Home > İnceleme - Analiz > İnceleme: Le Salaire De La Peur – Dehşet Yolcuları

İnceleme: Le Salaire De La Peur – Dehşet Yolcuları

Geçmişi anlamaya çalışırken çoğu zaman bugünün kavram ve değerleri ile ele aldığımız çağın olaylarını yanlış değerlendirmeye tabi tutarız. Mesela 17. Yy.’da meydana gelen bir olayı değerlendirirken bunu demokratik bir düzlemden ele almak ve bu yönde bir okuma yapmak tamamiyle yanlış bir sonuca varmamıza sebebiyet verir. Ya da Fransız Devriminde giyotinle gerçekleştirilen idamların vahşetinin ne kadar insan dışı olduğunu dile getirmemiz o günün dünyasını anlamamız bakımından hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü bize göre vahşice gelen bu yöntem tamamen gerçekti ve insan eliyle gerçekleşti. İşin sömürge tarihi de buna benzer. Kölelik, sömürgecilik bize çağdışı ve ilkel gelebilir –ki sömürgecilik bugün halen devam etmesine rağmen- ancak kendi çağlarında normal karşılanan ve doğal görülen bu hususları bugünün insan hakları demokrasi kavramları ile alamayız. Bu olayları ele alırken bazen de acaba insanlığın gelişimi daha farklı olabilir miydi sorusu etrafında, alternatif bir gelişim mümkün müydü diye düşünebiliriz. Yoksa yaşananlar kültürel gelişimin gereksinimi olarak geçilmesi gereken zorunlu süreçler miydi? Bu sorular insanlık var olmaya devam ettikçe sorulacak ancak, tarih baştan yazılmaya veyahut yapılmaya kalkılsa bile gücü elde etmenin hazzı ve elde edilen gücü koruma hırsı, sömüren ve sömürülenleri muhakkak ki yeniden ortaya çıkaracaktı. Aydınlanma aslında bir yönüyle de buna bir karşı çıkıştı. Teoride aklı kullanarak geçmişten bu yana süregelen bu siyasi, ekonomik ve sosyolojik ortamı rasyonel hale getirebilme çabasıydı. Pek tabi pratikteki neticesi ise bu çabanın ne kadar başarıya ulaşabildiğini sorgulamaya sebebiyet verecekti. Bir zamanlar ordulara ihtiyaç duyularak gerçekleştirilen hususlar, bugün şirketler aracılığı ile çok daha az maliyetli, yüksek kar getirili, çok daha basit ve soyut bir hale bürünmüştür. Bugün globalleşmeyi de bunun bir tezahürü sayıp ekonomik, sosyal ve kültürel alanda götürü ve getirilerini ele almadan önce ise Las Piedras adlı kasabaya gitmekte fayda var.

Southern Oil Company adlı Amerikalı bir şirketin sömürge faaliyeti gösterdiği petrol sahalarına yakın bu kasabaya, böceğe dönüştürülen kasaba halkının toz, toprak ve fakirlik içindeki açılış sahnesiyle giriyoruz. Bölge halkının şirketin insafına kaldığı, dış dünyadan izole kalmış bu yerleşim yerinde mevcut perişanlıktan nasibini alan sadece yerli halk da değildir. İş ve yeni bir hayat elde etme umudu ile yolu kasabaya düşen yabancı işçiler de yerel halkın ortak kaderini kabullenmek zorunda kalmışlardır.

Şirketin petrol sahalarında çıkan bir yangınla hikaye devam etmekte. Alevleri söndürmenin ve kuyuyu kapatmanın tek yolu ise nitrogliserinin ürettiği patlamadır. Fakat gerek yolların bozukluğu, gerekse yangının çıktığı alana kadar taşınması gereken nitrogliserinin uçucu ve tehlikeli yapısı söz konusu işin tehlikesini arttırmaktadır. 500 millik bu mesafeyi kat etmesi gereken şoförler bulmak gereklidir ve şirket bu elemanları kendi işçilerinin arasından seçmesi halinde, işçilerin yaşayabileceği herhangi bir talihsizlik durumunda, sendikadan dolayı başlarının belaya gireceğini bilmekte. Bu yüzden bu zorlu görevi kasabadan seçeceği gönüllü işçilere yaptırmayı daha uygun bulur ve iki ayrı kamyona yüklenen nitrogliserinleri her kamyona ikişer şoför, kişi başı 2000 dolar da yüksek bir ücretle yaptırmaktan çekinmez.

Kasabadaki yabancıların arasında zorunlu aylaklık yapmakta olan Mario (Yves Montand) ve kasabaya sonradan gelen ve Mario ile tanışan eski gangster Jo’nun (Charles Vanel) kaderlerini para için bu işe gönüllü olmaları birleştirecek ve belirleyecektir. Petrol sahasının bulunduğu alana kadar, bozuk satıhtan saatte 40 mil sabit sürat ile varillere doldurulmuş patlayıcıların taşınmasında ikilimiz birlikte hareket etmek zorunda kalacaktır. Ve tehlikeli, gerilim dolu, aksiyonlu yolculukları başlayacaktır.

Aksiyon filmlerinde yok edilemeyen bir düşman yahut zaferle sonuçlanması imkansıza yakın bir durumda, zorluklara karşı mücadele eden, becerikli bir kahramanı öne çıkarma eğilimi ön plandadır. Fransız yazar Georges Arnaud’un 1951 yılında yazdığı kitaptan 2 yıl sonra sinemaya aktarılan bu eserde ise; karakterlerin hiçbiri kahraman ya da cömert değil, yalnızca para kazanma umudu ile maruz kaldıkları hayat şartlarından kurtulma peşindedirler. Filmde polisiye ve kovalamacanın yerini, risk faktörü eksiksiz bir şekilde dolduruyor. Alışık olduğumuz iyi, kötü veya karizmatik karakterlerden ziyade bir sevkiyat işinde yüksek ücrete hayatlarını kiralamış sıradan insanlar ile karşı karşıyayız.  Aksiyonun hız, tempo, yüksek enerji ve hareketlilikten ibaret olmadığına şahitlik ediyor ve ağır ağır ilerleyen sevkiyat boyunca izleyici karakterler ile bütünleşerek, karakterlerle birlikte yoruluyor, yıpranıyor ve geriliyor.

Gerilim dendiğinde akla gelen ilk filmlerden, gerek Erskine Childer’ın “The Riddle of the Sands” (1903) adlı yapıtı, gerek John Buchan’ın kitabından Hitchcock tarafından beyaz perdeye uyarlanan “The 39 Steps” (1935), gerek Fritz Lang’ın “M”’si hemen hepsi gerilim unsurunu aksiyon ve polisiye ile birlikte bütünleştirerek izleyiciye sunarken; bu filmde yönetmen Clouzot 40 mille giden bir kamyona aksiyon ve sürükleyiciliği katabilmiştir. Bugün daha çok “Les Diabolique” ile anılan Clouzot bu filmden sonra “Galli Hitchcock” olarak anılacaktır.

Bu gerilimi benzersiz kılan esas husus ise, yol boyu hem fiziksel hem de psikolojik açıdan yıpranan bu insanların karşılaştıkları zorluk ve tehlikeler neticesinde karakterlerinde meydana gelen değişimler. Yönetmen Clouzot filmin başlarında karakterlerin ilişkilerine, motivasyonlarına, bakış açılarına zaman ayırarak karakterleri izleyiciye geniş bir ölçekte tanıtıyor ve bu sayede hikayenin geri kalanında yaşanan bu değişimlerin derin ve anlamlı olmasını sağlıyor. Gerilim filmlerinde en çok tercih edilen yöntem gizem iken, film aksiyonda olduğu gibi yine akla ilk gelen bu yaygın metotu benimsemiyor. Tanım gereği bir gerilim filmi heyecan vermiyorsa işini iyi yapmıyor demektir. Belirsizlik ve endişe gerilimin başlıca unsurlarıdır. Bu unsurları yukarıda da bahsettiğimiz gibi risk durumunun oluşturduğu tehlike ile elde ediyor Clouzot.

Film bir diğer yandan da klasik bir western kadar erkeksi. Zaten Mario’nun kasabada çalışmakta olan sevgilisi Linda dışında da filmde kadına rastlamayız. 3:10 to Yuma’da olduğu gibi A noktasından B noktasına azılı bir hayduta eşlik etmek yerine, çok daha riskli bir sevkiyata şahitlik etmekteyiz. Ida Lupino ve Humphrey Bogart’ın başrollerinde yer aldığı “High Sierra” ile de adı sık sık birlikte anılan filmin; ABD’de vizyona girdiğinde 150 dakikalık yayın süresinin yaklaşık 20 dakikası sansüre uğrayarak kesilmiştir. Bu kesintilerin “Amerikan karşıtı” temalardan (yerel halkın hayatlarını sömüren petrol şirketi) kaynaklanması şaşırtıcı olmasa gerek. Zaten filmde geçen tek bir diyalog Amerika tarihi hakkında özet vermeye yetiyor;

  • Bir yerde petrol varsa Amerikalılar fazla uzakta değildir.

 

Le salaire de la peur 1

Filmde bir propaganda veya çarpıtma olmamasına rağmen bu yasaklar bugün bizlere absürt ve saçma gelebilir ancak yazımızın başında değindiğimiz gibi 1953 tarihli filmi dönemine göre ele almakta, o günün şartlarında değerlendirmeye tabi tutmakta fayda var.

1824 yılında İngiltere’de ilk defa yasal olarak tanınan sendikaların, önceki yüzyıl boyunca birçok çeşitli örgütlenmeler ile altyapısı hazırlanmıştı. 1830’lu yıllarda ise Fransa’da işçilerin mücadelesine tanıklık edilmesinin ardından tüm Avrupa’da işçi ayaklanmaları yaşanacaktır. ABD’de ise ilk sendikaların kurulması yüzyılın ikinci yarısını bulacaktır. Aynı dönemde Birinci Enternasyonal kuruldu ve 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yapıldı. Bugün işçilerin çalışma saatlerinden hafta sonu iznine, izin gün sayısından birçok özlük hakkına kadar çoğunda sendikaların öncülüğünü görmekteyiz.

20. Yüzyılın başlarında toplam çalışan sayısının yüzde üçüne tekabül eden sendikalılık oranı 1920’lerde yüzde 25 gibi bir orana yükselmişti. Fakat İkinci Dünya Savaşı ile tekrar düşecek ve yüzde 13’lere gerileyecektir. OECD verilerine bakılacak olursa 2000 yılında yüzde 20 olan bu oran bugün ise tüm dünyayı kasıp kavuran ve özgürlüklerin yerini güvenlik endişesine bıraktığı dünya savaşından sonraki yüzde 13’lere tekrar geriledi. Bugün daha adil bir çalışma ortamının varlığından bahsetmeden önce, yaklaşık 75 yıl önceki örgütlülük oranları ile yine aynı noktada bulunulması açıklanması gereken bir durum olarak önümüzde duruyor. İşte filmde sendikalılaşma oranının düştüğü, komünizmin öcüleştirildiği bir dönemde vizyona girdiği için bu yasaklara maruz bırakılıyor.

Soğuk Savaş boyunca bir terazinin iki ayrı kefesinde birbirini dengeleyen kapitalizm ve komünizm; 1989’da Sovyetlerin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılması ile bu denge durumunun kapitalizmin lehine orantısız şekilde artışı ile sonuçlandı. Bugün yaşadığımız açıklanamaz gelir adaletsizliği de bu sürecin bir mahsulü olarak okunmalıdır. İngiliz tarihçi ve yazar Edward Palmer Thompson “The Making of the English Working Class” adlı yapıtında sınıfları bir yapı olarak değil bir ilişkiler manzumesi olarak nitelendirir. Bugün sendikalar ve benzer nitelikteki tüm sivil toplum örgütlenmeleri yapısal olarak çökmediler ve halen varlıklarını devam ettiriyor olabilirler, ancak Thompson’ın değindiği ilişki bazında örgütlenme modelleri güncellenmedikleri için deformasyona uğradılar. Daha hazini; gerek sermayenin gerek hükümetlerin işbirliği, bu yapılanmalar için bireyin, çalışanların, üyelerinin çıkarlarından çok daha öncel hale geldi ve buna bir çözüm üretilemiyor.

İş gücünün yapay zeka ve otomasyonlara devredildiği ve daha da yüksek oranlar ile devredileceği yeni yüzyılda, hem iş hayatında hem toplumsal yaşantıda bir çok değişim kapımızda beklemekte. Kapıda bekleyen bu gelişmeler ile alakalı hem çalışma şartları, hem yaşam standartları ve toplumların maruz kalacakları koşullarla alakalı ivedilikle bir çalışma yapılmalı, çağın insanoğlunu götürdüğü nokta iyi tahlil edilerek koşul ve taleplerle alakalı ortak bir savunu ortaya konmalı. Şirketlerin devletlerden daha güçlü bir pozisyona yükseldiği ve bu yükselişin logaritmik artışla devam edeceği bir gelecek tahayyülünde, bu ortak savunuyu ortaya çıkartacak örgütlenme modellerinin geçmişte üstlendiklerinden çok daha kritiklerini gelecekte üstlenmeleri gerekecektir. Şu an içinde bulunduğumuz dönem sanayi devriminden çok farklı sayılmaz. Nasıl ki o dönem tüm yaşantısal alışkanlıklarımız geri dönüşü olmayacak şekilde değişti ise bugün de bu değişimi bizzat tatbik etmekteyiz. Ancak içinde yaşadığımız ve ayak uydurduğumuz için bunun çok farkında olduğumuz söylenemez. Ve bugün tüm dünyada meydana gelen kültürel krizde bunun bir meyvesi aslında. Sanayi Devrimi ve çalışma şartlarının o günün insanını düşünmediği bir dönemde sosyalizmin doğmuş olması bu sebeple rastlantısal değildir. Bugün de bu kültürel kriz ve teknolojik devrime karşı sosyal bir ortak savunu ortamı yaratılmazsa dünyadaki mevcut yangını söndürebilmek adına taşıyacak nitrogliserin bulamayabiliriz. Böyle bir gelecek uzak bir distopya kurgusunun aksine, tahmin etmekte zorlanmadığımız gerçekleşmek üzere olan bir yarından ibaret. Üstelik insanoğlu bu geleceğe saatte 40 mille ağır ağır ilerlemiyor son süratte, hızla ve emniyetsizce yol alıyor.