Home > Özel Dosya > Artık Hiçbir Şekilde Toplumsal Sorunları İrdelemeyen Sinema Üzerine

Artık Hiçbir Şekilde Toplumsal Sorunları İrdelemeyen Sinema Üzerine

Sinemayı çok seviyorum.

Yaşamda etkileyici pek çok unsur var. bunun büyük çoğunluğunu gördüklerimiz, izlediklerimiz, okuduklarımız ve dinlediklerimiz oluşturuyor. Maruz kaldığımız hemen her şey bizi etkisi altına alıyor. Sinema da bunların toplamıdır. Bireyi, toplumu harekete geçirici gücü de bundandır. Sinema bunu yıkarak ve yaparak, sürekli yıkarak ve yaparak gerçekleştirir.

Bu bizim sinemamız… İçinde yaşadığımız coğrafyanın bir parçasıyız velhasıl, yoklukları, zenginlikleri, darbeleri, krizleri, kaosu ve sistemsizliğiyle katlanmak zorundayız; ya da değiştirebilmeliyiz.

Sinema yaşamın bir imitasyonudur. Gözleri açık rüya gördürme, en iyi yalanı söyleyebilme sanatıdır. Sinema bir sihirdir.

Sinema tüm dünyada iki farklı güzergahta gelişmiştir. Biri dev yapımcı firmaların yapılandırdığı büyük sermaye sineması, diğeri devlet tarafından yönlendirilen ve ticari kazançtan çok devletin egemen kültürünü yeniden üreten devletleştirilmiş sinema. Türk sineması üçüncü bir yol icat ederek ne büyük sermayeye ne de devlete yaslanmış, halk tarafından finanse edilmiş, halkın çizdiği çerçeve doğrultusunda gelişmiştir. Türk sineması Halit Refiğ’in ifadesiyle tam bir halk sinemasıdır.

Türkiye aslında sinema ile sanılanın aksine çabuk tanışmıştır. Tarihteki ilk sinema gösterimi 28 aralık 1895 tarihinde Paris’te Lumiére Kardeşler tarafından gerçekleştirilen “L’Arrivée d’un train en gare de La Ciotat” adlı film ile yapılırken, bu tarihten yaklaşık bir yıl sonra Sigmund Weinberg adlı bir Yahudi tarafından Galatasaray’daki bir birahanede aynı filmin gösterimi gerçekleştirilmiştir. Geç kalınan husus yerli bir sinema geliştirmek olmuştur ve İkinci Meşrutiyet’in ilan edilip İkinci Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar yerli bir sinema geliştirmek için kayda değer bir gelişme sağlanamamıştır. Bu nedenle o zamana kadar birahanelerde kaçak göçek amatör gösterimlerin yapıldığı ülkemizde ilk gerçek sinema salonunun açılmasını görmek için 1908 yılını beklemek gerekmiştir. Tepebaşı’nda açılan sinema salonunu müteakiben, ilk yerli sinema çalışmalarını “merkez ordu sinema dairesi” adıyla Osmanlı ordusu yetkilileri başlatmış ve ilk yerli çalışma da 1914’te yedek subay olarak görev yapan Fuat Uzkınay’ın çektiği belgesel türündeki “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı film olmuştur.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından sinemamız özellikle 1922’den itibaren bir canlanma dönemine girmiştir. 1914’ten beri İstanbul’un çeşitli semtlerinde sinema salonu işletmeciliği yapan Kemal ve Şakir Seden kardeşler, bu tarihte ilk yerli film yapım şirketi olan Kemal Film’i kurmuştur. Seden kardeşlerin bu girişiminin arkasında onları teşvik eden Muhsin Ertuğrul’un adı da bu noktada dikkat çekmektedir. Zira, muhsin ertuğrul aynı yıl yönetmenliğe başlamış ve art arda çektiği filmlerle bu yeni döneme imzasını atmıştır.

1960 hükümet darbesi ile birlikte sansür kurumunun gevşemesi ve bunun yanında dönemin devrimci yönetmenlerinin coşkulu çalışmaları çok film yapılan, başarılı ancak geçici nitelikte bir dönemi beraberinde getirmiştir.

Daha önceden nasıl anlatmalı sorusuna odaklanan yönetmenler, şimdi ne anlatmalı sorusuna odaklanmaya başlayarak sosyal ve sınıfsal sorunlara yönelmeye başladılar. 1963 yılında sinema tarihimizin ilk uluslararası büyük başarısı, Metin Erksan’ın yönetmenliğini yaptığı “Susuz Yaz” adlı filmin Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülü kazanmasıyla gelmiştir. Ardından yıllar boyu sürecek olan Antalya Film Festivali organizasyonları ilk defa düzenlenmeye başlamıştır. Söz konusu dönem halkın en ucuz eğlence kaynağının sinema olduğu, yoğun talebi karşılamak için çok sayıda filmin iç içe çekildiği, ancak bunların bir bölümünün batı sinemasının taklitleri olmaktan öteye gitmediği, daha da kötüsü sinemadan kazanılan paraların film sektöründe yeni yatırımlara harcanmadığı bir görüntüye sahip olmuştur. Böylece sinemamız kapital sahiplerinin elinde yetersiz alt yapı ile birlikte bir süre sonra tıkanma noktasına gelmiştir.

Türk sineması tarihi boyunca iki kez sekteye uğramıştır ama bugün olduğu kadar kötü bir dönemi hiçbir zaman görmemiştir.

1. Dönem: Seks Filmleri Furyası

70’li yıllarda yoğun bir video kaset dönemi patlamış. Böylece sinemacılar seyirciyi filme çekmek için Yeşilçam seks furyası başlamıştır. İlk başlarda erotik komedi tadında olan bu filmler belli yerden sonra tamamen porno filme dönmüştür. Böylece ailecek filme gitme dönemi de bir yerde kapanmıştır.

2. Dönem: Doksanlı Yıllar

90’lı yıllarda artık nerdeyse herkesin evinde televizyon vardır. Video filmleri, televizyon dizileri, televizyon filmleri gibi birçok format ile birlikte sinema seyircisi bayağı bir azalmıştır. 90’lı yıllar Türk sinema tarihinin en karanlık yıllarından biridir. Seyirci Hollywood filmlerinden yana tercihini kullanmıştır. Star kavramı tamamen bitmiştir. Türkiye’de televizyona iş yapmayan sinema starı kalmamıştır. Salonlarda oynayan Türk filmleri ise depresif, ruh karartıcı ve melankolik filmlerdir. Dönem filmi çekilse dahi kullanılan ışık hep karanlıktır.

ve günümüze gelelim.

Türk sinemasının bir değil bin problemi var belki. Torpil, dağıtım tekeli, kötü oyunculuklar, sinematografi, ışık, ses, senaryo gibi. En önemli problem karakter problemidir. Türk Sineması’nın şu an karakteri yok. İş tamamen bireysel sinemacılığa döndü. Cem Yılmaz, Ata Demirer ve Şahan Gökbakar filmleri gibi. Bu isimler film yapmasa Türk film seyircisini sinemaya götürecek etken neredeyse yoktur.

Umarım bir gün Türk sineması tekrardan ayağa kalkar. Bir karakteri olur. Yine de imkansızlıklar içinde nice harikalar yaratan sinemacılarımız var.

Şu sıralar eski filmler izliyorum. Kemal Sunal filmleri izliyorum. Kiralardan şikayetçi. Memur, öğretmen maaşlarından şikayetçi. Ağalık sistemine karşı. Yozlaşan topluma karşı. Din üzerinden malı götürenlere karşı. Göç olgusuna karşı. Adaletsizliğe karşı, iktidarın yanlışlarına karşı. Şener Şen filmlerine bakıyorum aynı. Metin Erksan filmi izliyorum insanı can evinden vuran sorunlar. Yani sanat toplum için…

Şimdiki Türk sinema filmlerine bakıyorum herkes zengin. Mükemmel evlerde yaşıyor. Tek dertleri aşk olmuş. Aldatmanın binbir çeşidi beyaz perdeye yansımış. Ağalar eskiden kötü imajla anlatılırdı şimdi herkes ağalığın ne mükemmel bir sistem olduğunu düşünmekte. Asgari ücretle geçinmeye çalışan parasızlıktan ekmek dahi zor alan adamlar gitmiş mükemmel koşullarda yaşayan tek derdi aşk ve ihanet olan insanlar gelmiş.

Ne yaptınız siz bu Türk sinemasına? Derdiniz neydi? Halkın kendini gördüğü bir beyaz perde, iktidara sesini duyurduğu mükemmel bir iletişim aracı varken siz bu sinemayı ne hakla buralara kadar düşürdünüz?