Aki Kaurismäki Fin bir yönetmendir. Aslında Kaurismaki’den bahsederken ‘şu ülkenin yönetmenidir.’ diye bir yargıda bulunmak ele almış olduğu filmler açısından pek de doğru değildir, çünkü 1990 yapımı ‘Bir Katil Kiraladım’ adlı filminde bahsettiği gibi ‘işçilerin vatanları yoktur.’ İşçiler ve işçi sorunları sosyalizm ve komünizme göre yerel bir problem değil evrensel bir problemdir bu yüzden de Marx’ın dediği üzere komünizme geçmek kaçınılmaz bir durum ise, tarih komünizmi getirdiği zaman her ülkede sosyalist devrim olmak zorundadır, bu argüman Troçki ve Stalin arasında polemiğe sebep olmuş ve Stalin en yakın arkadaşını idam etmek zorunda kalmıştır. Troçki işçi sorununun yerel bir sorun olmadığını, evrensel bir sorun olduğunu, bu yüzden tek bir ulusta sosyalist bir devrimin olamayacağını söylerken Stalin ise tek bir ulusta da sosyalist devrimin olabileceğini savundu ve paranoyanın kol gezdiği dönemde Stalin arkadaşını infaz ettirmek durumunda kaldı. Bu yüzden Kaurismaki’nin filmlerinde görmüş olduğumuz karakterler proletarya sınıfını temsil ettikleri için bu noktada Troçki perspektifinden bakarak onu bir ülkenin yönetmeni olarak adlandırılmasının doğru olmayacağının kanaatindeyim, Kaurismaki ‘evrensel bir yönetmendir‘ demek daha uygun düşecek gibi.
Kaurismaki filmlerinde ağırlıklı olarak kırmızı ve mavi renkli nesneler kullanmaktadır. Aşırı yoruma kaçmadan ben bu renklerin sadece estetiksel bir haz yaratmak için kullanıldıklarını düşünmemekteyim, benim görüşümce bu renklerin taşıdıkları anlam Kaurismaki’nin filmlerinde değinmiş olduğu konular ile doğrudan bağlantılı bir şekilde olduğudur. Kırmızı eşitliği, mavi ise özgürlüğü temsil etmektedir, burada renklerin anlamlarını referans aldığım nokta Fransa Bayrağıdır. Kaurismaki filmlerinde bize şu soruları yöneltir; İşçiler özgür müdür? Ya da daha sosyalist bir yaklaşım sunarak Marx’ın Alman İdeolojisinde bahsetmiş olduğu soruyu burada yöneltebiliriz diye düşünüyorum. İşçiler henüz varoluşlarını gerçekleştirebilmişler midir? Modern kapital düzen içerisinde insanlar özgür müdür? İnsan insana eşit midir? İnsan nedir? Ve, ne değildir? Son sorduğum iki soruda sosyalist bir yaklaşımdan uzak oldukça postmodern bir tarzda yorum getireceğimi söyledikten sonra şimdi teker teker bu sorulara Kaurismaki’nin filmleri ve komünizm üzerinden cevap vermeye çalışacağım.
İşçiler Özgür Müdür?
Marx, işçilerin meta üretmeden önce meta olmaları gerektiğini söyler çünkü kapital düzen içerisinde sadece içeriği değişen şeyler nesneler değil, insanların kendileri de bu düzenin çarklarına burunlarını kaptırmışlardır – burada özellikle kullanmak istediğim imge burundu, çünkü sosyalist bir bağlantı kurmak için beş duyu organından burnu seçmek istedim, neden? Çünkü kapital düzen içerisindeki unvanlarından başka hiçbir şeyi olmayan bireylerin burunları şapkalarını delip geçerek göğe kadar uzanmış bir vaziyettedir. – Dr. Eylem Doğan’ın da dediği gibi işçilerin emeği ile ürettikleri ürünlerin giderlerini aynı kefeye koyarsanız işçileri de ürettikleri ürüne dönüştürürsünüz. İşçiler modern kapital düzen içerisinde yabancılaşmışlardır, kendilerini gerçekleştirememektedirler ve alternatif bir dünyaya sahip değillerdir. 1844 El Yazmaları’nda bahsettiği gibi işçiler hem kendilerine hem ürettikleri ürünlerine hem de emeklerine yabancıdırlar aynı ifadeleri Marx sanatçılar için de kullanır, Marx sanatçıların kapital düzen içerisinde işçi ve eserlerinin de meta olduklarını söyler ve piyasa içerisinde sanat eserinin bir fiyata sahip olması sanatçının hem kendisine hem eserine hem de çağdaş sanatçısına yabancılaşmasına sebep olur bu bakımdan Marx der ki yabancılaşmadan iki türlü kurtulunabilinir, ya ateist olarak ya da komünizme geçerek. Burada dikkatinizi çekerim, ‘komünist olarak’ demiyor ‘komünizme geçerek‘ diyor, yani siz kapital düzen içerisinde komünist bir kimliğe sahip olsanız bile komünist bir rejimin altında olmadığınız için yine yabancılaşmaya mahkumsunuzdur, Peter Bürger’in de dediği gibi eğer bir düzeni eleştiriyor ve bu eleştirinizi de eleştirmiş olduğunuz düzenin içerisinde gerçekleştiriyorsanız günün sonunda eleştirmiş olduğunuz düzenin bir parçası olursunuz bu yüzden Marx ateist olmanın da yeterli olmadığını düşünür, Prof. Dr. Örsan K. Öymen’in açıklamasını referans alarak kapitalizm kalktığında dinde neden var olduğu anlaşılacağı için ve doğal olarak din de ortadan kalkacağı için ateizmde gerek kalmayacaktır, bu yüzden ‘topyekûn özgürlük için komünizme’ der Marx. Bu topyekûn özgürlük meselesi önemli çünkü Marx’ın bu ifadesi yıllar sonra farklı bir şekilde yorumlanarak karşımıza çıkmakta. Troçki ‘Topyekûn Özgürlük İçin Makineleşmeye!’ demiştir, bu sözü sadece ele aldığımızda, bize sunulan ifade bireyin özgürlüğünün sanayileşmeden geçtiğidir ancak Troçki bildiğimiz üzere komünist bir bireydi, altını çiziyorum ‘bireydir‘, peki neden bu tarz bir cümle kullandı?
Marx işçilerin sekiz, dokuz saat boyunca gün ışığı görmeden bir fabrikada çalıştıklarından dolayı kendilerini gerçekleştirebilmek için yani bir hobi oluşturabilecek vakitlerinin olmadığını ileri sürer. İşçilerin yaşamı sadece günden güne fakirleşmek için sekiz saat boyunca bir fabrikada sıkışıp kalmaktan ibarettir, tıpkı 1927 Lang yapımı Metropolis filmindeki o ilk sahne gibi, işçiler robotlaşmış bir şekilde patronlarını günden güne zengin etmek için fabrikaya doğru sürü halinde her gün daha ‘taksitlerini’ bitiremedikleri ‘soğuk’ yataklarından uyanarak gitmektedirler. Troçki’nin iddiası ise şu yönde, makine insanın hayatından daha az vaktini çalar ve insanın kendisine ayıracağı vakit daha da artar bu yüzden yabancılaşmadan kurtulmak için endüstrileşmeye der, mantalite doğru ancak pratikteki despotizm teorideki doğruyu yok eder. Lenin ise bu duruma Troçki’nin perspektifinden daha farklı bir şekilde yaklaşıyor o endüstrileşmeyi ‘özgürlük‘ üzerinden değil ‘sosyal Darwinizm’ üzerinden ele alıyor. Sovyet Rusya’nın yani komünizmin uzun süre nefes alabilmesi için dünyaya ayak uydurması gerek, dünyaya ayak uydurabilmek ve daha sonra da dünyaya egemen olmuş ‘izm’in ayağını kaydırabilmek için büyük balık olmak şarttır bu yüzden ‘Dün erkendi yarın geç, topyekûn özgürleşme için endüstrileşmeye!’
Bu meseleyi Kaurüsmaki, ‘proletarya üçlemesinde’ değinir. Benim bu üçlemede en sevdiğim ve işçi yabancılaşmasını en iyi anlattığını düşündüğüm Kibritçi Kız (The Match Factory Girl) filmine değinmek istiyorum, bence film baştan aşağıya 1844 El yazmaları kokuyor.
Kibritçi Kız filminde karşımıza çıkan karakterimizin adı ‘Liris.’ Liris annesi ve üvey babası ile birlikte yaşayan hiçbir arkadaşı olmayan oldukça yalnız fabrikada çalışan bir kızı canlandırıyor. Açıkçası film için işçilerin Janr resmi diyebiliriz. Liris ‘yaşadığı her sabah’ aynı monotonlukla fabrikaya gidiyor, mesaisi bitiyor, eve dönüyor, yemek yiyor ve uyuyor ve uyanıyor, fabrikaya gidiyor… Kısacası Heidegger’in değimi ile hergünkülük sendromuna sahip bir ‘varlık’ , burayı biraz açmak istiyorum. Liris bir var olan değildir sadece var kılınandır. Var olmak dediğimiz eylem dasein’e geçiş ile başlar yani insanın seçim yapmasıyla, düşünmeye başlamasıyla gelişen bir süreçtir. Bu yüzden ben filmi ikiye bölüyorum, Liris’in aşık olmadan önceki hali yani dasman hali ve aşık olduktan sonraki hali yani dasein hali, burada yapmış olduğum ayrımı referans aldığım nokta ‘seçim‘ ve o seçim sonucu üstlenilen ‘sorumluluktur.’
Liris her gününü ölene kadar tekrar eden modern insanlardan bir farkı yoktur zaten modernite farklılıkta istemez, farklı olanlar tecrit edilir ve içsel aynılıkla birlikte dışsal aynalığa sahip olan insanlar ise modernite tarafından yüceltilir. Ve bir gün Liris birisine aşık olur, ancak aşık olduğu kişi aşk kavramından bir hayli uzak seküler bir içerikle modernite tarafından hazırlanmış tabiri caizse Kieslowski’nin Dekalog dizisindeki bir alıntıyı ters düz edersek ‘Aşkı bacakların arasında arayan‘ birisidir. – Aslı sözün ‘Aşk bacaklarının arasında hissettiğin şey değildir, kalbinde hissettiğin şeydir (şuan hatırladığım kadarıyla ‘komşunun karısına bakmayacaksın’ bölümünde geçen bir replik olması gerek.) – Ancak kendi masalsı dünyasından hiç dışarıya adım atmamış olan Liris ki bunun sebebi de fabrikadır yani işçi olmasıdır, çünkü o kadar uzun saatler boyunca fabrikada çalışıyordur ki dış dünyayı deneyimleyebilecek, dış dünyadaki aşk kavramını bilebilecek zamanı yoktur, zaman makinelere aittir.
Liris aşık olduğu adamdan hamile kalır, mutludur, bu mutluluğun sebebini ben daha çok toplum tarafından saygı görebilmesini artık sağlayacak bir unvana kavuşacağından dolayı olduğunu düşünüyorum – ‘anne’– çünkü o zamana kadar toplum tarafından fark edilmemiştir ve – ki biz bunu o bar sahnesinde çok iyi görebiliyoruz-, topluma bir çocuk vermesiyle birlikte o çocuğun getirisi olarak anne unvanına kavuşmak onu saygı değer yapacaktır çünkü toplumlarda annelik ve babalık kutsanır. Tabi ki bu benim şahsi görüşüm. Ancak aşık olduğu adam çocuğu istemez ve ona aldırmasını teklif eder, Liris’in dünyası başına yıkılır, o adam saygınlığını elinden almak istemektedir ve buna izin vermeyecektir ve o andan itibaren ondan nefret etmeye başlar aslında sadece ondan değil tüm erkeklerden nefret etmeye başlar ve her karşılaştığı erkeğin içeceğine fare zehri koyar. Liris’i bu duruma getiren onun bulunduğu sınıftır, bulunmuş olduğu sınıfın ona sunmuş olduğu kimlik ve iştir, fabrikada günlerini geçiren Liris hayata dair bir deneyimi yoktur ve deneyimsiz bir şekilde kendisini aşkın kollarına attığında geriye kalan son sahnedeki müziğin sözleri gibi sadece hayal kırıklığıdır.
2- İnsan insana eşit midir? İnsan nedir? Ne değildir?
‘İnsan nedir?’ sorusu ile başlamak doğru olacaktır. İlk başta insan kavramı üzerinden bir refleksiyon gerçekleştirmenizi istiyorum, sizin için insan tanımı nedir? İnsani insan yapan, onu insan sınıfına sokması için biyolojik açıklaması yeterli midir? Eğer buna cevabınız evet ise sizi ilk başta Lamarck ile tanıştırmak istiyorum. Lamarck 1809 yılında yazmış olduğu Zooloji Felsefesi adlı kitabında insanın tüm eylemleri, düşünceleri kalıtımsaldır demiştir. Lamarck’ın bu düşüncesine karşı çıkan bir çok postmodern, posthümanist düşünürler oldu, bunlardan birine örnek vereceksek eğer ‘Michel Foucault’ . Foucault, Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında değindiği bir mesele ile bizi düşünce arkeolojimizde bir yolculuğa çıkarır. Foucault ‘İnsan ve insanoğlu kavramı bize ezeli ve ebedi bir fikir gibi gözükür ancak düşünce arkeolojimiz bize gösteriyor ki insan henüz bu yüzyılın başında kendisini gerçekleştirmiştir.‘ der, Burada Foucault bize ne anlatmak istedi?
Marx Manifesto’da işçilerin İngiltere’deki durumlarının zencilerin durumlarından farkı olmadığını söyler. Yani işçiler de tıpkı zenciler gibi insan sınıfına sokulmamaktadırlar, bunu nereden mi anlıyoruz? 50 yıl önce Avrupa’da kurulan insanatbahçelerinden, eğer bir insanın insan olarak sayılması sadece biyolojik açıklamasından ibaret olsaydı, zenciler ‘hayvan’ olarak beyazların karşısında sergilenmezlerdi. İşçiler içinde durum öyleydi, onların da sadece biyolojik açıklamaları insan olmaları için yeterli değildi bu yüzden Marx der ki insanı oluşturan onun toplumsal yanıdır, insanı oluşturan, insanı var kılan, bilinci değildir, toplumsallığıdır.
İnsanın insan kategorisine girmesi için biyolojik açıklaması yetersizdir onun etnik kimliği, dini, cinsiyeti, unvanı da bu kategoriye girmesinde eksi veya artı oluşturan elementlerdir.
‘İnsan insana eşit midir?’ meselesine gelirsek, bu soru için de aynı şekilde düşünmenizi istiyorum, şuan okumayı bırakın ve bu soru üzerine ‘siz’ düşünün, ‘insan insana gerçekten eşit midir?‘ benim görüşümce hayır, peki neden? Modern toplumda artık insan adında bir canlı yoktur insan adında bir kavram vardır ve bu kavramın içeriğini dolduran da unvanlardan başka bir şey değildir, bugün yolda yürüyen kavramlar olan insanların varoluşlarını gerçekleştiren unsur onların unvanları ve başarılarıdır daha doğrusu toplumumuz artık sayılardan ibarettir, sayılara göre insanların saygınlıkları artmaktadır; ‘kaç bine girdin?’ ‘kaç lira kazanıyorsun?’ ‘saat kaçta iş başlıyor?’… İnsanları önemli kılan, insanların hayatlarını belirleyen ve sınırlandıran artık insanların fikirleri değil onları kapsayan sayılardır. O yüzden bugün insandan bahsederken aslında bir nevi sayılardan bahsettiğimiz için insan insana eşit değildir, birisi birinci ise diğeri ikinci olmak zorundadır velev ki iki tane birinci çıksa bile, biri bir diğerine göre yine insanların gözünde ‘ikinci’ konumda olacaktır. O yüzden modern bireyler için eşitlik söz konusu değildir, zaten eşit olmak önemli değildir önemli olan adil bir düzen içerisinde yaşamaktır.
Bu konu ile bağlantılı olduğunu düşündüğüm evrensel yönetmenin filmleri ise ‘Kalamar Birliği‘, ‘Umut Limanı‘ ve ‘Bohem Hayatı.’ Üç filmin de önemli olduğunu düşündüğüm için ortaya karışık bir analiz çıkaracağım .
Buradaki insanlar Naked filminin analizinde bahsederken kullanmış olduğum ‘Şehrin kaldırımlara kustuğu insanlar‘‘dır. Modern toplumun kabul edemeyeceği ilkeleri barındıran bu yüzden de yaşadıkları düzen tarafından dışlanan karakterlerdir. En üstte bahsettiğim zenci olayına gelirsek burada Umut Limanı filmi oldukça önem arz ediyor, zira filmin konusu zencilerden oluşan bir göçmen taifesinin kaçak yollar ile deniz ulaşımı aracılığıyla aktarma yapılacakları sırada basılmaları ve aralarından ‘İlyas’ adındaki zenci bir çocuğun kaçışını anlatıyor. Filmde ‘İlyas’ı‘ polisler harıl harıl arıyorlar. İlyas’ın ‘zenci’ ve ‘göçmen’ olması, sanki İnterpol tarafından kırmızı listede aranan bir terörist gibi aranmasına sebep oluyor. Kaurismaki bu film hakkında yaptığı röportajda da belirttiği üzere bizim İlyas üzerinden insan kavramını düşünmemiz gerekiyor aslında. İlyas’ın yerinde beyaz, Avrupalı bir göçmen olsaydı aynı tepkiye maruz kalır mıydı? Bu soruya bizzat yakın zamanda tarih cevap verdiği için benim konuşmama gerek yok diye düşünüyorum.
Bir insanın insan olarak muamele görmesine sebep olan etkenlerden bir tanesi de kesinlikle onun ten rengidir, ırkıdır. Biz buna 17. yüzyılda şahit olmuştuk, insan sınıfına girenler sadece erkekler, beyazlar ve Avrupalılardı. Ve genel anlamda modern kapital düzen içerisinde ten rengi hiyerarşisi şöyle ilerlemektedir her ne kadar ‘humanitarian‘ bir topluma geçtiğimizi iddia etsek de – ki aslında doğru bir ifade de kullanıyoruz zira hümanizme geçildikten sonra cadılar yakılmaya başlanılmıştır, cadıdan kast ettiğimiz toplum içine sığamayan, dışında yaşamak için de hakları elinden alınan farklı insanlar- beyaz, sarı, siyah.
Bohem Hayat’ta ise üç sanatçı karakter ile karşı karşıya kalırız ancak bu karakterlerimiz tıpkı 16.yüzyıl Hollanda’sında yaşayan sanatçılar gibi eserlerinden iyi para kazanamamakta ve bu yüzden ek iş yaparak geçimlerini sağlamaya çalışmaktadırlar. Modernizm Rönesans Adamı aramamaktadır, servet adamı aramaktadır, bu yüzden bir yapıtı sanat eseri kılan; tablonun altında yatan isme ve o ismin bankadaki parasına bakmaktadır. Sonuçta maddi güç kimin elindeyse entelektüel güçte onun elindedir, zaten ‘sanat burjuvaziler için değil midir?’ .Bu soru sanatta devrime sebep olmuştur, bu soru üzerine düşünmeye başlayan sanatçılar artık burjuvazinin maddi servetinin göstergesi olarak sunulacak eserler yapmaktan vazgeçerler. Resimlerden mitsel dinsel romantik ögeler atılır ve realizme geçilir, realizm empresyonizm ve post empresyonizm gibi akımları doğurur, Manet ve Van Gogh gibi isimler karşımıza çıkar, artık sanatta manzara resimleri, bilinç altının imgelerini görmeye başlarız, 21.yüzyıla gelindiğinde ise aynı düşünceye sahip olan sanatçılar hala vardır ve bunlardan birileri de Dadaistlerdir, onlar sanatı yok etme işlevini sırtlarına yüklenirler, postmodern sanatçılar ise gündelik hayattaki nesnelerin ilk anlamlarını iptal ederek sergilerde ‘sanat eseri’ olarak sunmaya başlarlar ve hiçbir burjuvazi de bir ‘muzu’ evinde ‘sanat eseri‘ olarak daha doğrusu ‘maddi servetinin göstergesi‘ olarak sunmayacağı için ‘felsefi öğretiler‘ sergilerin içinde varlıklarını devam ettirirler evet ‘felsefi öğretiler‘ Bager Akbay’ın da dediği gibi günümüzde sanat eserleri yoktur artık felsefi öğretiler vardır.
Bu ‘sanat burjuvaziler içindir‘ meselesini yıkanlardan birisi de Stalin’dir, Stalin ‘sanat toplum içindir‘ diyerek kurumları kapatmış ve hiç tiyatro izlememiş, sinemaya gitmemiş insanları tiyatro ve sinema ile tanıştırmıştır.
Kısacası Kaurismaki filmlerinde genel anlamda işçi ve sıradan insanları anlatarak, Finlandiya üzerinden evrensel sorunlara değinir. Hala bu tür sorunlar var mıdır? Vardır, ancak bu sorunların tek çözüm kaynağı ideolojik bir öğreti midir? Bence hayır, insanlar çözümleri var olan ideolojik öğretilerde aramaktan ziyade akıllarını kullanma cesareti göstererek kendileri ‘cevap’ olmalıdırlar, sonuçta Marx’ın da dediği gibi devrim yapmadan önce devrim olunmalıdır.