Film: Aftersun – Güneş Sonrası
Yönetmen: Charlotte Wells
Ege’nin sıcak kıyılarında yaz tatilinin son günlerini geçiren baba ve kızın yarım kalmışlıklarına, geçmişe yönelik acı hatıraları ve büyümelerine şahitlik ediyoruz. 20’li yaşlarında baba olmuş olmanın keşkeleriyle süregelen bir hayatın içinde tüm pişmanlıklar, arzular ve çocuk kalmakla yetişkin olma arasındaki çizgiler bize kendi hayatımızdan motifler paylaşıyor. Büyümüş olmanın ve yanlışların sebebiyet verdiği bir veda tatilinin gerçek zamanlı olarak found footage tekniğiyle çekilmiş görüntülerini geçmişten kopamayan soyut hatıralarla sunumu eşsiz bir baba kız ilişkisiyle bizi kendine bağlıyor. O dönemin turistlerinde sık sık görülen dijital el kamerası Sophie’nin bugününe taşınmış bir hafıza hazinesi niteliğindedir. Sık sık karşımıza çıkan gösterişsiz ve güzel olma çabasından uzak fakat oldukça estetik duran, sinematografi üslubunu oturtmuş video kayıtları, duygusal geri dönüş etkisi yaratmayı başarıyor. Sade, minimal ve bir o kadar canlı duran bu görüntüler ruhumuzla bilincimiz arasında bir köprü görevi görüyor.
Yaşamış olma ihtimalimizin çok yüksek olduğu 90’lı yıllar Muğla tatillerinden bir anımsama, bir geri dönüş olan video kayıtlarında kendi gökyüzümüze, neşelerimize ve Gülsüm’ümüze tekrar dokunma şansı yakalıyoruz. Bu bir veda tatilidir çünkü Calum intihar eşiğindedir. Yorgun bir adamdır ve sık sık bunu kızına hissettirmemek adına onu canlı tutmaya çalışır. Bu canlı tutma eylemini kendisi için de uygularken motivasyonu kızını son kez görüyor olmasıdır. Sıcak güneşin altında mayışmış halde yatan kızını birçok kez uyandırdığını ve ona tatilinin son günlerini yaşadığını hatırlatarak aktiviteye davet ettiğini görüyoruz. Kendinden sonra kızına kendini koruması için savunma teknikleri öğretmesi ve aynı zamanda meditasyon yapması da kafası karışmış olduğunun hayatının bu kritik dönümünde büyük ikilemler yaşadığını gösteriyor. Halıya uzanmış olarak veya odada yalnız başına ağlarken gördüğümüz Calum aynı anda baba ve yetişkin olmanın zorluklarına göğüs gerekmekte ve birçok dertle mücadele edecek kuvveti kaybetmiş durumda bir adamdır. Karısıyla yaşadığı başarısız evlilik, maddi sorunları, kızıyla ayrı düştüğü hayatı, kimse tarafından hatırlanmayan bir insan olması bunu tetikler. Gece yalnız başına denize girmesi, balkondan kendini sarkıtıp kollarını açması, kendisini belki bilerek belki bilmeyerek kesmiş olması da bunu destekliyor. Baba kız beraber geçirdikleri vakitlerde aralarına giren hüzün ve gerginlik bulutu kendini kimi zaman dışa vursa da genel olarak imalar ve sezgilerle anlaşılıyor.
Yetişkin Sophie’nin oturma odasından dahil olduğumuz hatıralarda yatak odasından gelen bebek ağlama sesi artık Sophie’nin babasını anlamaya başladığı ve belki kendisinin de o durumda olduğunu anlatır. İzlediği görüntüler yalnızca nostaljik hatıralara geri dönüş değil Calum olmanın verdiği retrospektif dokunuştur. Babasının dalış yapmadan önce ‘’40 yaşımı göreceğimi sanmam’’ dediği yerdedir. Hayatın o eşiğinden kendine hatırlatma yapmak ve büyümeye başlamasının yeni bir hikayesini kendisi yaratmamaktadır o odada. En korumasız olduğu yerde geçmişine dokunduğu yoğun duygularla kendine, babasına ve tüm geçmişine sarılabileceği bir tek o video kayıtları vardır. Babasına veda etmiş olduğu bir giz değildir. Zaten filmin bir noktasında Calum’un havaalanında sırt çantasını alıp gece kulübü tarzı bir odaya girmesi Sophie’nin hatıralarında babasının silikleşmekte olduğunu, yarım kaldığını ve tamamlamak adına dış desteklere ihtiyacı olduğunu anlatır. Anılara sirayet eden hüzün ve ince bir gülümseme miras bırakması olağan olan bu görüntüler hem Sophie hem izleyenler için derstir.
Gamsız Hayat
Zihin veya hatırlama sineması diyebileceğimiz ve son zamanlarda revaçta olan bu türün içinde 90’lar Türkiye’sini yerli filmlerimizden daha başarılı bir şekilde sunan eser bizim için bambaşka bir yere ait oluyor ve o günlere geri dönmek için can atan bizler filmi duygusal ve nostaljik duygusal nedenlerle sahipleniyoruz. Calum karakterinin dertlerini anlatacak kimsesinin olmadığı, uçurum kenarında dolaşan hayatının fonunda çalan Candan Erçetin yorumuyla Gamsız Hayat bizi o günlere tekrar sürüklüyor. Yaşamış olmanın gerek olmadığı 90’lar Türkiye’si Garp kültüründen ithal ettiği renkli ve cafcaflı pop-art mimarisi, müzikleri ve yaşam stiliyle siyasi gerginliği uzaklaştırırken bir şekilde parlak renklerinin kokusunu günleri yaşamış veya yaşamamış herkese ulaştırıyor…