Home > İnceleme - Analiz > İnceleme: Nosferatu
“My good fellow, why did you do that?” (“Sevgili dostum, bunu neden yaptın?”)

Sinemada tutku çoğunlukla olumlu tepki alır; hatta bir hayali gerçeğe dönüştürmek için harcanan çaba takdir edilir. Ancak bazen bu tutku, bir filmin gerçek sanatsal değerlerini gölgeler ve yönetmenin dar bakış açısı filmin en büyük zaafı haline gelir. İşte Nosferatu da Robert Eggers’ın tutkusu tarafından gölgeleniyor.

Filmin esin kaynağı olan 1922 yapımı Nosferatu, sessiz sinemanın en karanlık gölgelerinden biri olarak sinema tarihinde yerini koruyor. Bu başyapıt, son yüzyılda birçok yönetmene ilham kaynağı oldu: Werner Herzog, 1979’da Klaus Kinski ile kendi karanlık ve melankolik versiyonunu çekti; Francis Ford Coppola, 1992’de Bram Stoker’s Dracula ile doğrudan romanın gotik ihtişamına yöneldi. Ancak Eggers’ın 2024 tarihli yeniden çevrimi, ilk filmin gölgesini canlandırmaya çalışırken, ne yazık ki onu tam anlamıyla silikleştiriyor. Eggers, sinema tarihine duyduğu derin sevgiyle bilinen bir yönetmen; The Witch ve The Lighthouse gibi filmlerinde anlatıyı mitlerle ve folklorik unsurlarla harmanladığını izlemiştik fakat burada, Murnau’nun başyapıtına (1922 tarihli Nosferatu) olan aşırı bağlılığı, onu içerik anlamında yeni bir soluk getirmekten alıkoyuyor.

Eggers’ın versiyonu, Nosferatu’ya getirilmiş yeni bir bakış açısı olmaktan ziyade, orijinal filme neredeyse körü körüne bağlı, aşırı saygı nedeniyle kendini kısıtlayan bir yeniden anlatım, fazlasıyla ciddi ve baştan sona sıkıcı bir tekrar. Aynı filmi, sadece daha fazla şiddet ve cinsellikle yeniden çekmiş gibi. Eggers, Murnau’nun Nosferatu’sunu olduğu gibi yeniden çekmeye çalışırken, onu sadece daha kanlı ve cinselliğe daha açık bir biçimde sunuyor. Ancak bu modern eklemeler, filmin özündeki gotik korkunun ve Alman Dışavurumculuğunun getirdiği tekinsiz atmosferin yerini doldurmuyor. Film, yalnızca sanatsal bir saygı duruşu olmanın ötesine geçemiyor. Tüm atmosferi, detaylı prodüksiyon tasarımı ve dönem estetiği üzerine inşa edilmiş olsa da, içi boş bir vitrin izlenimi uyandırıyor. Eggers’ın sinema tarihine olan sevgisi açık olsa da, bu yeniden çevrim -biraz abartılı olacak ama- 100 yıl önceki filmin fiziksel bir restorasyonu gibi duruyor.

Özü itibariyle, Nosferatu bir emlak anlaşması ve cinsel saplantı hikâyesi: Genç bir evli adam olan Thomas Hutter (Nicholas Hoult), gizemli Kont Orlok’un (neredeyse tanınmaz hâle gelen Bill Skarsgård) harabe bir malikâneyi satın alma işlemlerini tamamlamak için Karpat Dağları’na gönderilir. Ancak Orlok, sadece bir müşteri değil, aynı zamanda doğaüstü bir tehdittir. Thomas’ın evde bıraktığı eşi Ellen (Lily-Rose Depp), tuhaf rüyalar görmeye ve uykusunda gezinmeye başlar. Orlok, onu uzaktan bile etkileyerek şehvetle takıntı hâline getirmiş bir vampirdir.

Eggers’ın Nosferatu’sunun en büyük sorunu, korkunun doğasını yanlış anlamış olması olabilir. Murnau’nun Nosferatu’sunda Orlok’un tekinsizliği, ışık ve gölge oyunlarıyla, mekânların darlığıyla ve sessiz sinemanın sunduğu abartılı oyunculuklarla yaratılıyordu. Eggers ise bunu daha fazla kan, daha fazla gerilim unsuru ve kasvetli diyaloglarla sağlamaya çalışıyor. Sonuç olarak, ne tam anlamıyla korkutucu, ne de sanatsal olarak güçlü bir film ortaya çıkıyor. Sinematografik kareler film içerisinde oldukça fazla kullanılmış olsa da anlatıdaki durağanlık bu karelerin harikalığını gölgeliyor.

nosferatu 2

Eggers, filmin ilk saatlerinde yeni bir şey deneyecekmiş gibi görünse de, kısa sürede ağırbaşlı bir saygı duruşuna geri dönüyor. Görsel atmosfer ve prodüksiyon tasarımı büyüleyici olsa da, sıkıcı ve aşırı dramatize edilmiş senaryo, her karakteri iki boyutlu hâle getiriyor. Oyunculuklar açısından bakıldığında, Bill Skarsgård’ın Kont Orlok yorumu, karakterin ürkütücü doğasını taşısa da Max Schreck’in unutulmaz performansına (1922) yaklaşamıyor. Lily-Rose Depp’in Ellen’ı ise, karakterin dramatik ağırlığını taşımakta zorlanıyor, performansı fiziksel olarak etkileyici olsa da, gözlerindeki boşluk hissi karaktere derinlik kazandırmıyor. Gotik korku mirasına dair söyleyecek çok şeyi olan bir yönetmenin elinden çıkan Nosferatu’nun, atmosferi dışında yeni bir şey sunamaması ise büyük bir kayıp. Lily-Rose Depp’in Willem Dafoe ve Aaron Taylor-Johnson filme mizahi bir soluk da getirmiş olmalarına rağmen, tüm oyuncular adeta farklı filmlerdeymiş gibi hissettiriyor.

Filmde seks, çıplaklık ve arzular bolca vurgulansa da film erotizm barındırmıyor; kan ve şiddet olmasına rağmen korkutucu da değil. Ortaya çıkan şey, güçlü bir hikâye arayışındaki stilize bir sanat eseri gibi duruyor. Sonuç olarak, Nosferatu (2024), bir sinema eserine olan derin sevginin onu nasıl bir yeniden üretim tuzağına düşürebileceğinin bir örneği olarak kalıyor. Eggers, Nosferatu’ya saygı göstermek adına, onu yeniden keşfetmekten kaçınmış. Sinema tarihi, bir eserin yalnızca tekrarıyla değil, onunla yüzleşip onu dönüştürerek büyüyebilir. Ancak Eggers, bu dönüşümü sağlayamadığı için Nosferatu, kendi gölgesine sıkışıp kalıyor. Eggers’ın aşırı ciddiyeti Nosferatu’yu baştan çıkarıcı veya dehşet verici bir korku filmi olmaktan çıkarıp, kendini fazla önemseyen bir sanatsal deneye dönüştürüyor. Kısacası, Eggers’ın Nosferatu’su, aşırı saygıdan boğulmuş, hayattan tamamen kopuk bir eser olarak karşımıza çıkıyor.