“Her şeyini verip hüsrana uğradığında anılarının ağırlığı altında eziliyor insan.”
Aki Kaurismäki’nin 1990 yapımı The Match Factory Girl filmi, Proleterya Üçlemesi’nin son filmi olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmenin nev’i şahsına münhasır sinema stilinin devam ettiği bu film aynı zamanda Hans Christian Andersen’in Kibritçi Kız masalının Finlandiya toplumuna uyarlanmış halidir.
Kaurismäki’nin duygu sömürüsünden uzak sineması ve bu bağlamda yarattığı, Albert Camus’nun tabiriyle “absürd” karakterler, topluma uyum sağlayamamış, dışlanmış, kendi halinde karakterlerdir. Bu “bohem” bireyler, çoğunlukla bir işçi, bazen bir müzik grubu üyesi, bazen bir avaredir…
Film, bir kibrit fabrikasında işçi olarak çalışan Iris’e odaklanıyor. Iris rutin olarak işe gider, çalışır, eve gelir. Eve gelince ev işlerini yapar. Ailesiyle iletişimi sınırlı olmakla birlikte Iris son derece yalnız biridir. İş yerinde de iletişim kurmaz. Bu tekdüze hayatında kendine ayırdığı sınırlı vakitte kitap okur veya bara gider. Gittiği barda bile insanların dikkatini çekmeyen Iris’in aradığı şeyin aslında hayatın keşmekeşinde sığınabileceği bir liman olduğunu Kaurismäki’nin mizansenlerinden anlıyoruz. Öyle ki, Iris bir gün aldığı maaşın önemli bir bölümüyle gece kıyafeti alır. Son derece şık bir şekilde bara giden Iris, bu defa tanıştığı biri ile birlikte olur ve bu birliktelik sonucu hamile kalır. Beraber olduğu Aarne, hem çocuğu hem de Iris’i istemediğini net bir şekilde belirtir. Iris’in hamile olduğunu öğrenen ailesi ise onun evi terk etmesini ister.
Iris’in karakter dönüşümü de tam olarak burada başlar. Film boyunca yumuşak başlı, uyumlu, sessiz ve edilgen biri olan Iris, bu noktadan sonra etken biri olarak ona bunu yaşatanlardan intikam alan bir anti-kahramana dönüşür. Sırasıyla aşkı bulamadığı Aarne, ona asla destek olmayan ailesini ve barda onunla tanışmak isteyen birini fare zehiri ile öldürür. Bir nevi hayatındaki bu bencil insanlardan arınır. Kapitalist sistemdeki kötü iş, aile ve aşk üçlemesinin içinde sıkışıp kalan Iris, tıpkı Hans Christian Andersen’in Kibritçi Kız’ı gibi “kapitalist hipotermi” sisteminde hayalleri için yaktığı kibritler bittikten sonra başkalaşır. İçindeki Iris’i öldürür, anti-kahramana dönüşür.
Aki Kaurismäki filmi Olavi Virta’nın Kuinka saatoitkaan isimli şarkısıyla bitirir. Duygu ve olayları vermek için sık sık müziğe başvuran usta yönetmen gösterişsiz ama etkili sinemasıyla duygularımıza yine tercüme oluyor…