“The Brutalist,” yönetmenliğini ve yazarlığını Brady Corbet’in yaptığı, 2024 yapımı, 215 dakikalık epik anlatıma sahip destansı filmidir. Başrolde, Adrian Brody’nin ustalıkla aktardığı katmanlı oyunculuğunun yanında, “The Pianist” sonrası yoğun duygulu bir karaktere can veriyor ve ona yan rolde destek veren Felicity Jones ve Guy Pearce’ın etkileyici oyunculukları ile karşımıza çıkıyor. Yönetmeni en çok daha önceki yapımı gün yüzüne pek çıkamayan “Vox Lux” filminden biliyoruz. Eleştirmenlerin bir gün destansı, büyük bir film yapacak dediği yönetmen, karşımıza gerçekten efsanevi ve başyapıt bir filmle çıktı. “The Brutalist” filmi, Paul Thomas Anderson’un “There Will Be Blood” filmi ile karşılaştırılıyor ve “The Brutalist”i böyle kült bir filmle karşılaştırdığımızda karşımızda ne kadar güçlü bir film olduğu ortadadır. “The Brutalist”in birkaç somut başarısına bakacak olursak: 2025 Altın Küre Ödülleri’nde en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu ödüllerinin sahibi olmuştu. 81. Venedik Film Festivali’nde ise en iyi yönetmen ödülü ile Gümüş Aslan ödülünü kazanmıştı. Bu yılki Oscar ödüllerinde ise ana ödüllerden birkaçını kazanacağı kesin gibi duruyor ve ortaya hak edilmiş bir başarı oluşmuş olacaktır.
“The Brutalist” filmi, Macaristan doğumlu yetenekli bir Yahudi mimar olan László Toth (Adrian Brody), 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplama kampından kurtulup 1947 yılında karısını ve yeğenini arkasında bırakıp Amerika’ya göç etmesini anlatır. Bu bir tür Amerikan rüyası yaşama girişimidir ama filmin ilk açılışı bu durumun böyle olmadığını, tam tersi olduğunu izleyiciye ilk sahneden Özgürlük Anıtı’nı ters bir şekilde göstererek anlatır. Filmin ana konusu da bu fikirden yola çıkarak gerçek olmayan Amerikan rüyası ve göçmen sorununu izleyiciye aktarır. Karakterimiz Amerika’da hayata tutunmaya çalışır. László Toth Amerika’ya ilk ayak bastığında onu kuzeni Attila karşılar, ona göz kulak olup bakar ve işe alır. Bir gün iş yerine zengin bir adam gelir. Bu kişi, Attila’nın daha önce çalıştığı ünlü iş adamı sanayici Harrison Lee Van Buren’nin (Guy Pearce) oğlu Harry’dir. Babasının kütüphanesini yeniden tasarlama fikrini alır ve ona büyük bir sürpriz yapmak ister. Bu işi tesadüfen Toth alır. Ancak işler beklenildiği gibi gitmez ve yeni tasarım babası Harrison için oldukça saçma ve gereksiz bulunur. Harrison kütüphanesinin baştan aşağı değiştiğini görünce deliye döner ve László’yu kovar. Kütüphane tasarımı oldukça titizlikle tasarlanmış bir mimari değerde bir tasarımdı; kitaplar güneş ışınlarından zarar görmesin diye güneş ışınlarının geliş açısı bile hesaba katılıp tasarlanmıştı ama buna karşılık sonuç çok acımasızdır.
Bir sabah kuzeni Attila tarafından aniden uyandırılır ve ödeme alamayacaklarını Toth’a bildirir. Kuzeninden iftira alır ve evden yaka paça atılır. Attila, Katolik bir kadınla evlenmiş, adını değiştirmiş ve Katolik olmuş bir insandır. Karısının kışkırtmalarıyla zaten istenmeyen Toth’u yüz üstü bırakır. Harrison Lee Van Buren oğlunun sürprizini beğenmese de, daha sonra aklı başına gelir, Toth’u araştırır ve yaptığı kütüphanenin ne kadar değerli olduğunu görüp Toth’la buluşup ona parasını öder ve iş teklif eder. Bunların hepsi László Toth’u kendi ihtiyaçları için kullanmak içindir. Özünde ırkçı bir karakterdir. Her zaman son sözleri o söyler. Takım arkadaşlarıyla yemek yerken László’ya bir göçmen olduğunu yüzüne vurur, onlarla aynı seviyede olmadığını sıkça ima eder, Toth’un aksanıyla alay eder. Van Buren, László’yu masasında ağırlasa da, ona asla eşit gözle bakmaz. Güçlü bir sanayici olarak kendini dünyanın merkezi olarak görür ve bu algı onun bulunduğu her yerde devam eder. Kelime oyunlarıyla insanları etkilemek onun tutkusudur ve bunu bir sanata dönüştürmüştür. Amerika’nın simgesi olarak, Van Buren gücün ve prestijin vücut bulmuş hali gibi davranır. Van Buren, László’yu büyük bir proje için görevlendirir: annesi adına bir kültür merkezi inşa edilmesi. Mimari tasarım ve inşaat süreci başlar, fakat László’nun yüksek tavanlar ve geniş kemerler gibi “brutalist” tercihleri, çevresindekiler tarafından pek de beğenilmez. Bu, Amerika’nın içine kapalı ve yabancı sanat akımlarına karşı tutumunu bir kez daha gözler önüne serer. László, onların gözünde mevcut düzeni yıkmaya çalışan bir anarşist gibi algılanır, adeta yanlış bir yerde, yanlış bir şey satmaya çalışan biri gibidir. Bu bağlamda, filmin adı olan “The Brutalist” anlam kazanmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bu mimari akım, binaların sade ve işlenmemiş betonla inşa edilmesini savunur. Film de, Amerika’yı süslemek yerine, kapitalizmin ve ötekine duyulan nefretin çıplak bir portresini çizer. Guy Pearce’ın canlandırdığı zengin sanayici karakter, özünde saf kötü bir karakteri taşıdığı için filmin en önemli ve en güçlü noktalarından birine destek sağlamış olur çünkü filmin baskın kötü bir karakteri vardır. Filmin ikinci yarısında izleyicilerin ondan nefret etmesini fazlasıyla sağlamış olur.
Filmin ikinci yarısında dahil olan Erzsébet Tóth (Felicity Jones), savaş yüzünden László Toth ile ayrı düşmüşlerdi. Macaristan’da siyasi sıkıntılar yüzünden mahsur kalmıştı. Harrison Lee Van Buren’nin bilinmiş kişiliği ve gücü sayesinde, Erzsébet Tóth kuzeni Zsofia ile birlikte Amerika’ya gelir. László ile tekrardan karşılaşmış olurlar. Erzsébet savaş yüzünden sağlığından olmuş ve geçici yürüme kaybına sahiptir. Tekerlekli sandalyede hayatına devam etmektedir, kuzeni ona bakmaktadır. Erzsébet Tóth zeki, aklı açık bir kişidir; eğitim seviyesi yüksek bir karakterdir, Oxford’da İngiliz dili eğitimi görmüştür. Van Buren de yemek masasında onun İngilizce aksanının üst seviyede olmasından şaşkınlık duyar. Erzsébet Tóth’un içinde her zaman yaşam karşısında bir umudu vardır. Ama her şey ona da fazla gelir, üstelik kocasının da Amerika’da fazlaca yıprandığını görür; ikisi de bir şekilde hayata tutunmaya çalışır. Kuzeni ise Siyonizm akımına kapılmıştır ve hayatını ona göre yaşamaya başlar ve Amerika’daki Yahudileri Siyonizm tarafına çekmeye çalışır. Filmin sonlarına yaklaştıkça Harrison Lee Van Buren’in seyircinin de hiç beklemediği bir suç işler. Erzsébet Tóth, Van Buren’in şatosuna kol değnekleri ile soğukkanlılıkla gider. Van Buren önemli bir toplantının ortasındadır, önemli sanayiciler ile birlikte iş konuşuyordur ama Erzsébet Tóth herkesin içinde onu rencide eder. Herkes şok olur ve bir kargaşa kopar. Bu kargaşada Harrison Lee Van Buren ortadan kaybolmuştur, oğlu Harry ise onu her yerde arar durur.
Filmin sonunda artık 1980 yıllarındayızdır. László çok yaşlanmış ve yürüyemiyor durumdadır ve bir mimarlık konferansının yapıldığı bir yerdedir. László konuşamıyor durumda olduğu için yeğeni Zsofia amcasının eserlerini tanıtır. Siyonizm tarafından bir anlatımla amcasının eserlerini insanlara tanıtır. Film bittiğinde izleyici, László Toth isminde özel bir mimar gerçekten yaşamış mı diye düşünmeden edemiyor.
Benim film hakkındaki düşüncelerim şöyle: 215 dakikalık süresine rağmen süresini hissettirmiyor. Amerikan rüyasına negatif bir bakışla cesur bir tutum sergiliyor. The Brutalist’in There Will Be Blood ve kült Amerikan portresi filmlerinin seviyesine uzak olmayan bir eser olduğunu düşünüyorum. Deneysel ve epik bir anlatıma sahip olması, masalsı anlatımı türlü kamera açıları ve hareketleriyle ve üst seviye oyunculuklarıyla çok kendine has bir filmdir. Ses efektleri de filmi oldukça destekliyor. Filmdeki hızlandırılmış vinç sahnelerini, sanayi görüntülerini ve maket tasarımlarını özellikle çok beğendim. Mimari ve mühendislik harikası bir film olduğunu düşünüyorum.