Home > Özel Dosya > Muhafazakâr Veya Dini Sinemanın Bizdeki Geleceği: Peki Nereye?

Muhafazakâr Veya Dini Sinemanın Bizdeki Geleceği: Peki Nereye?

Bugün din teması taşıyan herhangi bir film, dinin başka şekilde popüler forma bürünüp ortaya çıkması ve tekno-kültürcülüğün kaçınılmaz olarak neden olduğu manevi çatışmalardan kaynaklanan bir tezahürüdür. Gündelik hayatın düzene sokulmasında, tarih boyunca en mühim manevi değerlerin sinema perdesindeki yansımasını temsil etmektedir. Popülist uygarlık içerisinde sinema, basit bir eğlence veya aktivite aracı olmadığından, toplumsal ilişkiler çerçevesinde dört bir yanı donatılmış insanın doğal hayatını da beyaz perdeye yansıtmaktadır (Karataş: 2019, s.52).

Dini veya İslami kavramlardan kasıt; ismi ne olursa olsun bütüne indirgenecek ve de ister sürrealist ister mistik olsun bütün koşullarda gerçekleşen yapımlar bütünü olduğudur. Fakat biz hem tarihsel temsil (representation) hem de kültürel formlar gereği Müslüman ülkeleri (kategoride kesinlikle biz de varız) konu edineceğiz. Bu konuya sebep teşkil eden nedenleri çoğumuz modern yaşantının öznesi olan kültür-popülizm çatışmasında bulabiliriz. Fakat elimizden geldiğince Doğu-İslam sinema sanatının, Batı’ya göre geri kalmışlığının ve şimdilerde ne yapılabilirliğini anlatmaya gayret ettik. Bu nedenle sebeplerini aramak bir yana dursun ülkemizde bu temanın ‘’gerekliliği’’ dahi soru işareti olarak görülüyor.

Giriş

Sayın merhum üstat Mustafa Akkad ‘’Sinema silahını kuşanmak, Müslümanların son şansıdır’’ diyordu. Bu cümle kafa karıştırmasın; zira yönetmen, dünyadaki üç ana kısım gelişmeyi çok güzel okumuştu. Evvela iki tane dünya savaşından çıkan Batı’nın büyük atılımı, ardından İslam dünyasının giderek fakirleşmesi ve de son olarak da Müslümanların, teknolojinin son trenini kaçırmış olmasıydı. Bu sebeple en azından Hollywood’daki tek Müslüman yönetmen olduğu için bunun fırsatını (propaganda açısından da düşünülebilir) yakalamıştı yani öngörebilmişti. Onun ‘’The Messenger’’ (1976) yani Çağrı filmi, bırakın ses getirmeyi; öyle bir yankı yaptı ki işlerin bu kadar tepetaklak olacağını kendileri bile tahmin edemedi. Hatta bir ara Türkiye’de İslami camialar arasında yüksek derecede okunan Mısırlı yazar Abdülhamid Bilalî dahi kitabında filme dair eleştirilerini eksik etmedi. Bunu eklememizin sebebi, İslam sosyolojisinin sinema sanatından o kadar uzak olmasına rağmen nedensizce bu filme takılmalarıydı.[1] En sonunda yönetmen Akkad, Ürdün’de kaldığı otelde bombalı bir suikasta kurban gitti. Bugün dahi filmin yankılarının sürdüğünü görüyoruz. İyi de halen İslam dünyasının en yüksek filmi olan ‘’The Messenger’’ öncesi veya sonrası benzeri bir örnek oluştu mu? Tabi ki de hayır. Fakat son yıllarda İran sinemasının hakkını yememek lazım. Bu konuda büyük ivmeler kazandırdılar.

1- İslam Devrimi’nden Sonra

İran sinemasını burada uzun uzun anlatmak yerine başka bir yazıda daha ayrıntılı anlatmak isteriz. Fakat birazdan aşağıda bahsedeceğimiz gibi İslam Devrimi’nden sonra dini sinemayı diğer ülkelere ihraç etme konusu, ağır Sünni dünyayı az buçuk çileden çıkarmıştı. Tabi araya şunu eklemeden olmaz: devrimin ana beyni Ruhullah Humeyni, İran’a döndüğünde ayağının tozuyla Beheşti Zehra kabristanında halka hitaben ‘’Biz sinemaya karşı değiliz. Biz radyo veya televizyona karşı değiliz. Biz yeniliğe karşı değiliz; biz ahlaksızlığa ve de fuhşiyata karşıyız’’ cümlelerini kullanmıştı. Görüldüğü üzere İslam Devrimi’nin ana beyni dahi sinemanın fıtratından bahsediyor ve bunun gerekliliğinden evvel batılı kültürü hedef alıyor. Kabul edelim ki bu aslında sadece Şii değil dindar Sünni dünyanın da toplumsal sanatında bir hedefti. Tabi bu mecradan bakarsak Türkiye ve İran arasında büyük uçurumlar olduğu görülecektir. Zira bizdeki en dindar sinema veya dizide oynayan veya oynamak isteyen kişi ilkin başka filmlerde en müstehcen sahnelerden geçmek veya İslami değerlerin dışında bir hayat tarzı benimsemek zorunda. Buna örnek olarak ‘’Diriliş Ertuğrul’’ dizisi ana karakterinin ve de onun gibi birçok aktörün bazı faiz ve eğlence temalı reklamlarda boy göstermesiydi. Bu diziyi örnek vermemizin sebebi de bu konunun az bir zaman öncesi Türkiye sosyolojisinde fazla dillendirilmesiydi. Tabi akabinde az da olsa muhafazakâr kesimin canını sıkmıştı. Fakat buna karşıt tepki ilginç ki; aynı hizadaki modern ve sekülerist muhafazakâr kanattan gelmesiydi. Bu nedenle de sosyal tabakanın (Türkiye’de en fazla %10 gibi bir rakam din olgusunu, siyasi vesayetin daha önünde görmek ister) beklediği şey, sanat ve görsel temanın tabi ki de dinsel olana değil siyasi karaktere uygun olmasıydı. Tüm bunlara bakıldığında da siyasetin din olgusuna şekil verdiği sonucu da kaçınılmaz bir gerçek oluyor. Bu olayı Türkiye’de kesinliği tartışılmaz bir durum olarak görmemiz mümkün.

Devrik Pehlevi ailesinin idaresindeki İran’da, Batı tarzı yaşam Beyaz Devrim ile kendini ön plana çıkarmıştı. Daha Kaçarlar döneminde Batılı yaşama karşı çıkan Ayetullah Hasan Müderris, Pehlevi dönemi baş muhaliflerinden Nevvab Safevi, ardından devrimi gerçekleştiren Ayetullah Humeyni, şimdiki dini rehber Ayetullah Ali Hameney gibi isimler, sinema (daha doğrusu Batı yoluyla gelen her türlü sosyal teknoloji araçları) ve televizyona dair endişelerini sık sık dile getirdiler. Hatta devrim öncesi İran’ın dini yönden en yüksek bölgesi Kum şehrindeki âlimler sinemanın haram olduğuna dair fetvalar çıkarıp televizyonu yasakladılar. Saf kendiliğinden oluşan bu karşıt hareketin sebebi de modern İran sinemasının benzersiz bir şekilde gelenekçileri hedef alıp İslami teoriye aykırı yapımlar olan müstehcenliği ön plana çıkarmış olmalarından kaynaklanıyordu[2] (Aktaş: 2015, s.80-81).

İran’da, ilk dönemler devrimin sürecini anlatan filmler, ilerleyen süreçte ise yerini uluslararası İslam (ümmet) konulu temalara bırakacaktı. Bunun altında elbette az biraz mezhebi ve siyasi propaganda olacaktı. Yalnız şurası unutulmamalıdır ki: İran’ın, Peygamberleri ve İslam dininin ünlü şahsiyetlerini konu edinen filmleri veya ağır dramatik rollerinin, dünya genelinde ciddi bir kitleye sahip olduğu görülüyor. Üstat Macid Macidi’nin çektiği ‘’Muhammed Resulullah’’ (2015) filmi gösterime girdiğinde, Avrupa’da yasaklanmakla kalmayacak filme karşı kampanyalar başlayacaktı; öyle ki arşivleri karıştırırsanız Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dahi filme dair uzunca beyanatını bulabilirsiniz. Tabi beyanatta hem övülen hem de yerilen cümleler oldukça fazlaydı. Bu da Diyanetin, siyasi ve toplumsal gerilimi dizginleme hamlesiydi denilebilir (3 Kasım 2016 fetvası, Diyanet TV). Sünni dünyanın, Şiilere karşı bir bardak suyu bile kendine haram görmesi, tarihsel süreçte yaşadıkları siyasal çatışmalardan kaynaklanıyordu. Bu nedenle İran yapımı sanat bir yana; böyle bir film onları daha da çileden çıkarmıştı. Bu da işin ayrı bir sosyolojik boyutu olsa gerek. Hatta ismini açıkça zikretmeden; Türkiye’de iktidar yandaşı bir gazeteci, ‘’İran’ın bu filmine karşılık bizde neden böyle yapımlar yok?’’ diye kıskançlıktan veryansın etmişti.

2- Müslüman Ülkeler Ne Durumda?

Bu başlık için birden çok yazar ve sosyolog, çeşitli eserler kaleme almıştır. Bunların başında merhum üstat Sayın Zahir Güvemli hocanın ‘’Sanat Tarihi’’ (1960) adlı eserinin ayrı bir yeri olduğunu düşünüyoruz. Türkiye ve Asya sinemasına dair bazı ilginç detaylı bilgileri de eserlerinde bulabilirsiniz.

Tunus, Fas, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan, Suriye, Filistin, Irak, Arabistan, Yemen, Ürdün, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Malezya, Nijerya, Afganistan, Tacikistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Endonezya, Özbekistan, Moğolistan, Pakistan ve Hindistan… İran ve Türkiye’yi listeye almamamızın sebebi, analizlerinin diğer alt başlıklarda yapılmasıydı. Acaba şu listeye bakan biri IMDb puanının dahi normal bir Batı filmiyle eşdeğer olduğunu iddia edebilir mi? Mesela çok ilginçtir ki; Kırgızistanlı yazar merhum Cengiz Aytmatov’un dünyaca meşhur eseri ‘’Toprak Ana’’dan uyarlama 1967 yapımı filmi, bırakın edebiyat ve sanatseverlerin; belki de Kırgızların kendisi dahi bilmez. Çok net bir şekilde görülüyor ki siyasi baskıların neticesinde toplum, sanatı unutabiliyor. Zaten makale boyunca da vurgulanmak istenen de bu tanımdı: Siyasi vesayetin altında bitkisel hayata dönen Doğu sanatı. Örneğin Saparmurat Niyazov, Türkmenistan’da, sinema salonlarından tiyatrolarına kadar hatta araba teyplerine muhaliflerin frekansları karışır endişesiyle radyo dahi her şeyi yasaklayan bir ülkede sanatsal tek bir ürün çıkaracaktı: o da altından heykeller! Tabi en yükseğinin de kendisinin olmak şartıyla!  Hatta aynı yıl Hürriyet Gazetesi manşetleri Saparmurat Niyazov’un ‘’Padişah, Peygamber, Halife, Güneş Kral’’ gibi unvanları alacağını gündeme getirdi (Hürriyet, 2001).

Son yıllarda ise Cengiz Han[3] (2007) ve birkaç tarihsel figürün canlandırıldığı Asya sinemasında suların durgun olduğu görülüyor. Ortaya çıkan ürünler sanatsal bakımdan izleyenlere vereceği mesajlar sadece milliyetçi propagandadan öteye geçmeyeceği kesindir. Daha doğrusu her türlü reklam ve tanıtımlarda bozkır savaşçılarının boy göstermesi ve yer yer gerilim müziklerinin çalınması milliyetçi kitlelerin işe yaramıştı. Bu doğal bir sonuçtu. Meşhur ‘’Dombıra’’ parçasını bilmeyen yoktur. Siyasi sahnelerde çalması bir yana bugün Müslüman halklar içinde radikal faşist ırkçılar hariç Cengiz Han’ı seven tek bir isim dahi yoktur. Neyse ki işin bu yönü de bize mizah olarak kaldı diyebiliriz!

Cezayir sineması devrim ve direniş yıllarından güzel ürünler ortaya koysa da şu an esamesi bile okunmuyor. Yine ‘’The Algeria Baetals’’ (1966) filmi halen dillere destan. Ayrıca ‘’Cemile Buhaytir’’ (1958) ve ‘’Ateş Yılları’’ (1975) filmleri de başarılı Cezayir yapımı ürünlerdendir.

Suudi Arabistan sineması ise şu sıralar büyü veya efsunla uğraşır durumda. Fakat ‘’Vecide’’ (2012) filmiyle dramda kendini öne çıkardı.

Mısır sinemasına ayrı bir paragraf açsak yeridir. Arapların ilk uzun metrajlı filmi ‘’Leyla’’ (1927) ve ilk Arapça diyalog filmi olan ‘’Evlad el-Zevat’’ Türkçe manasıyla ‘’Elitistlerin Çocukları’’ (1932) yapımı kendilerine aittir. Bu dönemde dünyaca ünlü meşhur gazeteci ve fikir adamı Muhammed Hüseyin Heykel’in romanı ve de modern dönemde Arap dünyasının ilk romanı olan ‘’Zeyneb’’in (1925) gösterime girmesi Mısır sinemasının başarılı örnekleri arasında gösterilebilir. Tabi Gabriel Yusuf Şahin gibi meşhur yönetmenlerin de Mısır’dan çıktığını unutmayalım. Onun 1963 yapımı Selahaddin Eyyubi filmi kendisine ilham olan yine başka bir yönetmen İbrahim Lama’dan gelir. Hatta ilk Selahaddin Eyyubi filmi 1941 yapımı olup kendisine aittir. 1970’te ise yönetmeni Süreyya Duru ve başrolünde merhum Cüneyt Arkın’ın oynadığı İran-Türkiye ortak yapımı olan Selahattin Eyyubi filmi gösterime girecekti. Tabi bu büyük komutana sinemada hak ettiği yeri veren tarih filmlerinin ünlü yönetmeni Ridley Scott olacaktı. Onun Kingdom of Heaven yani Cennetin Krallığı (2005) filmi olmasa belki sinevizyon ve sunumlarda Selahaddin tiplemesine can verecek karakter bulunmayacaktı. Bu filmde Selahaddin’e hayat veren meşhur Suriyeli aktör Gassan Mesud’tur. Kendisini Kurtlar Vadisi Irak (2006) filminde şeyh rolüyle karşımıza çıkıyor. Ayrıca şimdilerde TRT’de gösterimde olan Fatih dizisinin ilk bölümün girişinde sahabe Ebu Eyyub el-Ensari’yi canlandırmıştı.

Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika sineması için konuşmak henüz erken. Bunun sebebi ise siyasal idarenin despot tavırlarından sanata bir türlü alan bırakmamasıdır. Ayrıca bu ülkelerin konu bakımından işleyecekleri senaryolar tarihsel arşivlerde ne derece sağlam işin bu yanı da halen muamma.

Asya sineması varlığını tamamen Sovyet dönemi sanat okullarına borçlu olmasının yanında elinde olan konu malzemesini de siyasi propagandaya kurban etmişti. Suriye ve onun gibi birkaç ülke ise ülkelerine gelen sömürgecilere karşı verdiği destansı olayları işlemekte. Listeye Hindistan’ı almamızın sebebi ise modern dönem Hint sinemasının (Bollywood) aksine Ghandi ve anti-emperyalist figürleri ön plana çıkarmasıdır. Bunun yanında son yıllarda tek başına da olsa Amir Khan’ın Hindistan sineması adına emeklerini unutmamak gerekir. Fakat şu sıralarda Türkiye’ye de ihraç edilen Hindistan’ın fantastik ve kamera çekimi imgesel dizileri, ev hanımları ve işsizler için üretilen yapımlardan başka bir şey olmadığı görülüyor. Tabi diğer taraftan Bollywood gelenekçilere ve kendisinden ayrılan İslami Pakistan ve de Bangladeş’e karşı propaganda yapmayı da ihmal etmez.

Azerbaycan’a gelirsek; You Tube veya diğer sanat sitelerinde filmlere gelen yorumların çoğunluğunu elinde bulunduruyor. Sebebini söylemeye gerek yok sanırım! Unutmadan dünyanın ilk sinema ürünlerinden 1898 yılı ‘’Bibiheybet Petrol Fışkırması Yangını’’ (1898) Rus yönetmen Aleksandr Mişon tarafından çekilip Azeri sineması yapımıdır. Dünden bugüne hızla gerilemesi hatta üzerine koyacak tek bir yapımdan mahrum kalmasını nasıl açıklayacağız?

Endonezya-Çin ortak yapımı Selamünaleykum Pekin (2016) ise Ortodoks İslam dünyasından biraz daha rahat modern bir kültür benimseyen uzak Asya Müslümanlarının ilginç yapımlarındandır. Filmde her istediği yere gitmekte özgür olan bir kız, nişanlısına kızgınlığı sebebiyle kız arkadaşıyla gittiği Pekin’de tur rehberine sevdalanması ve arada gerçekleşen dramatik konuları işliyor. İlginç ki filmde örtülü kız na-mahrem (İslami fıkıhta kendisine nikâh düşmeyen kadın ve erkek) olan rehberin elini sıkıp selam vermezken en eğlenceli yerlere gitmeyi ve beraber resim çekmeyi ihmal etmezler. Filmin sonunda ise birbirlerine sevdalanıp evlenirler. Romantik muhafazakâr sinema yukarıda bahsettiğimiz İran filmlerinde de kendini göstermeye başlamış durumda. Tabi bu işin en Nirvana hali ülkemizde mevcut. Öyle ki ‘’Kızılcık Şerbeti’’ dizisinde İmam ve mahallenin zengin muhafazakâr kızının elitist sevdaları reyting yapmış durumda.

Neticede yukarıda kaotik şekilde verdiğimiz İslam dünyasında sinemanın tarihsel serüveninin açıkça akla yatmadığı görülüyor. Belki de halen Ömer Muhtar veya Çağrı gibi filmlere hayranlığımız ve bunları izlememizin sebebi alandaki açlığımızın sonucudur. İslam dünyası sanatı Anthony Quinn’e müteşekkirdir diyebilir miyiz?

3- Sinema ve Propaganda

Hitler’in propaganda bakanlarından söz edecek değiliz. Ulusalcı ülkelerin sanat derken vazgeçilmez bir silahı vardır ki herkes bilir: görsel propaganda. Her ne kadar bangır bangır bağırıp ‘’biz sanatta daha evrenseliz!’’ diyenler varsa da hiçbir zaman evrensel ol(a)madılar. Liberal dünyanın ve kapitalizmin en yüksek şatosunda bile yankee askerlerinin, dini ve emperyalist sinemaları uygulanmakta. Bizde de buna öncülük eden kanalların başında şimdilerde TRT gelmekte. Dini yapımlar dahası üçüncü dünya ülkelerinde bunu açıkça vurgulamak gerekirse: İran harici çoğunda büyü, sihir, haç, kilise veya merdiven altı korkunç tipli hocalar gelmekle kalmayıp; anti-tezinde, devletler, dinin görevli memurları olan cami imamları veya medyada dokunulmayan imaja ait bir din adamı karakteriyle, gerçek dinin bu şekilde olduğunun vurgusunu yapmaktadırlar. En basitinden Kemal Sunal’ın en çok izlenen filmlerinden olan ‘’Üç Kağıtçı’’ (1981) filminin hemen ilk sahnesinde, arkasına aldığı cemaatiyle beraber yağmur duasına çıkan imajı bozuk bir hocayı izlemekteyiz. O sırada da Almanya’dan dönen Rıfkı (Kemal Sunal), cemaatin yağmur duasına gittiğini öğrendikten sonra itiraz eder. Ardından köyün cami imamı Rıfkı’yı görür ve tokalaştıktan şunları dile getirir ‘’herhalde orada da bizimkiler gibi yağmur yağdırmak için bir geri kafalının peşinden giden yoktur’’ der. Buradaki bütün kırtasiyeyi bir kenara bırakınız: binlere hatta milyonlarca kişiye fikirleri, ideoloji veya her türlü telakkiyi ağız yolu vermeniz mümkün olmayabilir. Fakat görsel sanat tam aksine tek seferde 10 milyon kişiye tek bir camdan sesli veya sessiz yapay ekrandan el sallar. İşte biz buna sonuç olarak dijital propaganda deriz. Fakat bu negatif bir olay değildir her zaman. Olumlu izahatlı propaganda da işe yarayabilir. Ve her halde şu an merhum üstat Mustafa Akkad’ın ‘’Müslümanlar için sinema’’ mesajından ne demek istediği anlaşılmıştır.

4- Bizdeki Sinema

Osmanlı’nın sonlarına doğru gösterime giren bizdeki sinema, kökünü lirik ve mizahi edebiyat arşivinden alacaktı. Herkesin aklına beklenti olarak muhafazakâr veya dini bir sinema geleceğidir fakat tam tersi; oynanan ilk filmler seküler meyanda olup baya bir tartışmaya neden oldu. Hatta İstanbul’da bazı yerlerde müstehcenlik şikâyeti ile filmler yasaklandığı gibi İzmir’de kadınların sinemaya gitmeleri dahi yasaklanmıştı. (Yorulmaz: 2010, s.34)

Sosyal müstehcenlik görüldüğü gibi Osmanlı’nın son dönemlerinde gelen bir akımdı. Ardından Batı’ya karşı freni tutturamayan cumhuriyet dönemi sanatı, işi daha da değişik uç noktalara taşıdı. Burada Muhsin Ertuğrul beyi ne kadar konuşursak faydasız kalacaktır. Çünkü ideolojik ve propaganda yönünden dindar ve muhafazakâr imajı bozmaktan öteye farklı bir tema işlememişti. Hatta öyle ki bazı sinemalarda yapımları halkın damarına bastığı için sorunlu kargaşaya neden oldu. Kesinlikle seküler cumhuriyetin sanattaki, muhafazakâr sosyolojiyi hedefe oturtmasının temsilcisiydi.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tek partili döneminin ender yönetmeni olan Muhsin Ertuğrul, gelenekseli gözden düşürme vazifesini ilk yüklenen yönetmen olmuştur. Bu nedenle Türk sinemasında din, dindar ve din adamı adına kullanılan bütün olumsuz klişeleri icat eden yönetmen Muhsin Ertuğrul’dur. Musahipzade Celal’in tiyatro eseri “Aynaroz Kadısı’’nı (1938) yılında sinemaya uyarlayan Ertuğrul, böylece “rüşvetçi, hilebaz, şehvet düşkünü ve haklının değil kudretlinin yanında saf tutan din adamı” şablonunun Türk sinemasındaki ilk örneğini ortaya koymuştur. Hemen ertesi yıl çektiği Bir Kavuk Devrildi (1939) adlı filmi ile de etkisi yıllarca sürecek olan menfi tutumunu devam ettirmiştir.  Ateşten Gömlek (1923), Ankara Postası (1928), Bir Millet Uyanıyor (1932) gibi filmler yeni rejimi sağlama almak için insanları padişahçılar ve Kuvay-ı Milliyeciler diye ikiye ayıran bir çizgiyi ortaya koyar. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda Atatürk’ün yanında yer alan din adamları, öyle bir manzara vermese bile, sinemacılara göre dindar insanlar hep saltanatçı ekiptedir. Vurun Kahpeye (1949) filminde sunulan Hacı Fettah tiplemesi, zaman içinde bir girdaba dönüşür ve tarihi gerçekleri bile tahrif eder. Bu dönemin filmlerinde eskiyi temsil eden hacı, hoca, kadı karakterleri “hain, işbirlikçi, yalancı, düzenbaz” tiplemeler olarak yansıtılmıştır. Yeniyi temsil eden öğretmen, doktor, mühendis ise “vatansever, çalışkan, dürüst” insanlardır. (Yorulmaz: 2010, s.39-40)

Daha sonra darbeler döneminde işçi ve sosyalist takımın temsilcilerinin kümelendiği Yeşilçam dediğimiz platform sayesinde, siyasi temaslara ve de dini sinemaya kapı aralanacaktı. Tabi dini sinema da baya bir zaman dilimine yayılacaktı. Hemen ilk örneklerine bakalım:

Hazreti Ömer’in Adaleti (1961),

Mevlid: Süleyman Çelebi (1962),

Hazreti İbrahim (1964),

Hazreti Yusuf’un Hayatı (1965),

Hak Yolunda Hz. Yahya (1965),

Horasan’dan Gelen Bahadır (1965),

Hazret Eyyüb’ün Sabrı (1965),

Veysel Karani (1965),

Yahya Peygamber (1965),

Cennet Fedaileri (1965),

Horasan’ın Üç Atlısı (1965),

Hazreti Süleyman ve Saba Melikesi (1966),

Hazreti Aişe (1966),

İbrahim Ethem İlahi Davet (1966),

Hacı Bektaşi Veli (1967),

Ali ile Gül: Hak Âşıkları (1967),

İslamiyet’in Kahraman Kızı (1968),

Kâbe Yollarında (1969),

Anadolu Evliyaları (1969),

Ebu Müslim Horasani (1969),

Allah’ın Aslanı Ali (1969),

Yusuf ile Züleyha (Hz. Yusuf) (1970),

Hazreti İbrahim (1972),

Rabia (1973),

Rabia (1973),

Hz. Ömer (1973),

Hz. Ömer’in Adaleti (1973),

Yunus Emre Destanı (1973),

Bilal-i Habeşi (1973),

Gönüller Fatihi Yunus Emre (1973),

Pir Sultan Abdal (1973),

Hz. Yusuf (1973),

Kız Evliya/Sarı Kız (1973),

Mevlana (1963),

Hz. İbrahim ve Nemrut (1979),

Hz. Yahya ve Prenses Salome (1988), (Işık: 2018, s.819).

Bu kategori, Türkiye’nin siyaset olarak en çalkantılı yıllarına denk gelmişti. Bu filmlerde rol alan kişiler ise Yeşilçam’ın en önde gelen isimlerindendi. Işık’a göre bu yapımların birden fışkırması o dönemki siyasi havanın ideolojik kutuplaşmaya ayar vermesini yanında dürüst, hayırlı ve iyi imajının topluma doğrudan aksettirilmek istenmesiydi (Işık: 2018, s.816) Fakat çok değil on yıl sonra rejimi sorgulayan ve muhafazakârların tarihsel duygularını ön plana çıkaran ürünlerin verilmeye başlandığı görülüyor:

İskilipli Atıf Hoca (1993),

Reis Bey (1988),

Bize Nasıl Kıydınız? (1994),

Minyeli Abdullah (1989),

Yalnız Değilsiniz (1990),

Garip Bir Koleksiyoncu (1994),

Ölümsüz Karanfiller (1995),

Sonsuza Yürümek (1991),

Kanayan Yara-Bosna Mavi Karanlık (1994).

Şunu ciddi ciddi yazmak istiyoruz: sonraları Samanyolu gibi kanallarda boy gösterecek olan kişiler, önceki rejime dair eleştirileri ile İslami sinemanın ilk türlerini verdiler. Emine Şenlikoğlu’nun ‘’Bize Nasıl Kıydınız?’’ filmi bu dinamiğin ilk seviyesi olmuştu. 80’li ve 90’lı yılların ağır cuntacı ve Kemalist ideoloji idaresini eleştiren bu filmde, hocasına sevdalanan bir genç kızın, hocası sayesinde hidayete ermesini işliyor. Hocası derslerde İslami terimleri kullanınca okul idaresi tarafından derhal fişlenir. Ardından idarenin şikâyeti ile okuldan ihraç edilir ve devlet tarafından hapse mahkûm edilir. Film, Türkiye’deki dindarların heyecanını baya arttırmıştı o dönemde.

80 ve 90’lı yıllarda gösterime giren Reis Bey, Minyeli Abdullah, İskilipli Atıf Hoca ve Garip Bir Koleksiyoncu gibi filmler de İslami sinemaya dâhil olacaktı. Ardından şimdilerde de her gün oynatılan TGRT’nin İslam tarihinin bilgin ve tasavvufçularının biyografilerini (belgesel ve karışık türden konular olduğu için yukarı listede ele almadık) ele alan yapımlar görecektik. Siyasi ve kültürel dinamiği canlı heyecanlı bir sosyolojisi vardı ülkenin. Akabinde 2000’lerde siyasi otoritenin değişimi ile artık İslami sinema yavaştan yerini modern yapımlara ve romantik Türk-İslam sentezine kaydıracaktı. Said Nursi ve 68 Kuşağı’nın edebiyatçıları da bu dönemlerde ekranlara yansıyacaktı. 2010’larda kendini gösteren Romantik muhafazakâr sanat, 2020’lere geldiğinde ise artık İslam dünyasında dahi romantik olacak ve de ‘’Aslında dini sinema benmişim’’ diyecekti. Az önce rejim karşıtı mücadeleci sinema, hemen de yerini ‘’Oğul devlete itaat farzdır’’ şeklinde milliyetçi-muhafazakâr ve romantik bir havaya bıraktı. Bunun yanında köşe bucakta mümincik pembe tişörtlü Osman ve Ömer’ler, Sevda ve Ayşe ile beraber ‘’Huzur Sokağı’’nda buluşup ardından ev içi entrikalar ile karşımızda duracaktı. Ve artık İslami sinema ya da dini sinema ‘’Kızılcık Şerbeti’’ ve ‘’Kızıl Goncalar’’a emanetti. Bunlar hakkında da yorum yapmamızı beklemezsiniz herhalde! Netice olarak; sözde İslami dava ve bu konu etrafındaki klikler, dikkat ediniz; İslam’ı, milliyetçi romantik muhafazakâr yaşantılarının yanına bir süs imajı vermekten imtina etmediler. Fakat bu bir özne değildi bizzat Türkiye sosyolojisinin (sosyal medya romantik İslamcılığının talebi) ekranlara yansımasaydı.

Olay şuydu: elindeki mevcut argüman ve malzemeyi kullanmak için ülke siyasi konjonktüründen kendi sanatın için izin aldıktan sonra ihtiyaç duyulan yapımı buluyorsun. Sonra tasavvur edemeyeceğin birkaç zengin arşiv eline geçiyor ve mevcut propagandayı, karşı tarafa doğru kullanıyorsun! Fakat bir şey vardı ki; hem kendi tarafınızda hem de karşı tarafın rahatsız olmayacağı, o ülkenin bir köşesinde kalmış idari kompozisyonu devreye giriyor ve size yeni yeni sanatsal bölünmeler sunuyor ama yine unutulan bir şey vardı ki, sinematografi veya sansür seviyesi ya da açıkça sinema kalitesi kitleleri ne şekilde bağlayacaktı? Burada yapay olmayan türdeki işler, yine üst idare-toplum veya tepeden değişim kültürünü oluşturarak o yöne doğru gelişme gösterecekti. En sonunda da argüman basitleşip, dini ve mistik olanın da bütünüyle, hem hedef hem de içi tamamen boşalmış bir ‘’kazanımı’’ nihayete ermiş olacaktı. Tamamıyla doğallıktan uzak Metro-sanat bölünmelere de örnek olabilecek türden bir gelişme arz etti. Bu bakımdan Batı sinemasını Doğu sinemasından ultra ileri bir seviyede olduğunun kabulüne şimdilik razı olmak zorundayız. Şimdilik değil razıyız hatta. Paragrafı anlamayanlar için: sanat, üst siyasi idare sopasını sırtında görmediğinde sanat olacaktır elbette.

En genç sanatlardan olan sinema, ortaya çıktığı günden günümüze kadar teknolojinin getirdiği olanakları da kullanarak kendini sürekli yenilemekte ve geliştirmektedir. Panayır çadırlarından çıkıp milyonlarca insanın zihnine dokunacak bir güç haline gelmiştir. Küreselleşme ile elde ettiği bu olağanüstü güç birçok kesimin de dikkatini çekmektedir. Din ise küreselleşme ile birlikte birtakım sıkıntılar ve yabancılaşma açmazı içine sürüklenmiştir. Küreselleşeme ile birlikte kitle iletişim araçları sayesinde dünyanın en ücra köşelerine bile taşınan modernizm ve sekülerlik fikirleri dinin yaşadığı sıkıntıların en başat aktörelerindendir. Dinler, üzerinde oluşturulan algıyı kırmak ve kendi kutsal değerlerini diğer toplumlara ulaştırmak için, çağın en güçlü imkânları olan kitle iletişim araçları ve sinemadan etkin bir şekilde yararlanmaya çalışmaktadır. Dini kesimler tarafından sinemanın bu muazzam potansiyelini yok sayan bir kutupta kalmamıştır. Tam tersi dini çevreler, kendi kutsal argümanları ile bezedikleri filmler sayesinde diğer inanç grupları üzerinde bir etki ve albeni oluşturmak için sinemayı kullanmaktadır. Dini çevreler sinemayı, zararlarından ve kötülüklerinden kurtararak bir nevi onu ıslah ederek yararlanma imkânı elde etmek istemektedir (Karataş: 2019,  s.59).

Müslüman toplumlarda sinematografın nasıl kullanacağı bilgisinden yoksun olma durumu aynı zamanda kendi fikri taassup ve de düşünsel zemininin buna müsaade edip etmeyeceği konusuyla doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle sinematografa ilişkin yorumlar henüz ulemanın asli meselelerinden olmamakta, fakat belirli bir sınıfsal, dinsel bir grubun sahip çıktığı bir konu olarak kendini göstermektedir. Zira sinema bir benzeme sorununa dönüşmektedir. Bu çekingen durumun benzeri İran’da ve Mısır’da da görülmektedir. Batılı zevkin görünür olduğu ve tutunduğu yerler, caddeler, onun geniş halk kitleleri ve kanaat önderleri arasında güçlü bir sorun oluşturmaktadır. Bu durum bu ülkelerde sinemanın daha çok gayrimüslimlerin elinde genişlemesine adı konmamış bir biçimde olanak vermektedir (İlkeanaliz.net, Gökçek: 2022).

Zaruri bir not

Batılı sinema akıl almaz biyografiler üretmekte. Türkçeye çevrilmemiş daha binlerce yapım mevcut. İslam toplumunda ise tanıtılan biyografiler muallakta kalmış; ittifak edilen de bir elin parmağını geçmez denilebilir. Şahıs da öyle biri olacaktı ki ne siyasi ne de toplumsal eleştiriye maruz kalınmamalıydı. Bu fikir halen de ön planda. İyi de Doğu’da bu sanat nasıl gelişim gösterecek? Gösterime giren biyografiler ya ulusalcı ya da kadın ve aşk teması arasında bocalıyor. Arşivlerde yüzlercesi mevcut. Fakat sanatın, mutlakiyetçi bir ortamda (tam tersi de olsa bu defa dejenere ve olumsuz gösterilen yapımlar olacağı kesindir) bırakın eleştirmenleri sosyal medyada linç edilip ardından tüm ekipçe dövülmesi ve de şimdilerde bunu akla getirmek bile başlı başına bir korku aksiyonudur. Peki soruyoruz: Doğu sanatı, şimdi nereye? El cevap: koca İslam dünyasında korkudan sinemaya yanaş(a)mayan ulemadan birinin şeytanın bacağını kırdığında.

Sonuç

Neticede İslam coğrafyasında sinema, genelde kitlelerin bir değer ve büyük bir işlev addettiği, sorunların azami derecede çözülebileceğine ilişkin inancını yitirmeyen, istenileni şimdilik yapmayan fakat yapması ümit edilen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette Sinema, Müslüman coğrafyaya bir tartışma sorusu olarak girdi. İlk tartışma bir hedef ile ilişkiliydi.  Meseleye iyimser yaklaşanlar modernitenin bir tamamlayıcısı olarak sinemaya, bazen radikal bazen de naif bir ikmal aracı olduğu yönünde bir anlayış geliştirdi. Ancak moderniteyi bir yerinden etme sorunu olarak görenler ise sinemanın yozlaştırıcı etkisi olduğunu düşünmekteydi. İslam coğrafyası, Batı dışı coğrafyayı kendi kimliğini inşa ederken duyduğu bir imgeler toplamı olarak görürken Batı dışı ülkelerin “gelişme” tecrübelerinde görülen ulusal kimliği koruma önceliğiyle devam eden modernleşme hem bir fırsat hem de sorun oluşturuyordu. Modernite, Batı’daki gelişmeleri yakın mesafeden takip eden ülkeler için ikircikler, karşıtlıklar cenneti/ cehennemiydi. Moderniteye bir gelişme umudu ya da kötümserlik şerhi arasında bir bakış sinemanın da kaderini erken dönemde şekillenmesine neden oldu (Gökçek: 2022).

Herhalde görünen o ki dini sinema uzun bir süre daha başta siyasal hegemonya ve pısırık ulema kıskacında yalpalamaya devam edecek. Birkaç defa başarının ucundan kaçan bu büyük fırsatın ne zaman geri geleceği ise muamma. Tüm bunlar dahilinde bizdeki dini sinemanın hedefi hem tuhaf hem de kasvetli görünüyor.

Canlı Taşlar

֍ Türkiye’de Hz. Yusuf filmini izleyen insanların %80’i filmin İran yapımı olduğunu kesinlikle bilmiyor. Aynı şekilde ‘’The Messenger’’ filmi oyuncularının Müslüman olmadıklarını bizim toplum yeni yeni öğrendi. Bir kısmı da halen bilmiyor.

֍ Seküler Cumhuriyetten önce Osmanlı Sineması’nda ‘’Binnaz’’ adlı filmde açıkça müstehcen sahneler oynatılmıştır. Osmanlı’da müstehcen sanatı geçtim sinema var mıydı yok muydu muhabbeti de daha nihayete ermemişken böyle bir şey söylemek abes olmaz sanırım!

֍ Ülkemiz sinemasının son durumu nedir derseniz? Ferah Zeynep Abdullah gibi her filmde Batıcı, şımarık, entrikacı kadın ve elitist tipi canlandıran gecesi gündüzü magazincilik olup toplumdan uzak olanların, toplumsal sinemanın babası Yılmaz Güney’i; ilginçtir ki kadın hassasiyeti üzerinden eleştirmesini tartışıyor. Tabi meşhur iki yönetmenin sosyal medyada topluma ve sanata hiçbir faydası olmadan birbirlerine sataşmasını da ekleyebiliriz.

֍ Türkiye’de liberal dönemin girişi yani 1950’li yılların başlarında bazı sinema salonları halkın samimi dini duygularını sömürdüğü görülüyor. 1952 yapımı ‘’Hac Yolu’’ belgeseli oynatılmadan önce izleyicilere filme abdestli gelmeleri söylenmiş hatta dikkat ediniz ki sinema ekranının etrafında 7 defa dönmeleri istenmiştir.

֍ Mustafa Akkad’ın suikast plancısı Sacide er-Rişavi, 2015’te İşid tarafından canlı yayında yakılarak öldürülen Ürdünlü pilota kısas olarak Ürdün idaresi tarafından 4 Şubat sabahı asılarak idam edildi. Bu bilgiyle bir şey yapılır mı bilmiyorum gerçekten.

֍ ‘New York’ta Beş Minare’’ (2010) filmini hatırlayanlar bilir. Filmde, Türkiye’de kurulan Hizbullah cemaati lideri Edip Gümüş’ün soy ismi ile diğer bir lider Hacı İnan’ın isim alınarak mesaj verilmeye çalışılmış. Çünkü filmde Hacı Gümüş (Haluk Bilginer) rolündeki kişi uluslararası ılımlı İslam’ın temsilcisi rolüne sahipti. Bu nedenle senarist ve yönetmen Türkiye’deki fundamentalist yapılar için ılımlı mesajlar vermeyi denedi. Bu filmler şu anda izlenen romantik İslamcı ürünlerin kökenini oluşturdu.

֍ 2011’de gösterime giren ‘’Hür Adam’’ filminde, Said Nursi Bediüzzaman ve Atatürk’ün diyalog sahnesinde fen ve ilimle ilgili güzel konuşmalar geçtikten sonra Said Nursi’nin, dinin sosyal inkılaplar üzerindeki otoriterliğini saf dışı bırakmak isteyen Atatürk’e karşı hiddetlendiği görülüyor. Bu şekildeki bir sahne ülkemizde gerçekten bir ilkti.

֍  Geçen yıllarda TRT Tabi kanalında İbni Sina (ö.1307)’nın çocukluğu gösterime girdi. Dizide Sina özgürlükçü, modernist ve geleneğe karşı kendini beğenmiş şımarık ve herkesten zeki bir çocuk tipiyle karşımıza çıkıyor. Hatta bir sahnede kadınlara neden medrese kurulmuyor diye Vali’yi Kadı’ya şikâyet eder. Davayı da Hazreti Peygamber (s)’in bir hadisine bağlayarak kazanır. Kadı efendinin önünde kendini beğenmiş ve akıllı modern yeniliğe açık çocuk profili muhafazakâr üst elitizme hitap etmesinden başka bir şey değildi. Ayrıca iktidar kanalı olması hasebiyle seküler muhaliflerin de imajını kazanmak gibi bir atılım oldu da diyebiliriz.

֍ Çok çok ilginç bir çıkmazdan bahsedelim. Türkiye’de örtülü muhafazakâr temsili kadın aktörlerin tek bir tanesi bile sosyal hayatta örtülü olmayıp aksine çoğu mankenlik işinde. Hatta bir dönem İslami mücadelenin kadınları bugün modernizm ve seküler medyanın finansını elinde bulunduruyor hatta bu konuda eskileri bile tasfiye hareketine giriştiler. Hatta ve hatta en çok izleyici kitlesi ise yine aynı tabanda bulunuyor nedense. İşte bu akıl almaz olaylar artık tez ve makale konularına girmiş durumda. Bu yazıları yazan kişinin de ömrü boyunca bu hareketin kininden çıkmayacağı kesindir.


Dipnotlar

[1] Filmde, Sahabelerin kıyafetleri başta olmak üzere tarihsel kronoloji ve de Müslüman olmayan aktörlerin rol alması kızgınlığın ana nedenlerindendi. Ayrıca yönetmenin stili ve sanatı direkt örgütün gözüne batıyordu. Dahası 2005’te Evrensel haber gazetesi olaydan sonra El-Kaide’nin eyleminin ‘’Otelde, Müslüman topraklarda işgalci konumunda olan birçok Yahudi ve Haçlı varlığı destekçisi olduğu’’ gerekçesi gösterilerek gerçekleştiğini aktarır (Evrensel Haber, 11 Kasım 2005).

[2] İslam Devrimi öncesi döneme ait yapımlar ‘’Film Farsi’’ adıyla Farsça olarak You Tube gibi sitelerde tekrardan gösterime girmiş durumda.

[3] Bu kötü şöhretli ünlü şahsın biyografisine ait 1950, 1992 ve de 1998 yılı yapımı farklı filmler mevcut olmasına rağmen 2007 yapımı filmi diğerlerine göre daha zirvede olduğu görülüyor.


Kaynakça

Bilal Yorulmaz, Sinema Ve Din, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2010.

Cihan Aktaş, Şark’ın Şiiri İran Sineması, İz Yayıncılık, İstanbul 2015.

Evrensel Haber, 2005. https://www.evrensel.net/haber/166882/cagri-nin-yonetmeni-el-kaide-kurbani.

İbrahim Karataş, Sinema Ve Din Arasındaki Paradoksal İlişkinin Örnek Filmlerle İncelenmesi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 2010.

Hürriyet Haber, 2001. https://www.hurriyet.com.tr/dunya/turkmenbasini-padisah-ilan-edecekler-39223864.

Mehmet Işık, Türk Sinemasında ‘’Hazretli Filmler’’ Döneminde Çekilen Dini Filmlerde İdeoloji Ve Özne, Turkish Studies Social Sciences, Sayı:13/18, Ankara 2018.

Yusuf Ziya Gökçek, ilkeanaliz.Net, 2022. https://platform.ilke.org.tr/analiz/islam-cografyasinda-musterek-sinema-imkani-uzerine-notlar

Zahir Güvemli, Sinema Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul 1960.