Çimlere basmayınız.
Hemen her birimizin mahallesindeki parklarda, şehir meydanlarında, muhtelif ağaçlık alanlarda karşılaştığımız bu tabela aslında medeniyetin ikiyüzlülüğün en belirgin özelliklerinden birisidir. İnsanoğlu bir zamanlar doğal hayattan müteşekkil bu alanları önce keşfeder, sonra tahrip eder ve habitatını yok ederek, altından kanalizasyonlarını geçirdiği, doğal bitki örtüsünü yok ettiği bu alanı çırılçıplak bırakır ve etrafını betonla çevirdikten sonra ortada kalan 20 metrekarelik alana “çimlere basmayınız” tabelası dikerek yarattığı tahribatı masumlaştırma çabasına girer. Tek dişi kalmış canavar bu olsa gerektir. Daha da garip yanı ise bu ikiyüzlü durumun yüzümüze vurulmasından imtina edilmez. İnsan adına bunu başarabilmek, işin en muazzam tarafı olsa gerek.
Sömürge tarihi boyunca da benzer manzaralarla karşılaştık. Yapılan katliamlar, yok edilen kültürler, tarih sahnesinden silinen toplumlar sanki normalmiş gibi ders kitaplarındaki yerlerini umarsızca aldılar. Bugün yaşanan soykırım teşebbüsleri de bu normalleştirmenin bir tezahürü aslında. Ancak tüm bu tarihsel süreçler içinde insan aklının alamayacağı kadar fantastik enstantaneler de tarih okuyucularının karşısına çıkar. Bunlardan birisi de tarih kitaplarında yer almasa bile sinemada izleyicinin karşısına çıkmaktadır. Bu fantastik olayın başrolünde ise Brian Sweeney Fitzgerald nam-ı diğer Fitzcarraldo yer alacaktır.
Alman yönetmen Werner Herzog’un yarattığı İrlandalı bu karakter sömürge için Peru’ya gelen bir maceraperesttir. Herzog sinema dünyasının en farklı karakterlerinden birisidir desek herhalde abartmayız. Bir iddia üzerine kendi ayakkabısını yiyen, yetmeyip bunu filme alan, bir röportajı esnasında üzerlerine ateş açılmasına aldırmayan ve röportaja devam etmek istediğini belirten, hiçbir sinema okuluna gitmeyen ve hiçbir zaman filmlerinde storyboard kullanmayan, genç yönetmenlere önce klasikleri okumalarını salık veren, profesyonel güreş hayranı, henüz bebekken müttefik bombardımanı altında ölümden dönen ve François Truffaut tarafından yaşayan en iyi yönetmen diye nitelendirilen bir sıradışı bir sanatçı. Herzog, Fitzcarraldo karakteri için başlangıçta başka bir oyuncu ile anlaşır hatta filmin yaklaşık yüzde kırkına yakınını bitirirler ancak başrol oyuncusunun hastalanması sebebiyle film duraksama aşamasına girer. Herzog mecbur mu kaldı yoksa hep aklında var mıydı bilinmez ancak başrol için boşalan koltuğu doldurması adına, daha önce gerek Nosferatu’da gerek Aguirre’de birlikte çalıştığı Klaus Kinski’ye gider.
1982 yapımı film Aguirre, der Zorn Gottes (1972), Cobra Verde (1987) ile birlikte Herzog’un sömürge üçlemesinin ikinci filmi. Tabi üçlemenin diğer filmleri gibi bu filmde de başrol oyuncusunun değişmesinden sonra Klaus Kinski ve Werner Herzog birlikte çalışacaklardır. Sinema tarihinin nevi şahsına münhasır bu ikilisi bir araya gelince de pek tabii olağandışı pek çok olayla karşılaşmak rastlantı haline gelmiyor. Film Peru’da çekiliyor ve set boyunca yerli saldırılarından okla vurulanlara, uçak kazalarından doğal afetlere film ekibinin başına gelmeyen kalmaz. Ancak tüm bu talihsizliklerin yanında şüphesiz hiçbirisi gerek Herzog’u gerek film ekibini Klaus Kinski kadar zorlamamış olsa gerek ki yerlilerden birisinin Herzog’a istediği takdirde Kinski’yi vurabileceklerini söyledikleri rivayet edilir.
Herzog’u anlattık ancak Klaus Kinski’nin de sıradışılıkta ondan aşağı kalır yanı yoktu ve hiç de olmadı. Hatta Kinski’nin yanında Herzog aykırı bile sayılmayabilir. Olabildiğince narsist bir kişilikte olan Kinski; kendisini sinemanın Napolyonu olarak gören, Pasolini, Spielberg, Russell ve Fellini’yi reddeden ve bunu da parası daha iyi olan filmleri tercih ettiği için yaptığını belirten, Herzog ile birçok filmde birlikte çalışan ve ikilinin başarılarını paylaştıkları ama buna rağmen Herzog’u iyi bir yönetmen olmasının yanında aptal olarak nitelendiren, sağ elini kullanmasına rağmen sol eli ile de gündelik işlerini yapabilen ve bununla da kalmayıp sol eliyle resim çizen, kızı Pola Kinski’nin 5 yaşından 19 yaşına kadar babası tarafından cinsel istismara maruz kaldığını aktardığı ve antisosyal kişilik bozukluğu tanısı konan bir oyuncu. Çalışması olabildiğince zor olan Kinski’nin rol aldığı filmleri göz önünde bulundurduğumuzda ise yaratılan roller için gerçekten biçilmiş kaftan olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Fitzcarraldo da bu bağlamda bunlardan birisi sayılabilir.
Karakterimize dönecek olursak Fitzcarraldo, Peru’ya gelen sömürgecilerden birisidir. İstila edilen toprakları modernleştirme adına tren yolu işine girmiş fakat başarısız olmuştur. Burada beklediği karı bulamayan maceracımız buz yapım ve satımı işine girer ancak bu işte de arzu ettiği kazanca ulaşamaz çünkü buza gerekli talep yoktur. Ve çareyi diğer büyük sömürgeciler gibi kauçuk işine girmekte bulur. 19. Yy sonlarında geçen filmde kauçuk ihracatı bölgenin en karlı işlerinden birisidir. Öyle ki bu işi yapan girişimciler kazandıkları para ile ne yapacaklarını şaşırmış vaziyettedirler. Hatta saraylarının havuzlarında besledikleri yabani balıkları zevk uğruna yüzlük banknotlar ile besler ve iflas etmekten korkmadıkları gibi bunu heyecanlı bulduklarını dile getirmektedirler. Burada ki zenginliği gören Fitzcarraldo’da bu işe girmeye teşebbüs eder ancak ne yeterli sermayesi ne de bu işi yapabileceği bir alan bulamaz. Tüm köşebaşları neredeyse tutulmuştur. Ve tek çare Amazon Nehri’ni beslemekte olan Pachitea ve Ucayali nehirleri arasında kalan izbe bölgeyi satın almaktır. Bu bölgeyi almak için ve kendisine taşımacılıkta lazım olan gemiyi tahsis etmesi adına sevgilisi Molly’den yardım ister. Claudia Cardinale’nin canlandırdığı Molly’de bölgede genelev işleten bir başka Avrupalıdır ve Fitzcarraldo’ya yardım ederek bu iş için gerekli bütün adımların atılmasını sağlar.
Filmin en meşhur sahnesi, Amazonu besleyen bu iki nehir arasında kalan en dar bölgede gerçekleşir. Maceracımız iki nehrin birbirine en fazla yaklaştığı bu noktada satın aldığı buharlı gemiyi, nehirleri birbirinden ayıran dağdan geçirmeyi hedeflemektedir. Bu sayede kauçuk için yepyeni bir yol bulacak ve tüm ticareti en az maliyetle en kısa sürede gerçekleştirerek rakiplerinden çok daha fazla kazanç sağlayacaktır. Evet şaka gibi gelse de 350 tondan daha fazla olan bir gemi bir dağdan geçirilerek bir nehirden ötekisine tomruklar ile ray oluşturularak taşınacaktır. Ve bunlar sadece Fitzcarraldo’nun hayalini kurduğu opera binası içindir. Bu da yetmez bu hayalini gerçekleştirdikten sonra kırmızı kadifeden bir koltuk alacak ve opera binasının en özel yerine yerleştireceği bu koltuğun üzerine domuzunu oturtacaktır. Saçmalığından bağımsız bir şekilde bir idea, bir düşünce uğruna insan sınırlarının ne kadar zorlanabileceğini hem Werner Herzog, hem de Fitzcarraldo gözünden görüyoruz. Bu anlamda hem maceracımızın absürt ve fantastik fikirlerine, hem de bu fantastik fikri senaryolaştırarak beyaz perdeye aktaran yönetmen adına şaşırıyoruz. Fitzcarraldo’nun opera yapımı için bir dağın tepesine gemi çıkartmaya kalkışması yetmiyormuş gibi, tamamen doğal yöntemlerle devasa bir buharlı geminin dağı aşmasını filme alma teşebbüsünde bulunan Herzog’un girişimi insanın sinemaya bir kez daha hayran olmasına sebep oluyor. Gişede istediğini bulamayan ve çekimleri tam 3 yıl süren bu film daha sonra birçok ödül kazanmıştır ancak filmi kült klasmanına taşıyan nadideliği şüphesiz bu özelliğidir.
Filmde yerli halkların inanış ve yaşayışlarının, modern sömürgeciler tarafından anlaşılmaya gerek duyulmadığı ve aşağılandığı birçok kez dile getirilir. Keza mürettebat ilk başta yerlilerin gemiye saldırmasını bekler ancak yerliler tam tersine geminin peşine takılırlar ve yetmezmiş gibi geminin dağı aşmasına yardım eder, hatta altında kalarak bir kısmı can vermesine rağmen vazgeçmeyerek Fitzcarraldo’ya yardım ederler. Ancak gemiyi bir nehirden diğerine geçirdikten sonra suda salınmasına sebep olmuşlar ve bunu da gemiyi kutsal zannettiklerinden ötürü nehrin ivinti yerlerindeki kötü ruhları yatıştıracaklarına inanarak yaptıklarını belirtmişlerdir. Fitzcarraldo ve mürettebatın kalanı için saçmalık olarak bile adlandırılamayacak bu düşünce tam tersinden baktığımızda da geçerliliğini korumaktadır aslında. Bir opera binası yapmak (ve içine kadifeden koltuk üstünde bir domuz oturtma fikri) için 350 tondan daha ağır bir gemiyi bir dağın tepesine çıkartmaya çalışmak büyük bir hayalperestlik değil, yerliler için düpedüz zırvalıktır. Yani insan modern de olsa ilkel de olsa insandır, ve insancıl irrasyonelitesini her koşulda muhafaza etmektedir.
Bugün bizler bile aslında aynı irrasyonelliğe devam etmekteyiz. Global bir dünyada yaşadığımızı düşündüğümüz günümüzde, gelir adaletinin ayyuka çıkmasını görmezden gelerek, temel ihtiyaçlarımızın zor karşılandığı bir ortamda lüks tüketim pazarının sınırsız büyümesine tanıklık etmekteyiz. Üstelik bu eşyanın tabiatı kadar doğal algılanmaktadır. 300 sene öncesinin veya 300 sene sonrasının insanına bugün yaşanan durum anlatıldığında, içinde bulunduğumuz absürt ortamın nasıl bu kadar normal karşılandığını aktarmak epey zor olacaktır. Yine de insan tüm bunlara rağmen çimlere basmamaya özen gösterecek ve amacı ne olursa olsun dağın tepesine gemi çıkartmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecek gibi gözükmekte.