Home > İnceleme - Analiz > Ölüme Dört Usta Bakış

Ölüme Dört Usta Bakış

Ölüm; bilinmezlerin bilinmezi, korkuların korkusu, dünyadaki trajik tek şey. Sinemada pek çok kere işlenmiş olmasına karşın bugün yalnızca dört ustanın bakışı üzerinden ölümü okuyacağız.

The Seventh Seal - Yedinci Mühür (Ingmar Bergman, 1957)

İsmini eski ahitin Vahiy bölümünden alır. Bunun sebebi filmin geçtiği dönemki veba salgınının Avrupalı Hristiyanlarca bir tür kıyamet gibi görülmesidir. Vahiy kitabı da esasen geleceğe dair kıyamet alametlerini içerir. Filmin konusu şöyledir. Haçlı seferinden dönen bir şövalye ve onun silahtarına bir gün ölüm uğrar. Şövalye ölümü bir satranç düellosuna davet eder ve film başlar. Filmdeki her diyalog yüksek derecede bir saflıktadır. Yani film bağlamından koparılsa bile anlatmak istediği şeyleri anlatabilir. Bu şairane dilinden dolayı 96 dakikalık film katmanlı bir yapıya sahip olmamasına rağmen pür bir anlatıma sahip olduğu için tekrar izlenmelere açık bir filmdir.

Filmde 2 karakter etrafında şekillenmektedir. Birincisi şövalye Block diğeri de silahtarı Jöns. Bu ikili 10 yıllık haçlı seferinde yaşadıklarından dolayı inançlarında bir sarsılma olmuştur. Çıktıkları bu seferde umduklarını bulamadıkları gibi inançlarını da kaybetmiştirler. Karakterlerden silahtar Jöns tam olarak inançsızdır. Bunu her sahnede dile getirir bazen de esprili bir şekilde ima eder. Ancak Block Jöns kadar nihilist değildir. Hala daha içten içe inanmak istemektedir. Tanrıdan uzanan bir el görmeyi bekler. Film boyu bu arayışını devam ettirir. Jöns Block’un bu arayışını ”ebediyet endişesi” olarak yorumlar. Bütün film bu replik kadar iyi özetlenemezdi sanırım. Filmin sonunda ise Block ölüme karşı bilerek kaybederek ölümün dikkatini oyuna çekmiş ve bir ailenin kurtulmasını sağlamıştır. Ancak sonrasında ölüm onların yemeğine son kez misafir olarak gelmiştir.

Eternity and a Day - Sonsuzluk ve Bir Gün (Theo Angelopoulos, 1998)

Yarın uyanırsınız, kayda değer bir şey olmaz, akşam olur ve gün biter. Bu sadece bir gündür. Ancak ölürseniz o gün sizin için sonsuza kadar sürecektir. Filmin konusu şair Alexandre’nin bir rahatsızlığından dolayı doktora gitmesi ve önemli bir hastalığının olduğunu öğrenmesi üzerine hastaneye yatmak için köpeğini bırakacağı bir arkadaş aramasını anlatıyor. Ancak arkadaşlarına hastaneye yatırılacağını ve yüksek olasılıkla öleceğini söylemiyor. Bunun yerine bir yolculuğa çıkacağını söylüyor. Kendisi hastaneye gitmek için köpeğini yardımcısına bırakıyor ancak onun yerine bu sefer Arnavut bir göçmen çocukla karşılaşıyor ve bu son gününde ona bu çocuk eşlik ediyor. Film yönetmenin sınırlar üçlemesinin son filmi olduğu için ölüm kadar baskın bir temadır göçmenler bu filmde.

Geçmişin ve geleceğin beraber harmanlandığı bu yolculukta anlıyoruz ki aslında Alexandre’nin aile ilişkileri pek de iyi değil. Vefat eden eşi Anna eski mektuplarından birinde şöyle diyor. ”Yanı başımızda kendi hayatını yaşıyordun. Kızının ve benim yanımda ama bizimle değil.” Alexander Anna öldükten sonra bütün zamanını eski bir Yunan şiirini tamamlamaya çalışmıştır. Ancak her şey gibi onu da yarım bırakacaktır. Bahsi geçen yarım şiirin asıl yazarı kendi zamanında şiiri bitirebilmek için yerel halktan kelime satın alırmış. Bu hikayeyi duyan Arnavut göçmen çocukta Alexander için kelime aramaya gider ve iki kelimeyle gelir. Birincisi Xenitis, yani yabancı, her zaman sürgünde. İkincisi de argadini yani çok geç demek. Filmin sonlarına doğru Alexander hastanede yatan annesinin yanına gelir ve ona der ki ”Neden hiçbir şey beklediğimiz gibi olmuyor. Neden çaresizce çürümek zorundayız. Acı ve arzularla ikiye bölünerek. Neden hayatımı sürgün geçirdim” Bu replik bana Kemalettin Kamunun gurbet şiirini anımsattı. ”Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde.” diyor Kemalettin Kamu. Anna filmin pek çok yerinde Alexander’den tek bir şey ister: bir gün. Der ki bir günü bana hediye et. Filmin sonunda Alexander hastaneye yatırılmaktan vazgeçer yaşamak fikri ağır basar. Ölümü olduğu gibi kabullenir. Ölüme karşı koymayı bırakır. Belki de Anna’ya o sonsuza kadar sürecek bir günü hediye edip sürgünden dönecektir nihayet.

The Fountain - Kaynak (Darren Aronofsky, 2006)

Fountain ölümü bir hastalık olarak gören Tommy ile ölümü huzura giden bir yol olarak gören Izzi çiftinin hikayesini anlatmaktadır. Izzi yakın zamanda kanser tedavisi konulmuş bir hastadır. Tommy ise bu hastalıkta uzman bir cerrahtır. İzzy kocasının kendi hastalığına dair nafile bir şifa arayışı içinde olduğunu görünce inandığı Maya mitolojisini tarihi olaylarla harmanlayan bir roman yazar. Romanda bir engizisyoncu İspanya topraklarını adım adım ele geçirmektedir. Bu hikayede engizisyoncu Izzi’nin bedenindeki kanserdir. Kraliçe Izzi iken kumandan da Tommy’dir. Kumandan her fırsatta engizisyoncuyu öldürmeye niyetlenir. Ancak kraliçe bunun çözüm olmadığını bilir bu sebeple kumandanı bir hayat ağacını bulmaya gönderir. Izzi bu romanının, kumandanın hayat ağacına geldiği yere kadarını yazmıştır. Maksadı Tommy’e son bölümü yazdırarak ona ölümün bir hastalık olmadığını huşuya giden bir yol olduğunu öğretmektir. Bu şekilde Izzi öldükten sonra Tommy’nin acısı bir nebze de olsa dinecektir. Filmin bahsedilen iki katmanının haricinde bir de Tommy’nin ruhani yolculuğunu simgeleyen bir katman vardır. Bu bölümlerde meditasyon yapan Tommy bir küre içinde Şibalba denen Mayalıların cennet olarak inandığı bir yere hareket etmektedir. Izzi’nin bir hayali ile konuştuktan sonra Tommy aradığı ölümsüzlüğün nafile olduğuna inanmaya başlar. Artık Tommy öğrenmiştir ki ölümsüzlük yerine ölüm, huzura giden yegane yoldur. Bunu idrak eden Tommy kitabın son bölümünü yazar ve hayat ağacının özünden beslenen kumandanı ölümsüz yapmak yerine öldürür. Özden yiyen kumandan çiçekler açarak toprağa karışır. Tommy’nin ruhani yolculuğu ise Şibalba’ya her zamankinden daha hızlı ilerlemeye devam eder. Asıl gerçek dünyadaki Tommy de Izzi’nin mezarına gelir ve mezarın üstüne bir tohum eker. Bu şekilde bu tohumdan doğacak olan ağaçta yaşamaya devam edecektir Izzi.

I'm Thinking of Ending Things - Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum (Charlie Kaufman, 2020)

Filmin konusu Lucy adında bir kızın Jake adındaki erkek arkadaşı ile bir otomobil yolculuğu yaparak ailesi ile tanışmasını anlatır. Ancak mesele çok daha karışıktır. Aslında Lucy diye birisi yoktur. Bu yolculuk hiç yaşanmamıştır. Filmde gerçekleşen şeyler aslında yaşlı bir hademenin aklından geçenlerden başka bir şey değildir. Lucy Jake’in hayatı boyunca ilişki kurarsa hayatının düzeleceğini düşündüğü aşklarını temsil ediyor. Lucy’nin sürekli ayrılma iması ile kullandığı “I’m thinking of ending things” cümlesi ise aslında yaşlı Jake’in hayatına son verme arzusundan kaynaklanıyor. Bu arzunun temeli ise Jake’in hayatı boyunca hiç kimse tarafından onaylanmamış takdir edilmemiş ve hatta sevilmemiş olmasındandır. Kendisini bu dünyada seven yalnızca iki kişi vardır birincisi köpeği ikincisi de annesidir. Film boyu aslında ana karakteri Lucy sanırız ancak aslında başrol Jake’dir. Bu ters köşenin sebebi de yine Jake’in silik karakterinden kaynaklanır. Kendi hayatının anlatıldığı bir filmde bile başrol o değildir. Filmin sonlarına doğru bir dans sekansı vardır. Jake ve Lucy’e benzeyen 2 dansçı dans ederlerken bir hademe gelir ve Jake’e benzeyen dansçıyı bıçaklar ve öldürür. Bunu gören “gerçek” Lucy ve Jake ters istikametlerde oradan uzaklaşırlar ve yaşlı hademe Jake gelip yerde yatan dansçının etrafındaki şeyleri süpürür. Yerdeki Jake’e karşı bir çöp kadar tepkisizdir. Jake ve Lucy’e benzeyen bu dansçılar aslında Jake’in kalan son umutlarının birer temsilidir. Ancak sonunda ölen Jake’e benzeyen dansçı ile beraber Jake’in bütün umutları ölür. Jake kar fırtınasının olduğu bir akşam kendisini arabasına kitler ve soğuktan ölmeyi bekler. Hipotermi başlangıcında görünen sanrılardan birinde ise “Beatiful Mind” filmindeki John Nashin ödül konuşmasını yapar daha sonra tanıdığı insanlardan oluşan seyirci ise sırayla kalkıp onu alkışlarlar. Hayatını son anlarında zihni ona tandığı insalar tarafından takdir edildiği bir hayal gösterir. Sabah olduğunda fırtına dinmiş güneş açmıştır. Film boyu görülen en parlak ve açık sahnede karlar altında Jake’in arabasının silüeti vardır.

Sonuç

Son olarak bir özet yapmak gerekirse Block’un ölüme dair bakışı daha dini bir perspektiftendir. Tanrıya olan inancını kaybettiği için korkmaktadır. Ancak içten içe tanrıdan bir mesaj beklemektedir. İnançsız olmasına rağmen inanmak istemesi tanrının kayıtsızlık duvarından sekmektedir. I’m Thinking of Ending Things filmi ise Yedinci Mühür kadar inançsız bir filmdir. Bir varoluş krizinden ve kendini gerçekleştirememiş yaşlı bir hademenin umutları tükenince intihar etmesinden bahseder.

Teodoros Angelopulos’un bakışında Alexander karakteri ölüm geldiğinde yaşadığı hayatta yarım bıraktığı şeylerden ve dahası bütün hayatını bir sürgünde geçirdiğini fark ettiğinden pişman olur. Belki bu yüzdendir ölüm geldiğinde ölümden korkmaz. Hatta kavuşacağı için mutlu bile sayılabilir. Giderken de tanıdıklarını telaşa vermez sessiz sedasız bir yolculuğa çıkar gibi veda eder. Bilakis hastaneye yatmayarak ölüme karşı mücadele etmeyi de bırakmıştır. Fountain filminde Aronofsky ölümün huzura giden bir yol olduğunu bas bas bağırmaktadır. Kaçınılmaz olan bir şeye direnmenin anlamsızlığına dikkat çeker. Fountain ve Sonsuzluk ve Bir Gün filmleri bu açıdan daha inançlı bir perspektifte sayılabilirler.

Ölüm; bilinmezlerin bilinmezi, korkuların korkusu, dünyadaki trajik tek şey. Sinemada pek çok kere işlenmiş olmasına karşın bugün yalnızca dört ustanın bakışı üzerinden ölümü okumaya çalıştık. Umarım keyifli bir yazı olmuştur.