Vurmalı çalgı çalan müzisyenlerin en zorlandığı notalar yavaş ritimlerdir. Çevrenizdeki darbukacılara hatta tef çalanlara sorun; size en çok hata yaptığı ritmin hızlı değil yavaş ritimler olduğunu itiraf eder. Senaryo yazmak da buna benzer. Orta direk bir hayatı, aksiyonu olmayan bir konuyu dramatize edip seyirciyi sıkmadan sağlam bir oyunculukla sunabilmek sinemanın en zor kulvarı. İçinde ışıklı bir metropolde dolaşan son model arabalar olan, askerlerin birbirine “Go! Go! Go!” diye bağırdığı, güzel kadınların sadece sığ birer tipleme olarak var olup bechdel testini geçemeyen filmler… Bunlardan ziyade iki saat boyunca nabzı düşük, sıradan bir hayata şahit olmamıza rağmen boğazımızı düğümleyen, sıkmayan bir film. Çok enteresan bir hikayesi olmasa da çok başarılı bir hikaye anlatıcılığına sahip Manchester by the Sea (Yaşamın Kıyısında), yürek dağlayan türden.
Çoğunluğun kaba, anlayışsız, cahil ve gereksiz panik olduğu bir ortamda sakin kalabilmek özel; sakince derdini anlatabilmek ise bulunması zor bir meziyettir. Sebebi ise gayet açık: Söz konusu çoğunluğu oluşturan kimseler, sanki etrafları kendilerine benzeyen yığın insanla çevrili değilmiş gibi, sinema perdesinde de kendilerini görmek isterler. Bu kesim her şeyi “yüksek” yaşadığı için sinemada ya da televizyonda da kendilerine has tepkiler görmeyi arzularlar. Çoğunluğun nabzını tutan yapımcılar da yazarların kulağına bunları fısıldadıkça karşımıza Manchester by the Sea gibi yüksek bütçeli olmasına rağmen derdini alttan alttan, sıkılmadan anlatabilen yapımlar çıkmıyor. Amerikan yapımı olmasına rağmen Avrupa yapımı filmlerden alışık olduğumuz atmosferi bize hissettiren çok film olmadığından kategorisinin en iyilerinden olmayı başarıyor.
Filmin sunuşundaki sakinliği yeterince övdükten sonra konusuna değinmek gerekirse, muhakkak bir sorunu olduğunu hissettiğimiz karakterimizin ne iş yaptığını, nasıl yaşadığını, insanlarla nasıl ilişkiler kurduğunu izliyoruz. Abisi Joe’nun vefat haberi sonucunda kısa süreliğine Manchester’a dönmek zorunda kalan ve geçmiş kırıntılarına maruz kalan Lee’yi ve Joe’nun oğlu Patrick’i izliyoruz. Film ilerledikçe Lee’nin kazara çıkardığı yangında 3 çocuğunu kaybettiğini görüyoruz. Bu, filmin en çarpıcı kısmı olmasına rağmen yönetmen konuyu sömürmemek için olsa gerek ne yangından sonra Lee’nin yaşadığı boşanma sürecine ne de yas sürecine yer vermiş. Lee ve eski eşi Randi’nin boşanmasından yıllar sonra Manchester’da karşılaşmalarının ardından Randi, Lee’den özür diler. Aslında Çağan Irmak’ın domine ettiği Türk drama perdesi olsaydı karakteri hıçkıra hıçkıra ağlatarak bu sahneyi gittiği yere kadar götürür, zaten hikayeye aç olan bizlerde göz yaşı bırakmayacak konuma getirebilirdi. Fakat yönetmen Lonergan olayları soğuk ve gerçekçi tutmayı sevdiğinden sahneyi kısa keserek daha yeni ağlamaya başlamış bizlerde şok etkisi uyandırıyor.
Filmin kendine has ve çok incelikle başardığı bir diğer manevra ise film boyunca sürdürdüğü flashbackler. Hatta bazen flashback olduğunu anlayamadığımız kadar alttan verilen flashbackler. Birkaç geriye dönüş sahnesinden sonra fark ediyoruz ki, biz aslında Lee’nin kafasının içindeyiz. Ana karakterimiz o an neyi anımsarsa onu anımsıyor, aklına ne gelirse onu seyrediyoruz. Longerman’ın burada kullandığı keskin portal ise ayrıca takdir edilesi bir hamle. Mekanı geçmiş ve gelecek arasında bir geçit olarak kullandığından bir anda kesilen şimdiki zamanı ve dönülen geçmişi fark etmek için hem mekana hem karakterlere ayrıca özen göstermemiz gerekiyor. Zira o an Lee’ye lokasyon ne zamanı çağrıştırıyorsa; Lee, kamera ekibi ve biz toplanıp o zamana gidiyoruz.
Yas sürecinde güzel günlerin yad edilmesinde sahnelenen geçmişe dönüşler bize bir zamanlar var olmuş bir ailenin dinamikleri ve onların hayatlarının baharı hakkında bilgilendirdiğinden gitgide karakterle olan sempati seviyemiz artıyor, onlarla empati yapıyoruz. Sarhoşun birinin barda boş yere kavga çıkardığını, millete sataştığını görsek kınar geçeriz. Ancak aynı kavgayı 3 çocuğunu kendi çıkarttığı yangında kaybeden bir babayı görünce yumuşuyoruz. Aynı zamanda gözüne uyku girmeyen ve rüyalarında çocuklarını gören bu adam hayatını tamircilik yaparak geçiriyor ve sosyal çevresine uyum sağlayamazken bir şekilde yaşama tutunmaya da çalışıyor. Bardaki adamı bırak dünyanın camını çerçevesini indirmek istese yeridir diyoruz kendimize. Lee’den bahsetmişken Casey Affleck’in performansı karşısında tüylerim diken diken oldu ve açıkçası biraz dumura uğradım. Birinin Ben Affleck ile aynı kandan olup yetenekli bir oyuncu olabileceğine insanın inanası gelmiyor. Büyük oynamadan karakterinin haletiruhiyesini çok güçlü ekrana taşımış.
Hala kendimin de sürecinde olduğu ve anlamlandıramadığım yasın en ilginç taraflarından biri de hayat devam ederken gerçekleşmesi. Hayatınızda hiçbir zaman sadece “yas evresi” denilen bir süreç olmayacak olması. Şanslıysanız belki 1-2 saat. Hayattaki sorumlulukların belki de en acımasız kısmı da bu. Canınızdan can gitse bile, ciğerinizin köşesi kopmuş olsa bile bahane kabul etmiyor. 24 saat içerisinde ilgilenilecek bir cenaze töreni, bir defin işlemi, tanıdıklara haber verme ve hatta mezara çiçek seçimine kadar daraltıcı ve aslında bir o kadar da anlamsız işlerin sanki seçe seçe o günü seçmiş gibi sıralanması. Formalite icabı yapılması gereken bu işlerin ironik yanı ise bizi en azından bir süreliğine yataklara düşmekten alıkoyması. Belki de bu yüzden bu süreç böyledir, olacaklar bu şekildedir; diye düşünmek ise yüreğinize su serpmek ve biraz da yalan söylemek için kendinize yapabileceğiniz en mantıklı iyilik. Filmde Lee’nin bütün bunları büyük bir soğukkanlılıkla ve hiç dağılmadan halletmesini ilk başta bu şekilde olabilecek düşünce biçimine bağlayarak filmin bir noktasında böyle kaya gibi sağlam durmaya yaraşan bir katarsis bekliyoruz. Bir süre sonra anlıyoruz ki bu adamın bunları ilk yapışı değil.
Yasın bir diğer ilginç tarafıysa herkesin en doğru yaşama biçiminin kendisininki olduğunu sanması yetmezmiş gibi başkasının sürecini içten içe kınaması. Dışarıdan bakınca “Babası ölmüş hala kız peşinde koşuyor” diyeceğimiz çocuk aslında buzluktan tavuk alırken panik atak geçirecek kadar savunmasız. Lee’nin telefonda konuşurken Patrick’in iyi durumda olduğunu söyledikten sonra gelen panik atak sahnesi aslında Lee’ye olduğu kadar bize de bir tokat. İzleyenlerin “ne vefasız çocuk hiç mi üzülmedin” lafını yarıda kesip “ah yavrum içine atıp kafa dağıtmaya çalışıyormuş” ile değiştirmesi ise aynı gerçek hayatta olduğu gibi, bazen ağlayarak kendinizi dağıtmadığınız için çoğu insanın içinizde kopanı tahmin edemeyecek kadar sığ olmasını çok güzel özetlemiş.
Yas süreci, kaybı ve kayıpla geçirilen güzel vakitleri sakin anlatımıyla çok güzel harmanlayan Manchester by the Sea; herkesin istemeye istemeye hayatından bir parça bir şeyler bulacağı bir yapıt. Zira köşe bucak kaçmak isteseniz de bir noktada kendinizi aslında akıl danışmak istediğiniz kişinin mezarına çiçek seçerken bulduğunuzda siz de maalesef Lee ile özdeşlik kuracaksınız.