Gelenekler, görenekler, demir yasalar, bireylerin bir araya gelerek ortaya atmış oldukları doğrulanmış kavramlar ve yanlışlanmış kelimeler, hakikati ıskalayan inançlar, gerçekliği kurutan yorumlar, davranışların ‘iyi’ veya ‘kötü’ olarak belirlenmesinde rol oynayan eril düşünce tarzı, toplumun rahminde yeni fikirlerin oluşmasını ve doğmasını engelleyen ‘prezervatif’ görevini görmektedirler. Anksiyete krizi içerisinde olan toplumlar, ortaya atılan yeni seçeneklerin, ne tür bir sonuç doğuracağını bilmediklerinden dolayı var olan seçenekler ile yetinmeyi tercih ederler. Henüz var olacağından bile emin olmadığımızın ‘geleceğin’ güvende olmasını istediğimiz için ‘devlet’ ortaya çıkmıştır. Devletin en önemli görevlerinden birisi ise Hobbes’un da ifade ettiği üzere, korku duygusunu bireylerden uzak tutmaktır.
Devlet, yönettiği toplumun içerisinde bulunan bireyleri her daim, her alanda güvende hissettirmek zorundadır. Ancak devlet var olduğu toplumun içerisinde bulunan bireyleri veya sadece bir bireyi güven içerisinde olduğunu hissettirememiş ve korku duygusunu yönettiği halktan uzaklaştıramamış ise ortaya birden fazla devlet çıkar, herkes geleceğini, geçmişini ve şimdisini güvence altına alabilmek için ‘devletleşir’ ve bunun sonucunda da çitler sökülmeye başlanır ve geçerliliğini yitirmiş olan kurallar altında insanlar tekrardan doğasallıklarına dönmeye başlarlar. Devlet ise bu tür bir sonucun meydana gelmemesi için tek tek bireyleri kontrol altına alabilecek birtakım kelimeleri ve kavramları ortaya atar. Devlet Tanrı değildir, insana şah damarından daha yakın olamaz, devlet her ağzın dibinde bitebilecek imkana sahip olan bir kulak da değildir, bu yüzden kendi haklarını, özgürlüklerini en az bir kişiye emanet eden topluluklarda ortak kulak ve göz vardır, bir nevi biz buna Nietzsche’nin değimi ile ‘tüm göz’ de diyebiliriz. Tüm göz kavramına semavi dinlerde de karşılaşmaktayız, üç büyük dinde karşı karşıya gelmiş olduğumuz Tanrı ‘her şeyi görür, duyar ve bilir.’ Ancak Nietzsche’nin ifadesi ile ‘Tanrı öldüyse’ eğer o halde yeni yüzyılın ‘her şeyi göreni, duyanı ve bileni’ kimdir? Devlettir.
Devlet, güvenlik kameraları vasıtası ile her şeyi gören, duyan ve bilen yeni yüzyılın Tanrısıdır. Hatta biz bu argümanı Terry Gilliam’ın 1985 yapımı ‘Brazil’ isimli filminde fantastik ögeler ve imgeler aracılığı ile çok net bir şekilde görebilmekteyiz. Toplum içerisinde yaşayan bireyler, güvenlik kameraları aracılığı ile her daim devlet tarafından izlendiklerini düşündüklerinden dolayı, Kant’ın ahlak etiğinden oldukça uzak, Jeremy Bentham’ın Panoptikon argümanına ise oldukça yakın bir şekilde, ceza almamak, herhangi bir yaptırıma uğramamak için, devletin istediği ‘iyi’ ve ‘uygun’ davranışları sergilerler. Peki ‘iyi’ ve ‘uygun’ davranış nedir? Demokrasinin hakim olduğu ülkelerde, çoğunluğun oyunu alarak başa gelen hükümette bulunan kişilerin inandığı kelimelere, dinlere, geleneklere ve göreneklere uygun düşen davranışlar ‘iyidir’. Bu yüzden demokrasinin hakim olduğu ülkelerde her seçimden sonra ‘iyi’ ve ‘kötü’ davranışlar sürekli değişmektedir. Peki devlet absürt bir kimliğe sahip olabilir mi? Olamaz, çünkü insanların özgürlüklerini koruyabilmeleri için ‘iyi’ ve ‘kötü’ kavramlarına sahip olmaları gerekmektedir, eğer devletin kendisi absürt bir kimliğe sahip olursa, genel geçer bir doğru ve yanlış belirlenmeyeceği ve bu yüzden hukukun ortadan kalkacağı için insanlar kendi haklarını, özgürlüklerini savunamaz hale gelirler.
İnsanlar birtakım haklara sahip olabilmeleri için ceza ve ödül ikiliği altında yaşamaları gerekmektedir ancak bu ikilik bir sınıfa, görüşe, örfe bağlı olmaması gerekir, eğer ceza ve ödül kavramları korku duygusunu bireylerden uzak tutmak gayesi içinde değil de, çoğunluğun isteklerine, inançlarına ve örfüne bağlı ise bu durumda azınlıkta kalan insanların özgürlükleri ve hakları kısıtlanmış veya ellerinden alınmış olur. Çoğunluğun değerlerine bağlı olan ceza ve ödül ikiliğine sahip olan toplumlarda ise, devletin halka tayin etmiş olduğu ‘iyiler’ ve ‘kötüler’ de prezervatif görevi görmektedirler. Çünkü, azınlıkta bulunan bir bireyin ortaya atmış olduğu herhangi bir fikir, eğer devletin çıkarına uygun değilse ve ‘iyi’ kategorisinde değerlendirilmiyorsa, çeşitli cezalar aracılığı ile o fikir sansürlenir, ortadan kaldırılır ve bu durumda toplumun rahminde yeni kelimeler ve kavramlar filizlenemez hale gelir. Ancak mesele güneş ile yetinmek değildir, ateşi bulmaktır, prezervatife iğne batıranlar ve çitleri söküp atmak isteyenler her daim olacaktır.
İran yeni sineması yönetmenleri başta Ali Asgari, Saeed Roustayi, Ali Abbasi, Muhammed Resulof, Maryam Moghadam gibi isimler, İran hükümetinin halka tayin etmiş olduğu, gerçekliği kurutan ve hakikati ıskalayan, erkek cinsiyetinin isteklerini referans alarak kadın cinsiyetinin kimliğini oluşturan, prezervatif görevini üstlenen gelenekleri, görenekleri, töreleri ve inançları, bazen oldukça rahatsız edici ögeler ve imgeler aracılığı ile bazen ise kelimelerin arkasına sığınarak, eğer ‘film kekin içinden çıkmayı başarabilirse’ seyirciye aktarmaya çalışmaktadırlar. İran sineması her daim içerisinde politik ögeleri barındırmıştır ancak Mesut Kimyai, Cafar Pahani, Mejid Mejidi, Bahman Ghobadi gibi isimler, filmleri aracılığı ile politik içerikli makaleler yazarlarken, Ali Asgari, Ali Abbasi, Maryam Moghadam gibi İran yeni sinemasının yönetmenleri ise filmleri aracılığı ile seyirciye politik içerikli haberler sunmaktadırlar. Bir diğer aralarındaki fark ise, İran Yeni Dalgasının olay örgüsünün ortasında genellikle bir çocuk karakter olurken, İran Yeni Sinemasında ise olay örgüsünün ortasında genellikle bir kadın karakter bulunmaktadır.
Bundan dolayı İran Yeni Sinemasının temelinde bulunan izmlerden birisi de feminizmdir. Erkeklerin belden aşağılarını tatmin edecek şekilde oluşturulan biyolojik ve toplumsal kimliklerini reddeden kadınların isyan ve yardım çığlıklarıdır İran Yeni Sineması. İranlı kadınların bu yardım çığlıklarını, en sert görseller ile Ali Abbasi çekmiş olduğu 2022 yapımı ‘Holy Spider’ isimli filmiyle dünyaya duyurmayı başarmıştır. ‘Tür cinsiyetten önce gelmektedir, bir kadın cinsiyetinden önce ilk olarak insandır.’ bilgisini filmin her dakikasında seyirciye aktarmaya çalışan Abbasi, aynı zamanda İran’daki yozlaşmışlığı, adaletsizliği daha doğrusu sadece erkek cinsiyetinin isteklerini ve arzularını karşılayan, o cinsiyetin hak ve taleplerini gözeten hukuk sistemini sert görseller aracılığı ile eleştirmiştir. Bireylerin dürtülerini ve güdülerini, gelenek ve görenekler aracılığı ile bastırmaya çalışan her devletin ‘papazın koltuğunun arkasına’ dönüşebileceğini anlatmaya çalışmıştır. İran ‘Hümeyniyet’ Devletinde halka dayatılan inanç sisteminde bulunan ceza ve ödül kavramlarının cinsiyetleştirildiğini, çekmiş olduğu 2022 yapımı ‘Holy Spider’ isimli filmiyle seyirciye aktarmıştır.
Statükosunu korumak için başta kelimeleri olmak üzere her şeyi doğal bir temele dayandıran, antroposantrik kimliğe sahip olan devletlerde kavramlar cinsiyetleştirilir. Bu devletlerde, ‘zayıf’ ‘güçsüz’ ‘korkak’ gibi kavramlar direk olarak kadın kelimesinin daha doğrusu cinsiyetinin yokluğunda onun yerini alabilen ‘dublör kelimelerdir’. Hatta, bu tür devletlerde kadın, cinsiyet olarak bir hakaret anlamı da taşımaktadır; ‘karı gibi’. Ancak, ‘cesur’ ‘güçlü’ gibi kavramlar ise bu tür ülkelerde direk olarak erkek cinsiyetini işaret etmektedir, hatta erkek, cinsiyet olarak ‘doğru insan profilidir.’; ‘adam ol!’. Bundan dolayı yeni sinema dilinde kadın, ancak kendi fıtratını terk edip erkek cinsiyetinin fıtratına büründüğü zaman ‘güçlü profilde’ karşımıza çıkmaktadır.
Rönesans entelektüellerinin kadına karşı bakış açıları yeni sinema dilinin temelini oluşturmaktadır. Rönesansta bir kadın ilgilendiği alanda başarı sağladığı zaman direkt olarak entelektüeller tarafından ‘iki cinsiyete sahip olduğu’ dile getirilirdi, çünkü kadın cinsiyetinden dolayı yetenekli, akıllı ve zeki olamazdı, ancak kadın biseksüel olduğu zaman yani fıtratında erkekliği de taşıdığı zaman yetenekli, akıllı ve zeki olabilirdi. Aynı inanışı bugün yeni sinema dilinde de görmekteyiz, bir kadın cinsiyetini terk edip erkek fıtratına büründüğü zaman karşımıza ‘güçlü bir profilde’ çıkmaktadır, oysa kadınlar kendi cinsiyetlerini terk etmeyerek, fıtratlarına yabancılaşmayarak da ‘güçlü’ olabilirler. ‘Güçlü’ sadece bir kelimedir, cinsiyet değildir veya sadece bir cinsiyete ait değildir. Bir insanın kendi zamanını satışa çıkararak elde etmiş olduğu paranın miktarı ile ‘güçlü’ kavramı arasında da bir doğru orantı yoktur, bir ev hanımı da güçlü olabilir, bir doktor kadında güçlü olabilir, güçlülüğü belirleyen unsur insanın masa başında geçirdiği süre değildir, hatta Tarkovsky’e göre asıl harika olan şey ‘zayıflıktır’, güç ise ‘hiçbir şey değildir.’;
“onların bütün planlarının gerçekleşmesini sağla. onların inanmasını sağla. ve onların kendi tutkularına gülmesini sağla. onların tutku diye adlandırdıkları şey gerçek bir duygusal enerji değil, dış dünyayla ruhları arasındaki çatışma. en önemlisi kendilerine inanmalarını sağla. onların çocuklar gibi olmasını sağla. çünkü zayıflık harika bir şeydir. güç hiçbir şey değildir. bir insan yeni doğduğunda zayıf ve esnektir. Öldüğü zaman ise katı ve duygusuzdur. Sertlik güç ve ölümün arkadaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık varoluşun tazeliğinin ifadeleridir. Kendini sertleştiren hiçbir şey kazanmayı başaramaz.”
İran Yeni Sineması’nın yönetmenlerinden Ali Asgari ise çekmiş olduğu filmler aracılığıyla, İran hükümetinin ve gelenek, göreneklerine bağlı olan kesimin, evlilik öncesi ilişkilere ve gebeliğe karşı duruşlarını anlatmaya çalışmaktadır. İkinci bir emre kadar film çekmesi ve ülke dışına çıkması yasaklanan Ali Asgari, 2017 yapımı ‘Disappearance’ ve 2022 yapımı ‘Ta Farda’ isimli filmleriyle ‘Bir insan manastırda da yaşıyor olsa, güdülerin yok edilemeyeceği gerçeğinden dolayı ikonanın önünde her zaman bir kırbaç bulunur.’ bilgisini seyirciye sunmaktadır.
Sigmund Freud’un ‘Totem ve Tabu’ adlı kitabında da bahsettiği üzere; ‘Nerede bir yasak varsa arkasında o yasak eylemi gerçekleştirmeye yönelik bir istek vardır.’ Manastırlaşmış devletlerin temelinde ‘katlı olana’ iman vardır. Yani, Aristoteles’in felsefesinde de gördüğümüz üzere, var olan son tasarımı geçmişi, şimdiyi ve geleceği belirler. (eylemin doğuracağı sonuç, eylemi belirler) İnsanlar bir eylemi gerçekleştirmeden önce, o eylemin sonucunu ilk başta düşünmeleri gerekmektedir. Bu oldukça doğrudur, ancak eğer bir insan, eyleme dökmek istediği fikrinden, ‘yanlış’ olduğunun bilincine vararak değil de, sırf sonucunda ceza almamak için vazgeçip ‘iyiye’ yönelirse, bu o insanı ‘doğru’ kişi yapmaz, çünkü davranışların sonuçları değil davranışları gerçekleştirirken benimsenen niyet insanları ‘iyi’ ve ‘kötü’ olarak sınıflandırır, ancak insanların niyetlerini de kesin olarak bilmemize imkan yoktur, Thomas Nagel’in ‘Yarasa Olmak Nasıl Bir Şey’ adlı makalesinde de belirttiği üzere; ‘Yarasa olmaya dair en fazla fikir üretebiliriz, yarasaların nasıl gördüğünü ancak bilebiliriz ama bu bilgimizin kaynağı bir deneyime değil aktarıma bağlıdır. Bu noktada biz yarasaların gördükleri şekilde değil onların gördükleri tarzın bilgisi ile hareket ederiz. Yarasının kendilik deneyimi vardır ve bu deneyim üçüncü şahıslara kapalıdır. Çünkü bizler kendimiz olmaktan çıkıp yarasa olmaya geçiş yapamayız.’ ¹ bu yüzden asla bir insanın gerçekleştirmiş olduğu eylemlerin sonuçlarına bakarak niyeti hakkında kesin ve kes bir yorumda bulunamayız, ortada her daim bir gedik vardır.
Yasakların kötü bir tarafı da mevcuttur, insanların asli kimliklerini yansıtan onların bastırmış oldukları, bastırmaya çalıştıkları güdüleridir. Sırf ceza almamak için güdülerini bastıran bireyler asli kimliklerini geçici olarak halının altına süpürürler ve devlet tarafından bir yaptırıma uğramamak, yaşadıkları toplumlardan, içerisinde bulundukları topluluklardan dışlanmamak için ortak huzura hizmet eden ancak kendileri ile uzaktan yakından hiçbir alakası olmayan kimlikleri benimseyip, kötü yanlarını hukuk sisteminin koymuş olduğu cezalardan uzak tutabilecek maskeler ile örterek topluma karışırlar. Bu yüzden hiçbir zaman bir insanın ruhunun perdesini aralayamayacağımızdan dolayı, aslında/ kendiliğinde psikopat olan birisine aşık olabilir, aslında/ kendiliğinde sosyopat olan birisi ile arkadaşlık kurabiliriz. Yasaklar bu durumda insanların kendiliklerini görmemizde büyük bir engeldir.
Ali Asgari filmlerinde, yozlaşmış olan kurumlara da değinmektedir. Asgari’nin filmlerinde sabit olarak gördüğümüz mekanların başında ‘hastaneler’ gelmektedir. Doğru ve yanlış kavramlarının içeriği hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmayan, bu kavramlar hakkında bir bilince erişmemiş insanlar, sırf toplumda bir yer edinmek, dışlanmamak için ortak değerleri dogmatik bir tarzda benimserler, bunlar ‘vitrin insanlardır’, yeni kelimeler üretmekten ziyade var olan kavramların arkasına sığınarak ontolojik olarak bir çalışma yerine masa başı çalışmayı tercih eden, yemek yemeyi, tuvaletini yapmayı, düzenli olarak su içmeyi bir ihtiyaç olarak görüp düşünmeyi bir ihtiyaç olarak görmeyen, toplum tarafından önüne sürülen seçenekler arasından seçim yapmayı seçtiğinden dolayı kendini özgür zanneden, neyi görmek için iki çift göze, neyi duymak için iki çift kulağa, neyi söylemek için bir dile sahip olduğunu merak etmeyen, zihin kütüphanesini doldurmaktan çok kıyafet dolabını doldurmaya özen gösteren bu yüzden yolda yürüyen askılığa dönüşen, içsel olarak aynılaşıp dışsal olarak aynalaşan her bir insanı, satın almış olduğu ürünler ve sistemin kendisine uygun görmüş olduğu kelimeler, sayılar tanıtır, açıklar, çünkü kendisini gerçekleştirememiş olan insanları satın almış oldukları ürünler, onları tanımlar, çevresine anlatır.
Ali Asgari’nin filmlerinde görmüş olduğumuz, yozlaşmış kurumlarda çalışan insanların haliyle ‘çürümüş olan meyvenin sadece dışı değil içi de çürüktür.’ mantalitesinden, ruhları çölleşmiştir. Örnek verecek olursak, 2022 yapımı ‘Ta Farda’ isimli filminde karşımıza çıkan kadın karakterimiz, üniversitede bir öğrencidir, evlilik dışı hamile kalmıştır, ancak ailesinin bundan haberi yoktur, bir gün ailesinin kendisini ziyaret etmek için yola çıktıklarını öğrenen karakterimiz, çocuğunu saklamak için bir yer arayışına girer, ve sevgilisinin kuzenine çocuğunu emanet eder, kuzeni ise bir hastanede çalışıyordur, bebeği gizlice hastaneye sokar ve mesaisi bitine kadar bakacağına söz verir, ancak başhekime yakalanır, bebek evlilik dışı bir beraberlikten dolayı dünyaya geldiği için kimliği yoktur, bundan dolayı baş hekim bebeğin hastanenden çıkması gerektiğini söyler, bunun üzerine karakterimiz başhekim ile konuşmak için hastaneye gelir, başhekim oldukça geleneksel bir dille genç kızın evlilik dışı bir beraberlik yaptığı için ne kadar hatalı olduğunu anlatmaya başlar, ancak daha sonra genç kız eğer kendisi ile cinsel bir birliktelikte bulunursa bebeğin hastanede kalabileceğini ifade eder.
Yozlaşmış kurumlara filmlerinde değinen bir başka yönetmen ise Saeed Roustayi’dir. 2022 yapımı ‘Leila’s Brothers’ isimli filminden dolayı, 5 yıl film çekmesi yasaklanan ve 6 ay hapis cezasına çaptırılan İranlı yönetmen, 2019 yapımı ‘Just 6.5’ isimli filmiyle, hükümet ve hükümet yanlısını kesim tarafından büyük bir tepki ile karşı karşıya kalmıştır. Bu filmiyle, İran Hükümetin’de ki yozlaşmış asayişe, hukuka değinen Roustayi, ülkedeki uyuşturucu sorununu çok boyutlu bir şekilde ele almıştır. Pedro Costa sinemasında da gördüğümüz üzere, sistem; sunmuş olduğu seçenekler arasından seçim yapmayı seçmeyen ve kendi seçeneklerini yaratmak içinde bir çaba göstermeyen insanları, kendi seçeneklerini yaratmış olan insanlar ile aynı yerlere kusar; kaldırımlara, arka mahallelere…
Ancak kendi seçeneklerini yaratmış ve kendi seçeneklerini yaratmamış olan insanlar arasında bazı farklılıklar vardır, bu farklılıklardan birisi de sistemin onlara atamış olduğu ‘arzu nesnelerinin’ içeriğidir, kendi seçeneklerine sahip olan insanlar, kitaplar, filmler aracılığı ile ‘arzu nesnesi’ olarak sistem tarafından ‘intihar’ gösterilirken, kendi seçeneklerini yaratmamış, arka sokaklara kusulmuş olan insanların ise ‘arzu nesneleri’ uyuşturucudur.
‘Just 6.5’ filminde görmüş olduğumuz, sistem tarafından kaldırımlara kusulan, arzu nesneleri ‘uyuşturucu’ olan insanlar, şehirden bir hayli uzakta, büyük, geniş boruların içinde yaşamaktadırlar. Ülkede büyük bir uyuşturucu sorunu vardır, polisler uyuşturucu satanlarla kaçakçılarla iş birliği içerisindedirler, asayiş yozlaşmıştır, polisler yüksek miktarlar karşılığında uyuşturucu kaçakçılarını serbest bırakmakta, dosyalarını kapatmaktadırlar, ancak her ne kadar rütbe atlayabilmek için boşanmış olduğu eşiyle hiç sevmediği halde evlenen Peyman Moadi’nin canlandırmış olduğu ‘Samed’ karakteri, ülkedeki en büyük ağa sahip olan uyuşturucu kaçakçısını yani Nasır’ı yakalamayı kafaya takmıştır. Uzun uğraşlar sonucunda yakalanan Nasır, oldukça rahattır, sonuçta yüksek bir miktar tarafından serbest bırakılacağından emindir, ancak öyle olmaz, Samed karakterimiz, kendisine sunulan yüksek miktarı geri çevirir. Roustayi bir yandan ülkedeki uyuşturucu sorununa değinirken, diğer yandan uyuşturucu ticareti yapan insanları bu işe iten sosyolojik gerçeklere değinmektedir. Açlık, sefalet bunların başında gelen gerçeklerden bazılarıdır. Ailesine yük olduğunu hisseden çocuklar, çabuk para kazanmak için bazen yanlış bir yolu seçebilirler, Roustayi filmin son sahnelerinde bize yani seyircilere bunu anlatmaya çalışmaktadır.
[1] Pelin Dilara Çolak, ‘Zihin Felsefesi Nedir ve Neden çok önemlidir? Ana Tartışmalar.