Türk Tiyatro Tarihi dendiğinde akla gelen ilk eserler Metin And’ın “Başlangıcından 1983’e Türk Tiyatro Tarihi” ile Refik Ahmet Sevengil’in dört ciltlik “Türk Tiyatrosu Tarihi” külliyatıdır. Bu eserleri belki yeterince işlevsel ve kapsamlı bulmayan Aydın ise bu alanda yeni bir kitap yazmak zorunda hissetmiş olacak ki, kendisini Türk Tiyatro Tarihi kitabını yazmaya adamıştır filmde. Bu eser belki diğerleri kadar kapsamlı asla olamayacaktır ama kitabın iddiası da Türkiye’de tiyatrodan ziyade, bir Türkiye sosyolojisi ve sosyo-politiğidir.
Nuri Bilge Ceylan bir sosyolog değil elbette ancak ülke insanını iyi tanıyan filmlerinde bu insanları olabildiğince doğal bir şekilde tasvir etmeye özen gösteren bir yönetmen. Kış Uykusu’nda da malzemesi insan olan yönetmen ülkenin sosyal sınıflarını karakterler üzerinden temsil etmeye gayret ediyor. Bu sınıfsal temsillerin ve sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin Nuri Bilge tarafından ekonomik temeller üzerinden simgeleştirilmesi indirgemeci bir kolaycılık olarak algılanabilir. Ancak bu indirgemeci tavır Türkiye gerçeklerine yabancı bir tutum değildir. Aksine Türkiye’de sınıflara dair, ekonomik belirleyiciliğin asli unsur olarak nitelendirilmediği her türden okuma ve çözümleme çabası havada kalacaktır. Bir diğer eleştiri filmde işçi sınıfının tam ve gerçek manası ile temsil edilmemesi olabilir belki. Ancak Türkiye’de müteşekkil ve donanımlı bir işçi sınıfından bahsedebilmek pek mümkün mü? Belki bu sınıfın oluşması için çaba sarf edilmiş, birtakım teşebbüslerde bulunulmuş ama geldiğimiz dönem itibari ile kendisinden haiz böyle bir sınıftan ne yazık ki söz edemeyiz. Bu sadece işçi sınıfına da özgü değildir. Türkiye’de ideolojik, dinsel (her ne kadar bugün bir sınıf gibi temsil edilme gayreti içerisinde olsalar da, daha çok bir takım ekonomik çıkarlar etrafında oluşmuş gruplar olarak adlandırılabilirler, Türkiye’de bu gruplar hiçbir zaman ruhban sınıfına atfedilen özellikleri taşımamıştır) hemen hiçbir sınıftan söz edebilmemiz mümkün değildir. Tekrar etmekte fayda var, bu sınıfların oluşması için girişilen teşebbüsleri inkar etmemek; bu sınıfların oluştuğu ve kökleştiği anlamına gelmemektedir. Çünkü her zaman atlanılan husus şudur, herhangi bir sınıfın oluşabilmesi adına öncelikle bir toplumun varlığından söz etmek gerekir. Zaten bugün Türkiye’den ziyade tüm dünyada bu sınıfların oluşmaması, önemsizleşmesi, ortadan kalkması ya da görmezden gelinmesi adına büyük bir çaba sarf edilmektedir (bkz. Ken Loach filmleri) ancak bu çok daha kapsamlı bir şekilde ele alınması gereken başka bir konudur.
Bu sınıfsal ayrımlara rağmen filmde hemen her sınıfın ortak özelliği üretimsizliktir. Aydın babasından miras kalan mülklerin kirası ve otel işletmeciliği ile geçimini sağlar, Nihal kendi ayakları üstünde durmaktan uzak, kocasına bağımlı, dernek ve yardım kuruluşları ile içinde bulunduğu boşluktan ve çaresizlikten kurtulmaya gayret eder, Necla ise kocasından boşanmış ve hayatını bir nevi oblomovluğa yakın bir çizgide ilerleten portre çizmektedir. İsmail toplumdan soyutlanmış sayılabilecek bir eski hükümlü; Hamdi Hoca ise bir inanç adamından uzakta sadece mesleğini icra eden bir imam şekilde resmedilir. Filmdeki karakterlerin hemen hepsi üretimden uzaktır. Burada tek üretim çabası içinde olan tüm açmazlarına, ikilemlerine rağmen bir kitap yapma ideasıyla hayata tutunma gayesi oluşturmaya çalışan Aydın’dır. Hatta otele gelen müşteriler bile bu üretimsizlikten nasibini almıştır. Aydın’ın, otele gelen genç misafirine ne işle meşgul olduğu sorusunu yöneltmesi üzerine “geziyorum” karşılığını alması sonrasında duyduğu şaşkınlık bu yönden ele alındığında fazlasıyla ironiktir. Benzer ironi filmin geçtiği yerde de karşımıza çıkar. Bir otel etrafında dönen olaylar, açık hava müze ve oteli dışında cazibesi kalmayan Türkiye’ye birebir uygudur. Nuri Bilge’nin simgeselleştirdiği bu karakterler Cumhuriyetten hiç uzak değil, aksine özdeş sosyal statülerdir.
Tüm bu özdeşlikler arasında Cumhuriyet nerededir? Köken itibari ile Arapça cumhur kökeninden gelen bu kelimenin bizim kullandığımız anlamda Arapça bir karşılığı olmadığı bilinmektedir. Yani aslında bu kavram bizlere özgü. Cumhur kökü “Halk” anlamına bu kökten türetilen Cumhuriyet ise “Halkın Egemenliği” anlamına gelmektedir. Peki kendisini bir ortaklık etrafında birleştirebilen, bütünleşebilen ve egemen olan bir halktan ülkemizde söz edilebilir mi? Kuruluşu itibari ile yoksunluğu anlaşılır bahaneler ile açıklanabilir bu ortaklıktan bugün bahsetmek mümkün mü? Cumhuriyet felsefesinin teşekkül edebilmesi için belli prensiplere ve belli koşullara sahip olmanız gerekmektedir. Cumhuriyet şehirli olmaktır. Şehirli olmak içinse ilk ve en basit koşul yaşayabileceğiniz bir şehir olmak zorundadır. Türkiye’de başkent dahil müstakil bir şehirden söz edemeyiz. Bugün yaşadığımız iller üst üste yığılmış beton gecekondularıdır. Nuri Bilge Ceylanı taşra filmleri çektiği için eleştirmek yersizdir, Türkiye zaten koskoca bir kasabadır.
Cumhuriyet yurttaşlık demektir. Yurttaşlık itirazdır. Yolların en ufak bir yağışta su basmasına, altyapısızlığa, trafikte korna çalınmasına, gürültü ve görüntü kirliliğine, gelir adaletsizliğine, barınma krizine, estetik yoksunluğuna itirazdır. Yurttaşlık vergi vermektir. Türkiye’de insanlar vergi verdiğini zanneder ama durum tam tersidir. Türkiye’de devlet vergi alır insanlar ödemek zorunda kalır. Yurttaşlık hesap sormak ve muhataplarından hesap verilebilirliklerini talep etmektir. Türkiye’de neticesinden bağımsız hiçbir eylemin ve eylemin failinin hesap verme zorunluluğu yoktur. Türkiye’de yurttaşlık hassasiyetlerine haiz bir avuç saygın azınlık; azgın kalabalıklar tarafından hakir görülür. Yönetmenin dediği gibi “Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz…”. Yurttaşlık işte bu mütevazılık ve makuliyet çizgisidir, birey olabilmektir. Birey olmak ise bir eğitim ve öğretim meselesidir. Türkiye’de hiçbir zaman kaliteli bir yurttaş yetiştirmeye, birey oluşturmaya, kültür inşa etmeye yönelik, ideolojilerden sıyrılmış, nitelikli bir eğitim mümkün olmadı. Yine tekrar etmekte fayda var birtakım teşebbüsleri inkar etmemek; bu hususların oluştuğu ve kökleştiği anlamına gelmemektedir. Tekrar etmekte fayda var çünkü yüz yıldır aynı döngüye sıkışmış vaziyetteyiz.
Sorumuza geri dönelim Cumhuriyet filmde nerededir? Yoktur ama varmış gibi yaparız. Cumhuriyet bizim birbirimizle ilişkimizdir, ortaklığımızdır. Filmde ne tarz bir ortaklıktan söz edebiliriz peki? Aydının suratımıza kustuğu sahnedekinden farksız her birimiz; “her sabah parlak fikirler tasarlar gün boyu budalalık ederiz”. Aydının yazmaya çalıştığı Türk Tiyatro Tarihinin özeti de budur. Bir tiyatro tarihi yazma derdindeyiz aslında her birimiz, ancak aynı tiyatroyu zaten yaşadığımız, daha doğrusu içinde bulunduğumuz için bu vakanüvislik çabası imkansız ve lüzumsuzdur. Tiyatro bizlerin ciğerlerine işlemiş gerçeğimizdir. Bu tiyatro sayesinde her gün işe yaramaz yaşantılarımızı süsleyerek, pırıltılı bir sunumla zavallılığımızı gizlemeye gayret eder ve bu sahtelik manzumesinde de muvaffak olduğumuzu zannederiz. İçerikten ziyade kaplama ve ambalaja önem veren şekilci bir tüketim anlayışımız var. Gündelik ilişkilerimizde, iş hayatlarımızda, toplumsal münasebetlerimizde hep bir şeyleri “–mış” gibi yapma alışkanlığı içerisindeyiz. Çok bilgeymişiz ya da çok güzelmişiz veya çok başarılıymışız, çok saygılı ve çok ahlaklıymışız gibi. Ya kendimiz bir role bürünür ya da bize biçilen role adapte olarak sahnelenecek oyuna uyum sağlarız. Her birimiz kendi diyaloğumuzu ezberleme derdinde yahut tiradımızın geleceği anı beklemekteyiz. Filmde de sürekli karakterler arasında yüksek tiratlara şahit olmamız bu sebepledir. Ve bu ezberlerin dışına çıkamıyoruz. Kostümler dekorlar karakterler değişse de oyun hiç bitmez. Ya iyi bir aktör olarak rolünüzün hakkını verir ve alkış bekler, yahut kaliteli bir izleyici olarak kahkahayı, gözyaşını dökerek üzerimize düşeni yapar ve ışıklar yandığında salonu boşaltırız. Türk insanı tiyatroya ilgi ve alaka göstermekte bu yüzden mahir olamamıştır. Hali hazırda kendi hayatında bu tiyatroyu zaten canlandırmaktadır.
Türkiye’de kitleler 19. Yüzyılda oturmuş, evrenselleşmiş ve kanıksanmış hemen her kavramın kendi hayatı ve ülkesi için neden gerekli olduğundan habersiz olduğundan dolayı bu kavramların değer, önem ve idrakından yoksundur. Laiklik neden gerekli bilmiyoruz. Bağımsız yargı, düşünce ve ifade hürriyeti neden ekmek gibi su gibi ihtiyaç farkında değiliz. Farkında olmadığımız bu kavramların ortadan kalkmasını bu yüzden garipsemiyor, her şey normalmiş gibi bu sayede hayatımıza devam ediyoruz. Türkiye’de insanlar konfor alanlarından kopamazlar. Filmde de herkes karşılaştığı her durumdan şikayetçidir, ancak kimse bunu değiştirecek kadar radikal olamaz ve yine kimse şikayet ettiği durumları değiştirememesine rağmen konfor alanını terk edemez. Aydın’ın evi terk edememesi ile bugün modern insanın konfor alanına hapsolması aynı durumun tezahürüdür. Bugün yurtdışına nitelikli sayılabilecek ölçeklerde göç verme sebebimiz dahi; evrensel değerlerin peşinden koşmaktan ziyade burada oluşturamadığımız konfor alanını yurt dışında teşekkül etme ihtiyacıdır. Bu evrensel değerler için nitelikli bir mücadele hiçbir zaman oluşmamıştır. Güçler ayrılığı, parlamento, eğitimde fırsat eşitliği, gelir adaleti neden olmalı; sendika, sivil toplum, kamusal alan neden elzem, bu kavramlar ne demek hepsinden bihaberiz. Bugün dahi kamusal alan dediğimizde insanlar bu kavramı “devlet ait olan” diye nitelemektedir. Durumun vahametinin en güzel örneği sanırım budur. Bizde bir ortaklık söz konusu değildir. Ortak olan her şey sahipsizdir, sahipsiz olan da devletindir. Cumhuriyet de bundan nasibini almış ve yüzüncü yıl dönümünde devlet tarafından da sahipsiz bırakılmış, sessizce kaderine terk edilmiştir. Bugün resmen olmasa da fiilen bir Cumhuriyetten bahsetmek beyhudedir. Fiiliyatta ortadan kalkmış olan cumhuriyet için yüzüncü yıl marşı aramak bu sebeple yersizdir. Mevcut durum göz önüne alındığında bu kimsesizliğe en uygun eser Handel’den Sarabande’dır.
2008 yılında Nuri Bilge Ceylan BBC ile yapılan röportajında hangi ülkede çalışmak isterdiniz sorusuna; “Bir tek ülkede çalışmak isterim o da tabii ki Türkiye. Çünkü bizim malzememiz insandır ve ben sadece Türk insanının bütün detaylarını iyi biliyorum. En ufak bir mimik, en ufak bir hareket, en ufak bir işaret benim için çok şey ifade ediyor. Sanatçı doğup büyüdüğü ve en iyi bildiği kültürde çalışmayı daha çok ister” yanıtını vermişti. Nuri Bilge yaşadığı, bildiği, iliklerine kadar tanıdığı kültürü ülke sosyolojisi ile bütünleştirerek resmediyor. Kuru Otlar Üstüne filmi henüz vizyonda iken, Cumhuriyetin yüzüncü yılında Cumhuriyeti politik ve sosyal olarak ele aldığı Kış Uykusunu incelemek daha uygundu. Umarız yüzüncü yılını idrak etmeye çalıştığımız bugünlerden sonra Cumhuriyet kişilerin egemenliğinden kurtularak fiiliyatta ortadan kalkmışlığını giderebilecek bir yurttaşlık ve sivil toplum bilinci ile uykusundan uyanmayı başarabilir. Bu uyanış ancak ve ancak, tartışma ve eleştiri kültürünün sürdürülebilirliği ile mümkün olacaktır.
Bugün dahi değer ve önemi bugün anlaşılamayan ve anlaşılamayacak gibi görünen, kimsesiz kalmış Cumhuriyetin yüzüncü yılı; tenkit dolu bir asır ümidi, bu ülkenin her bir yurttaşını gururlandıracak nice Nuri Bilgelerin yetişmesi hülyası ile kutlu olsun.