Yeşilçam ve birçok Hollywood yapımından aşina olduğumuz melodram; kurtarılmayı bekleyen genç kız, iyi adam, kötü adam ve safdil duygular gibi belirli kalıplarla karşımıza çıkar. Tragedyanın değişmiş bir hali olan bu tür, çalkantılı sosyal ve ekonomik dönemlerde egemen güçler tarafından toplumu yeniden tesis etme amacıyla da kullanılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’yla cepheye giden erkeklere yiyecek, giyecek ve silah temini için evin dışına çıkması ve çalışması beklenen kadınların ikna edilmesi için genellikle bu tür filmlerden yararlanılmıştır. Bu türle servis edilen güçlü ve üreten kadın imgesi, savaştan sonra erkeklerin eve dönmesiyle eski haline döndürülmeye çalışılmış ve ideal kadın imgesi olarak evinde oturan ve ailesiyle ilgilenen kadın oluşturulmak istenmiştir. Bu tarihi arka plan içinde melodram türünü, sinema tarihinde saygın bir çerçeveye sokabilen en önemli yönetmen şüphesiz Douglas Sirk’tür. Universal Stüdyoları’na girdikten sonra birçok melodram çeken Douglas Sirk; renkleri ve yansıtıcı yüzeyleri özgün bir tarzda kullanmasıyla ve filmlerinin alt metinlerindeki toplumsal eleştirileriyle melodrama yeni bir soluk getirmiştir. Jean-Luc Godard’ın Cahiers Du Cinema dergisinde yer alan Douglas Sirk ile ilgili yazısından sonra Sirk’ün sinemasına dair yapılan analizler gelişmiş ve artmıştır. Kendisinden sonraki birçok yönetmene ilham olan Sirk’ün en büyük hayranlarından biri Yeni Alman Sinemasının önemli yönetmenlerinden olan Rainer Weiner Fassbinder’dir. Alman yönetmenin “Ali: Fear Eats The Soul” filmi, hayran olduğu usta yönetmene karşı bir saygı duruşu niteliğindedir.
All That Heaven Allows (Her Şey Senin İçin) ve Ali: Fear Eats The Soul(Ali: Korku Ruhu Kemirir) filmleri birbirlerine “benzemeyen” çiftleri merkeze alır. All That Heaven Allows; orta sınıftan dul bir kadın olan Cary’nin, kendisinden yaşça küçük bahçıvanı Roy’la olan ilişkisini anlatır. Aralarındaki ilişki sınıf ve yaş çatışmasından ötürü Cary’nin çocuklarından ve saygın çevresinden kabul görmez. Orta sınıf ahlakı, dul bir kadının ya kendisine yakın statü ve yaştaki biriyle evlenmesini ya da zamanını televizyonun başında ve arada arkadaşlarıyla bir araya geldikleri yemeklerde vakur görüntüsünden hiçbir şey kaybetmeden geçirmesini bekler. Cary ise kalbine söz geçiremez.Kasabadan uzakta yaşayan ve kendi değerlerine inanan bahçıvan Roy’a âşık olur. Fakat çocuklarından ve çevresinden gördüğü tepkiler onu ilişkiyi bitirmeye iter. İlişkilerini bitirdiklerini duyan çocukları mutlu olurlar ve ahlak kurallarının beklediği üzere annelerine birer televizyon hediye edip kalan hayatını evde bu sihirli kutu karşısında yalnız bir şekilde geçirmesini isterler.
Ali:Fear Eats The Soul’da ise birbirine benzemeyen tarafları Alman bir temizlikçi kadın olan Emmi ile Faslı göçmen bir işçi olan Ali oluşturur. Emmi işten eve giderken ıslanmamak için girdiği barda Ali’yle tanışır. Ali, Emmi’yi dansa kaldırır ve Ali’nin bozuk Almancasına rağmen ikili arasında yürekten bir ilişki doğar. Fassbinder, All That Heaven Allows’dan ayrı olarak filminde ırksal gerilimi de konu edinmiştir. Beklenildiği üzere bu ilişki de çevreden ve Emmi’nin ailesinden kötü tepkiler alır. Oğulları ve kızı tarafından hakarete uğrar, arkadaşları tarafından dışlanır, her zaman alışveriş yaptığı esnaf onlara satış yapmaz olur. Emmi iyimserdir fakat ailesinden ve çevresinden gördüğü tepkiler onun ve Ali’nin “ruhunu kemirir.” Emmi toplum tarafından sindirilmiştir. Ali’ye karşı daha despot biri olur, yeni gelen iş arkadaşına Yugoslav olduğu için farklı bir muamele göstermekten geri durmaz, evine davet ettiği arkadaşlarına Ali’yi bir obje gibi sunar. Gururu incinen Ali, evi terk eder ve önceden tanıştığı barmen kadınla birlikte olur.
İki filmin sonu da mutsuz-mutludur. Çocukları kendi hayatlarını kurarken televizyon başında yalnız kalmak istemeyen ve kendi kararlarını kendi vermek isteyen Cary, Roy’a geri döner fakat Roy çatıdan düşmüş ve beyin sarsıntısı geçirmiştir. Roy kendine gelirken Cary, Roy’un elinden tutar ve tekrar birlikte olurlar.
Emmi ise Ali’yi kaybettikten sonra üzülür ve ona yanlış yaptığını anlar. Onu tanıştıkları barda bulur ve tekrar dans ederler. Emmi, Ali’ye şu sözleri söyler: “Bir aradayken birbirimize karşı nazik olmalıyız. Aksi takdirde hayat yaşanmaya değmez.” Ali dans sırasında inleyerek dizleri üstüne çöker. Doktor, yabancı işçilerde stresten dolayı sıkça karşılaşılan mide ülseri olduğunu söyler. Emmi, Ali’nin elini tutar ve ağlar.
İki filmin sonu da açık uçludur. İki çiftin de bir araya geldiğini görürüz ve diğer bir melodram kalıbı olan “sonsuz mutluluk” ideali seyirciye sunulmuştur. Muhtemelen Ali’nin ve Roy’un hastalıkları da iyileşecektir fakat bu iki çiftin yaşadıkları bize, onların hayatını zindan eden ve ruhlarını kemiren hastalıklı ahlak kurallarını ve toplumun bireyi baskı altına alma ve şekillendirme gücünü düşündürür. Bunlar bitecek gibi görünmemektedir. Bu yönüyle iki film de melodram türü içinde yeni bir anlatı oluşturmuş ve yaşadıkları topluma karşı bir eleştiri hüviyeti kazanmışlardır. Orta sınıf ahlakının kadına bakışını All That Heaven Allows filmindeki bir sahne çok iyi özetler:
Cary’nin kızı filmin başlarında kadınların da ölen eşleriyle beraber canlı canlı gömüldükleri eski Mısır geleneğinden bahseder ve elbette artık böyle yapılmadığını söyler.
Cary ise cevap verir: Yapılmıyor mu? En azından Mısır’da.