olsa da, oyunculuk anlamında muazzam sayılabilecek bir performans göremiyoruz bu da filme dair tek olumsuz nokta olabilir.

Eserle ilgili ilginç sayılabilecek, tesadüfi bir enstantane ise; filmin uyarlandığı romanın yazarı Gresham’ın son karısı Joy Davidman, Gresham’dan boşandıktan sonra CS Lewis ile evlenmişti. CS Lewis, Narnia Günlükleri’nin yazarı olarak Del Toro’nun en bilindik filmi olan Pan’s Labyrinth’i çekerken kendisine esin kaynağı olduğunu belirttiği yazar. Del Toro, her ne kadar dolaylı da olsa, yine CS Lewis ile bağlantılı bir işte başarılı bir performans ortaya koymuş diyebiliriz.

Bu ilginç bağlantıdan mıdır bilinmez ancak şu bir gerçek ki Del Toro, kurgusal hikayeleri iyi işleyen ve bu hikayeleri başarılı bir şekilde aktarmayı beceren bir yönetmen. Böyle olunca izleyici de, yönetmeni bu tarz eserlerle sinemada görme umuduna her defasında daha fazla sevk oluyor.