TÜRKİYE SİNEMA TARİHİ ARAŞTIRMASI YAZI DİZİSİ
1. BÖLÜM: SİNEMATOGRAFLA TANIŞMAK
Bir tarih araştırması yapmak bu araştırmayı yapan insanı hayallere iter. Tarihin küçücük bir parçasını dahi değiştirecek olsak bulunduğumuz dünyanın kader ekseni kayabilir bambaşka coğrafyalarda bambaşka yaşam koşullarında yaşıyor olabilirdik. Yakın veya uzak bir geçmiş olması farketmeksizin kendime sık sık alternatif bir tarih yaratır orada yaşamanın nasıl olacağını hayal ederim. Hannibal Roma’ya girebilseydi, Napolyon hiç doğmasaydı veya Atatürk Samsun’a çıkmasaydı neler olurdu. Türk sinema tarihi araştırması yaparken de kendimi sık sık ‘’keşke’’ derken buldum. Hayatımdan bu sözcüğü çıkaralı çok zaman geçmiş olsa da elimden bir şey gelmesi mümkün olmayan değiştiremeyeceğim bir pişmanlık yükünü aldım omuzlarıma. Tüm o siyasi çekişmelerin, darbelerin, mutsuz toplumun ve dünyada gelişen sanat akımlarının kıyısında kalmış Türkiye sinemasına dokunmak, değiştirmek ve geliştirmek istedim fakat elbet nafile bir dilekti bu. Türkiye sineması çoktan yaşanmıştı. Birçok kaynaktan alıntılar yaparak derlediğim bu yazı değiştirmek istediğimiz fakat mümkün olmayan tüm keşkelerimize ve biricik Türkiye sinemamıza ithafendir.
Benim için bir keşke noktası da burası oluyor. Önceki sayfaları koparılmış lakin kendinden sonraki sayfalara silik izleri geçmiş yazılarla dolu bir defter gibi tarihin bu noktası. Lumier kardeşlerin Grand Cafe’de yaptıkları 22 Aralık 1895 tarihli gösterimini ve hangi filmleri gösterdiklerini biliyoruz. 1 Kasım 1895 günü Berlin’in Wintergarten’inde Max ve Emil kardeşlerin geliştirdikleri aletle yaptıkları gösterimden de haberdarız fakat Osmanlı’da ilk gösterim bir sis olarak tarihimizi perdeliyor. İhtimallerle bağdaştırdığımız ve biraz olsun bazı bilinmezlikleri silebildiğimiz hatıralarla geçmişimize dokunabiliyoruz.
II. Abdülhamid’in kızlarından Ayşe Osmanoğlu’nun hatıralarında sarayda yer alan bir gösteriye değindiğini görürüz. Burada bir saray personeli olan Bertrand isimli bir Fransız’dan söz edilmektedir. Saraya yenillikler getirmekle görevli olan bu Fransız coğrafyamıza sinematografı sokarak saray ahalisine gösteri yapmıştır.
Aynı yıllara ait Ercüment Ekrem Talu’nun hatıraları bizi Galatasaray’da bulunan Sponeck birahanesine götürüyor. Bu birahanede Sigmund Weinberg’ün 1896-97 yıllarında yaptığı gösterimlerden bahsedilir. Düzenlenen programın en dehşete düşüren, şaşırtan filmi tıpkı Fransa’da olduğu gibi burada da ‘Bir Trenin La Ciolat Garına Girişi’ filmi oluyor.
‘’…Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşinde takılı vagonlar duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Amma ne gidiş geliş! Hepsini sara nöbeti tutmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, ölçüsüz ve acayip ki…’’
Doğanın yeni modası bu olsa gerek. Yeni bir icat ve gezegenin her yerine ulaşma çabasında. Tüm coğrafyalarda hayret, endişe ve bir o kadar hayranlık miras bırakan bir alet: sinematograf.
Pathe, Edison ve Lumier çekişmesi Osmanlı topraklarına da sıçramış rekabet temsilcileri arasında sürmekteydi.
Polonya asıllı Romanya’lı Yahudi Weinberg fotoğrafçılıkla uğraşmakta ve Pathe şirketinin temsilciliğini yapmaktadır. Fransız Bertrand’ın saray gösteriminden sonra Weinberg halka açık ilk gösterimi yapan isim olmuştur. Weinberg’ün ardından bir başka Yahudi olan Matalon, Beyoğlu’nda bugün Saray Sineması olarak bildiğimiz Lüksemburg apartmanında bir oda kiralayıp ilk sinema gösterilerini yapmaya başlıyor… Tepebaşı tiyatrosu, Vezneciler’de Abdi Efendi, Odeon Tiyatrosu ve Beyoğlu Sirkinde gösterilen filmlerle birlikte sinema İstanbul’un Beyoğlu semtinde iyice yayılmaya başlamıştı. Henüz Türkiye’ye ötesinde yerli halka hitap etmekten çok uzak olan bu icat el ilanlarında da Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak halkı çağırıyor her geçen gün yaygınlaşıyordu. Pera’dan Türkiye’ye yayılması meşakkatli bir sürece yaklaşık 10 yıldan fazla bir süreye uzayan sinematografın Müslüman halk tarafından ’’günahtır’’ gibi söylemleriyle yavaşlamış gidip görenlerin daha sonradan tövbe ettikleri duyulmuştur. Ne var ki 19 Mart 1914 yılına geldiğimizde Murat Bey ve Cevat Boyer’in Milli Sinemayı açmasıyla birlikte sürekli açık olan ilk sinemamıza kavuşuyor hemen aynı yılın Temmuz ayında Kemal Seden ve Fuat Uzkınay Sirkeci’de Ali Efendi Sinemasının kapılarını halka açıyorlardı.
Hasta Adam ismiyle Avrupa’da egzotik bir çağrışım yaratan Osmanlı toprakları ve elbet bilhassa İstanbul, Garplı sinemacıların uğramaya başladığı ve modernleşmeye başlayan Şark topraklarından görüntü toplama isteğiyle uğrak bir yer halini alıyor Lumier kardeşlerin en bilindik personellerinden biri olan Promio Fransız elçiliğinin yardımı ve biraz rüşvetle sinematograf aletlerini gümrükten geçirip belge filmler çekiyor. İstanbul, İzmir, Haliç, Beyoğlu sokakları, piyadeler ve hayatın akışı. 1896-99 senelerinde çekilen görüntüler yalnızca Promio’nun filmleriyle sınırlı kalmıyor. Felix Mesguich, Francis Doublier, Charles Moisson ve Perrigot gibi isimler İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde görüntüler toplarken Lumier kardeşlerin film kataloğuna Osmanlı ve Mısır’dan görüntüler giriyordu. 1899 yılının Ocak ayına geldiğimizde Odeon tiyatrosunda Boğaziçi görüntüleriyle dolu bir film gösteriliyor. 1908 senesinde Cinema Theatre Pathe Freres( Pathe Sineması- Weinberg’in Sineması) İstanbul üzerine filmler gösterilirken yine aynı yılın Temmuz ayında ‘Genç Türkiye’nin Devrimi’ adlı bir film gösterilmiştir.
Tüm bunlar olurken dünya kendi sinema akımları yaratmaya başlamıştı. Amerikan güldürü sineması Chaplin’i doğurmuş Rusya aşk ve çarlık filmleriyle yıkılıyor Fransa Fim’d Art ile sinemayı yepyeni bir perspektife eviriyordu. Ne yazık ki bu 18 senelik Türkiye sinema gündemine hala Türklerin çekmiş olduğu bir film yoktu.
Tarih 14 Kasım 1914 gününe geldiğinde nihayet alıcı aygıt ilk kez Türklerin eline geçmiş ve film çekme kabiliyetini gösterebilme şansı doğmuştur. Böyle diyorum çünkü Fuat Uzkınay imparatorluk bürokratları tarafından önce Avusturya-Macaristanlılara teslim edilmesi istenilen Rus Abidesinin Yıkılışı filmini çekmiş ve ilk belge filmimize imza atmıştır.
I. Dünya Savaşının patlak vermesiyle birlikte Anadolu’da her şey gibi sinema da sekteye uğramış sinemayla alakası olan askere çağırılan insanların gitmesi ve ekonomik bunalımlar sebebiyle filmler çekilememişti. 1916 senesinde Merkez Ordusu Sinema Dairesi başında görev yapan Weinberg Leblebici Horhor Ağa isimli bir filmin çekimlerine başlamış fakat oyunculardan birinin vefatı üzerine filmin çekimleri yarıda kalmıştır.
1917 senesine geldiğimizde Sedat Simavi’nin Berlin’e kadar adını duyuran ilk konulu filmimiz olan Pençe çekilir. Muhsin Ertuğrul’un ağır eleştirilerine maruz kalan film evlilik ve evlilik dışı ilişkinin çatışmasını konu alan Fransız tiyatrosundan bir uyarlamadır. Türk sinemasının bir diğer sis perdesiyse Casus filmiyle taçlanıyor. Film hakkında bildiğimiz yalnızca ismi ve kopyasının kayıp olduğudur. Tıpkı Pençe filmi gibi Casus filmi de Skating Palas ve Alemdar sinemalarında gösterilmiştir. Kurgusu dahi yapılmadan yok olmuş ve asla gösterilmemiş olan filmimiz Alemdar Vakası veya Sultan Selim-i Haris filmini de sayarsak Sedat Simavi’nin sinema serüveni burada sonlanıyor. İşgallerle boğuşan, topraklarını kaybeden ve açlıkla savaşan hürriyet arayışındaki Türkiye halkları sansürle de geç olmadan tanışıyor. Ahmet Fehmi, Malül Gaziler Cemiyeti’nin ilk uzun konulu filmini çekmek için Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye romanını beyaz perdeye taşımak istiyor. Fransız yosma bir kadının mürebbiye olarak Türk evine girip erkekleri baştan çıkarmasını konu alan film batıcılığa karşı soluksuz bir eleştiri sunar. İşgal kuvvetlerince film gösterimi yasaklanmış olsa da Anadolu’da gösterime girer ve oldukça ilgi toplar. Sinema artık Türkler için yalnızca eğlence aracı olma niteliğini aşmış hem sanat hem sessiz bir silah olarak kullanılabileceği öğrenilmiştir. Yine aynı yıl Ahmet Fehmi Binnaz isimli bir eser ortaya koyar. Trajedi dolu bir aşk hikayesiyle seyirciyle kavuşan eser teknik olarakta yenilikler taşımaktadır. Aradan geçen üç yılın ardından 1921 yılında Bican Efendi Vekilharç adlı eser karşımıza çıkıyor. Amerikan güldürü sinemasıyla benzerlikler taşıyan 22 dakikalık bu eser tiyatral anlatımdan uzaklaştığımız, genel planlardan baş planlara doğru alıcı aygıtı taşıdığımız bir dönüm noktası da olurken aynı zamanda ilk bölüklü filmimize de imza atıyoruz.
1920 senesinde Donanma Cemiyeti adlı kuruluş film çekme teşebbüsüne girişmiş Malül Gaziler Cemiyetinden kiraladıkları aletlerle Tombul Aşığın Dört Sevgilisi adlı filmin çekimlerine başlanmış lakin iki dernek arasında çıkan tartışmalar sonucunda film yarım kalmıştır.
Daha önce de belirttiğim gibi hem savaş hem hürriyet aşkı hem ekonomik çöküntüyle uğraşan Türkiye halkları için sinema sanat olmaktan ziyade bir eğlence aracıydı. Deneysel birçok çalışma yapılmış, izlenmiş ve tüketilmiştir. Arşivcilik konusunda hassasiyet sorumluluğuna sahip olmadığımız için meçhul olarak andığımız birçok eseri veya İngilizlerin ve Fransızların çekmiş olduğu senaryoları ve teknik kadrolarında Türk bulunmayan yalnızca birkaç Türk oyuncuyu bazı sahnelerinde kullandıkları filmleri yazı dizisinin bu bölümüne dahil etmedim ve etmeyi gelecekte de düşünmüyorum. İçinde yaşadığımız bugüne gelene dek birçok hadiseyi aşan Türkiye Sinemasının gelecek bölümünde görüşmek dileğiyle. Hoşça kalın…