“Perfect Days – Mükemmel Günler”, belki “Wings of Desire”ın mistik felsefesinin derinliklerine inmiyor ya da “Paris, Teksas”ın insanî yalnızlığının etkileyici şiirini sunmuyor, ama Wenders’ın bu yeni filmi, boğucu rutinleri sıcak bir insanlıkla ve umutla kucaklıyor. Wenders’in son 30 yıldaki en canlı, en doyurucu ve sanat dostu filmi Perfect Days, yönetmenin 77 yaşındaki yaşına rağmen hâlâ genç bir ruhla çalışabilme yeteneğini gururla sergiliyor.
Hirayama’nın günlük gezilerini takip eden film, bir belgeselcinin süreç ve rutinini sabırla inceleyen bir bakış açısına sahip. Görüntü Yönetmeni Franz Lustig, kasvetin ortasında parlayan sabah ışığını uykunun yumuşaklığına düşen ilk yansımalarla yakalıyor ve orta yaşlı bir adamın yatağını toplamasını, dişlerini fırçalamasını, giysilerini giyinmesini adım adım izliyoruz. Saksıdaki fidan ağaçlarını toplayıp, temizlik malzemeleriyle dolu küçük minibüse yüklemesiyle gün başlıyor. Ön camın üzerinde saklanan birçok kaset arasından seçim yaparak, Tokyo otoyollarında The Animals’ın “House of the Rising Sun” şarkısının tınısını dinleyerek ilerliyor. Müzik seçimleri, anlatının dokusuna doku katıyor ve tercih edilen müzikler adeta gerçekliğin izdüşümü oluyor. Müzik seçimlerinin bu şekilde yapılandırılması, filmin altında yatan temaların ve duygusal derinliğin bir yansıması haline geliyor.
Mükemmel Günler, yaşamın sıradanlıklarının altında gizlenmiş derin anlamların peşinde olan güçlü bir hikaye. Duygusal yoğunluğu ve anlamı, her detayda gizli. Hirayama’nın hayatı, basit eylemler ve sessiz anlarla şekillense de insanın içsel dünyasının ve sıradanlıkların altında yatan derin anlamların bir arayışı gibi.
Wenders, karakterin yaşamındaki tekdüzeliklerin ve alışkanlıkların içindeki tatlı anlamlara odaklanarak, Hirayama’nın işine verdiği değeri ve metodik düzenliliğini vurguluyor. Karakter, dışarıdan bakıldığında bu titizliği göstermiyor olabilir, fakat işleriyle ilgili disiplini ve azmi her detayında belirgin. Bu düzenlilik, onun yaşamının merkezinde olan değerlerin bir yansıması gibi.
Hirayama’nın boş zamanlarındaki çeşitlilik, kültürel zenginliğinden kaynaklanıyor. Bir gün Patricia Highsmith, bir gün William Faulkner gibi okuduğu kitaplar ve kasette bulunan geniş klasik rock ve soul koleksiyonundan seçtiği müzikler – Patti Smith, Van Morrison, Nina Simone – hepsi bu zenginliklerin bir parçası ve Hirayama’nın varoluşu bu çeşitlilikle besleniyor. Fakat görüşmediği kız kardeşi Keiko’nun ergenlik çağındaki kızı Niko kapısına ansızın gelip birkaç gün kalmaya karar verdiğinde, rutini aniden aksıyor. Bu aksamalar, aynı zamanda Hirayama’nın rutininin ne kadar bilinçli bir şekilde inşa edildiğini de gösteriyor: geçmişi geride bırakmanın gerekliliğini aksamayan rutinlerinde açık ediyor.
Hirayama’nın telaşsız ama bir o kadar da kararlı yürüyüşü ve sessiz ama net tavırları sayesinde, zarif performansındaki küçük iç çekişleri ve duraklamaları sezmeye başlıyoruz. Hiramaya ve Wenders, karakterin varoluşunun sıkı bir şekilde yönetilen sınırlarını ortaya koyarken, onu küçümsemeye karşı direniyorlar. Wenders’ın eşi Donata’nın Japonca “komorebi” kavramından veya ağaçlardaki ışık oyunundan esinlenerek yazdığı tek renkli rüya sahneleri, Hirayama’nın aynı derecede huzurlu ama şiirsel eğilimli iç yaşamına gönderme yapıyor. Bu rüya sahneleri karakterin içsel dünyası stilize ederek varoluşunu kutsuyor.
“Perfect Days” daha metanetli bir lirizmin ve disiplinli duygusal azabın gösterişleriyle insanı ürpertiyor: Daha sonrasında gelen bir aile buluşması, kısa ama dile getirilmemiş ortak acının yürek parçalayıcı bir şekilde canlandırılmasıyla gelirken, bir yabancıyla yaşanan heyecan verici karşılaşma, beklenmedik bir çocuksu şakacılığın gerçek gölgesiyle dans ediyor. Bu baştan çıkarıcı film, rutinin sakin güvenliğini sarssa da ara sıra beklenmedik olaylara da yer veren, yürekleri hızlandıran eşsiz bir örnek olarak karşımızda duruyor.
Hirayama’nın hayatının sıradanlığı, onun için bir çeşit sanat eseri gibi. Her detayın özenle yerine getirilmesi, neredeyse meditatif bir deneyim sunuyor. Bu minik detaylardaki güzellik, sıradanlığın içinde gizli olan özel anların altını çiziyor. Koji Yakusho’nun oyunculuğuyla, Hirayama’nın sadeliğini ve huzurunu hissedebiliyoruz. Film, basitlikteki derin hazzı anlatarak, hayatın sıradanlığında bile büyük bir anlamın olabileceğini hatırlatıyor.