Rashomon, İkiru, Seven Samurai, Throne of Blood, The Hidden Fortress, The Bad Sleep Well, Yojimbo, Sanjuro, High and Low, Red Beard… Bir Sinema Tanrısı’nın saymakla bitmeyen yaratımlarının en meşhurları. Ancak hepsinin ortak bir özelliği var. Bu filmlerin hepsi Kurosawa Sineması’nın henüz renkli filme geçmediği döneme ait. Aynı zamanda 1966 yılında çektiği son siyah beyaz filmi Akahige (Red Beard) Toshiro Mifune’nin başrol olarak Kurosawa’ya eşlik ettiği son yapıttı.
Kurosawa’nın kariyerinde dönüm noktası sayılacak bu yılların sonrası kariyeri açısından çalkantılarla geçecekti. Yönetmenin yapımcısı ile sözleşmesi bitmişti ve artık ülkesi dışına çıkma ve Hollywood’a film yapma fikri kendisine hiç olmadığı kadar çekici ve yakın geliyordu. İlk defa Japonya dışına çıkacak olan yönetmen “Runaway Train” filminin projesini başlatacaktı. Ancak işler hiç de alışık olduğu şekilde gelişmeyecekti. Dil problemi, mekan tercihleri, sahneler için elverişli ortamların bir türlü oluşmaması gibi bir çok problem projeyi yarıda bırakmasına sebebiyet verecekti. Kurosawa pes etmek yerine el arttıracak ve ABD-Japon ortak yapımı olarak tasarlanan ve İkinci Dünya Savaşında Pearl Harbor’a iki cephenin de gözünden bakacak epey iddialı bir yapım olan “Tora! Tora! Tora!” projesine dahil olacaktı.
İlk birkaç ay gayet iyi gidiyordu, ancak sonrasında yavaş yavaş sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Bütçe sıkıntısı yaşanıyordu ve filmde Japon bölümü için ayrılan süre her geçen gün kesintiye uğruyordu. Senaryoda çok büyük sorunlar baş gösteriyordu ve defalarca revizyon edildikten sonra az çok ana hatlarda mutabık kalınmıştı. Senaryoda anlaşıldı ancak işleniş bambaşka bir problemdi. Kurosawa ilk defa ülkesi dışına çıkmıştı ve ekip tamamen yabancılardan oluşuyordu. Yapım bir Hollywood yapımı olunca film de bir Hollywood yapımının gereklilikleri ile çekiliyordu ve bu gereklilikler Kurosawa’nın asla aşina olmadığı bambaşka yöntemleri içeriyordu. Aynı durum karşı taraf için de geçerli idi. Kurosawa dünya çapında bir sanatçıydı ancak film çekme metodu Amerikalı yapımcılar tarafından hiç mi hiç anlaşılmıyordu. Hatta çoğu kez alaya alınıyor ve filmin sonunu getiremeyeceğine inanılıyordu. En sonunda yönetmenle ilgili dedikodular baş göstermeye başladı, tedavi olması gerektiği sonucuna vardılar ve yönetmenin akıl sağlığının bozulduğuna dair hoş olmayan söylemler ayyuka çıktı. Yönetmenin uyku bozukluğu çektiği ve istirahat etmesi gerektiği söylenerek yapımdan ayrıldığı duyuruldu. Ve projeden “nazikçe” kovulmuş oldu.
Projeden çıkartılmıştı ancak sorunlar yine bitmemişti. Film Kurosawa’nın dahil olduğu kendi yapım şirketi ile Amerikalı bir yapım şirketinin ortaklığıydı. Ve film gösterime girdikten sonra yapım şirketinin adı yolsuzluğa karıştı. Proje Kurosawa açısından tam bir hayal kırıklığı idi. Senaryo kendisine aitti ancak jenerikten ismi bile kaldırılmıştı. Amerika macerası bahtsızlıklar ile doluydu ancak ülkesine döndüğünde de durum çok farklı olmayacaktı. Kimse Kurosawa’ya film vermek istemiyor hatta çoğu yapım şirketi yönetmenin artık film çekebilecek akıl ve ruh sağlığına haiz olabildiğini düşünmüyordu.
Bu sancılı günlerde Kinoshita, Kobayashi, Ichikiwa gibi ünlü yönetmen arkadaşlarının desteği ile yeni bir yapım şirketi oluşturdular ve Kurosawa yeniden film çekmeye yöneldi. Dodesukaden adlı ilk renkli filmini çekti, hatta filmi çekebilmek için evini dahi ipotek ettirdi ancak yapım gişede yönetmeni hayal kırıklığına uğrattı. Aslında Kurosawa’nın daha sonraki renkli filmlerinde başarısını özgün kılacak temel noktalardan biri olan renk paletinin ilk defa bu kadar belirgin bir şekilde kullanımına tanıklık edilmekteydi. Zaten bu yüzden film Japonya’da değer görmemiş olsa da yurtdışında kısmen başarılı bulunmuştu. Ancak Kurosawa ne yaparsa yapsın ülkesinde kendisine dair oluşmuş olumsuz havayı dağıtamıyordu. Ve bu olumsuz hava gün geçtikçe artarak, yönetmenin fon bulamayacağı noktaya kadar ilerleyecekti. Yetmediği gibi ruh sağlığı hakkında devam eden dedikodular, kulaklarını kapatamayacak düzeye gelmişti. 1971’de usta yönetmen hayatını sonlandırmaya çalıştı. Bileklerini ve boğazını kesti ancak neyse ki bu intihar girişimi başarısız olmuştu. Hala yaşıyordu ancak ne sinema hayatı ne de yaşantısı eskisi gibi olmayacak gibi görünüyordu. Kurosawa münzevi bir hayatı tercih ederek her şeyden uzaklaşmaya çalışacaktı.
Tüm bunların ertesinde Sovyet film yapım şirketi Mosfilm ünlü yönetmenin kapısını çalacaktı. Stüdyonun kafasında belirli bir proje yoktu aslında hatta Kurosawa’ya sadece kendileri ile çalışmayı isteyip istemediklerini sordular. Kurosawa ise stüdyoya Dersu Uzala kitabının uyarlamasını önerdi. Aslında uzun zamandır kafasında olan bir projeydi bu ve işin ilginç yanı, bir gün bu film için Rus bir firma ile çalışacağı muhtemelen hiç aklına gelmemişti.
Vladimir Arsenyev’in otobiyografik eseri niteliğindeki kitabı Dersu Uzala, ünlü Rus kaşifin Çarlık Rusyası döneminde Ussuri havzası ve Vladivostok bölgelerine yapılan gezi anılarını içerir. Kitaba ismini veren Dersu, bu gezilerde yarbay rütbeli Arsenyev ve keşif ekibine rehberlik eden bir Ussuri yerlisidir. Arsenyev, Dersu’dan öylesine etkilenecekti ki Rusya’da devrim sonrası geri çağrıldığında dahi dönmeyi reddederek Vladivostok’ta kalmaya devam edecekti. Ailesiyle birlikte bölgede kaldığı ev bugün halen müze olarak kullanılmaktadır.
Arsenyev’in bu ölümsüz eseri Kurosawa’dan önce de beyaz perdeye aktarılmıştı. 1961’de Ermeni asıllı Sovyet yönetmen Agasi Babayan tarafından ilk olarak filme uyarlanan eser şimdi Kurosawa tarafından tekrar çekilecekti. Kurosawa bu kitabı stüdyoya teklif ettiğinde yapım şirketi epey şaşırmıştı. Kitap ve Arsenyev’in hikayesi Rusya’da bilinirliği yüksek olmasına karşın yurtdışında bu kadar şöhret uyandırmış mıydı emin değillerdi. Kurosawa ise henüz genç yaşlarında bu kitabı okumuş ve kariyerinin ilk yıllarında bu uyarlamayı gerçekleştirmeyi kafasında kurgulamıştı. Ancak daha sonra bu uyarlama için en uygun mekanın olayların geçtiği gerçek bölge olduğu kanısı ile projeden vazgeçmişti. Filmi izledikten sonra da, iyi ki proje ertelenmiş, iyi ki üç sene boyunca Vladivostok’ta Kurosawa penceresinden, kendisine özgü renklerle izleyiciye aktarılmış dedirtiyor.
Film tabi ki hem gişede hem de tüm değerlendirmelerde hakettiği değeri buldu. Öyle ki Hollywood bile usta yönetmenin başarısını göz ardı edemeyecek ve Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar ödülünü yönetmene teslim etmek zorunda kalacaktı. Bugün halen etkisinden ve değerinden hiçbir şey kaybetmeyen film, aslında başarısını sadece teknik anlamdaki mükemmelliğinden ve özgünlüğünden ziyade, Dersu ve Kurosawa’nın bireysel hikayelerindeki örtüşüklüğe de borçlu. Filmin arka planındaki okumanın bu ölçekte yapılması, birçok noktanın anlaşılması adına çok daha sağlıklı olacaktır.
Dersu, el değmemiş sayılabilecek bir ortamda hayatını doğaya entegre etmiş, Arsenyev ve ekibi keşif için gelinceye kadar da medeniyetten uzak bir şekilde yaşayan animist bir avcıydı. Kelime olarak latince anima kökeninden “ruh, yaşam” anlamına gelen bu doktrin, yaşamı canlı yahut cansız her şeyin ruhunun olduğu düşüncesi ile algılayan, daha doğrusu her varlığın ruhunun irade ve eylemselliğe sahip olduğu düşüncesi ile şekillenen bir inanç sistemi olarak tanımlanabilir. Ancak burada inanç ve din ayrımını unutmamak gerekir, çünkü Animizm çoğu kez sanki böyle bir din varmış gibi algılanmaktadır. Oysa ki Animist düşünce perspektifinde din algısı bir durum söz konusu dahi değildir. Şu haliyle animizm bir dinden öte, bir yaşama pratiği ile şekillenen ve bu sayede hayat felsefesi halini alan, doğayla ve doğada bulunan her türlü varlık ile bütünleşilmesini temel alan yaşam biçimidir.
Dersu, keşif ekibine rehberlik yaptığı süreç sonunda Arsenyev ile kalmayı kabul edecektir. Ancak bu birliktelik eski hayatına dair birçok alışkanlığı geride bırakması anlamına gelecekti. Doğadan uzak kalacağı yerleşik hayatın anlamlandıramadığı ve adaptasyon sağlayamadığı birçok farklı yönü vardı ve tüm ömrünü tabiat ile iç içe geçiren birisi için bu koşullara uyum sağlayabilmek pek kolay değildi. Doğada hayatını birçok kez kurtardığı Arsenyev’in yanında, hayatı öğrenmeye çalışan bir çocuktan farksızdı artık. Nitekim Kurosawa’nın da bildiği, alıştığı, başarısını borçlu olduğu birçok yöntem Hollywood sinemasında yadırganmış ve yaşamının özü haline gelen film çekmesine imkan vermeyecek düzeyde kendisini zorlamıştı. Muhtemelen Hollywood sinemasına adapte olmaya çalışsa ne “Ran” gibi, ne de “Kagemusha” gibi başyapıtları asla ortaya çıkartamayacaktı.
Dersu ve Kurosawa gibi bugünün insanı da yepyeni bir dünya ile tanışma arifesinde. Eski alışkanlıklarının ve yaşam pratiklerinin tümden değişeceği bu yeni dünya kendisini teknoloji ile bizlere tanıtıyor ve hayatlarımızın bu yeni çağa entegre olmasını sağlıyor. Aslında insanoğlu tarih boyunca buna benzer kırılımları daha önce de yaşadı. Nasıl ki Sanayii Devrimi birçok toplumun yaşayışını ve geleceğini derinden değiştirdi, benzer bir tecrübe yakın gelecekte de yaşanacak. İnsanlığın ve bizlerin alışılagelmiş eski alışkanlıkları bu yeni yüzyılda, yeniçağda yaşayamayacağı aşikar. Bu eski alışkanlıklarda direten toplumların Endüstri Devrimine karşı çaresiz kalarak ezilenlerden farkının olmayacağını tahayyül etmek de hiç zor değil. Her zaman olduğu gibi uyum sağlayan hayatta kalacakken direniş gösterip reaksiyon üretmeye çalışanlar yok olacak. Ve bu yeni yüzyılı olduğu gibi kabul etmek, uyum sağlayabilmek, alışkanlıklardan bir anda vazgeçmek göründüğü kadar kolay değil. Toplumların yüzyıllardır genetik mirasına işleyen kodları terk etmeye zorlanması, insanların şahsi alışkanlıklarını geride bırakmasından çok daha zordur.
Bu sancılı sürecin yarattığı büyük bir kültürel kriz ile karşı karşıyayız bugün. Bu kültürel kriz tüm dünyada büyük bir toplumsal boşluğu doğuruyor, çünkü toplumu oluşturan temel unsur artık birey ve bireylerin arasındaki iş birliği ve kolektivite olmayacak gibi görünüyor. Aile yapısının cinsiyet tartışmalarının altında yatan temel unsur bile doğmakta olan bu toplumsal boşluktan kaynaklı. Artık toplumun öznesinin bile ne olacağı belli değil. Bilişim çağı, yapay zeka devrimi vs. gibi bugünden yapılan adlandırmalar bile, geleceği tasvir etmede ve açıklamada çok basit nitelendirmeler. Öznesinin insan olmayacağı ve toplumu insanın ihtiyaçlarından çok bambaşka parametreleri baz alarak kurgulayan bir gelecekte bizleri neler beklediğini öngörmek sahtekarlık olacaktır. Geleceğin insan için çok kötü olacağını öngören distopik bir dünya algısı kadar, her şeyin mükemmel bir şekilde saat gibi tıkır tıkır işleyeceğini düşünerek saadet beklemek eşit ölçüde yanlı, yanlış ve hatalı olacaktır.
Burada bu paniği en az duyumsayan toplumlar şüphesiz ki biz ve bizim gibi Sanayii Devrimini kaçıran ve bu yüzden geri kalmış, çağını yakalayamamış ve yakalayamayacak gibi duran ülkelerin fertleri. Çünkü daha önce hiçbir dönemde toplumsal alışkanlıklarımız bu kadar asla geri dönülmez ölçeklerde değişikliğe uğramadı. Bugün yaşadığımız toplumsal kriz ve boşluğu tarihsel olarak tam olarak tecrübe ettiğimiz asla söylenemez. Bugün bir İngilizin yahut bir Fransızın (ki İngilizlere nispetle Fransız toplumu bile Sanayii Devriminden daha az etkilenmiştir) Endüstri Çağının öncesine dönme hayali ile yaşaması ya da bu konuda baskı unsuru oluşturarak, toplumsal kamuoyu beklentisi yaratması absürt bir komedi dizisinde dahi gerçekleşemeyecek kadar uzak bir ihtimaldir. Denilebilir ki günümüze adapte olmada ve teknolojiyi kullanmada çoğu dünya ülkesinden daha mahir sayılabiliriz. Teknolojiyi kullanma konusunda hayatımızı kolaylaştırdığı ölçeklerde bir kabul etme söz konusu olsa da bu teknoloji alışkanlıklarımızı değiştireceği zaman reaksiyon üretiyoruz. Herkesin cep telefonundan namaz vakitlerini takip edebileceği bir ülkede megafon ile ezan okunmalı mıdır tartışmasını dahi açamayız mesela.
Bu değişime benzer bir deneyimi bizim toplumumuz için Cumhuriyet ile örneklendirmeye çalışmak da beyhudedir. Bugün Cumhuriyetin atılımlarından, getirdiği inkılaplardan, oluşturmaya çalıştığı toplumsal düzenden ne kadar uzaklaşmaktaysak; Cumhuriyet öncesi döneme de bir o kadar yaklaşmaktayız. Burada da benzer reddedişe tanıklık etmekteyiz yani. Yukarıda bahsettiğimiz, Sanayii Devrimine maruz kalmış ülkelerin hayalini kuramadığı reaksiyoner olguyu bizzat tatbik etmekteyiz.
Bugün Cumhuriyet rejimi hem resmi olarak hem de fiili olarak değişikliğe uğramış durumda olmasının yanında, Cumhuriyet devrimlerinden ayakta kalmayı başaran tek inkılap Dil Devrimi’dir ki o dahi, bugünün deforme olmuş eğitim sistemi yüzünden çocuklara düzgün bir şekilde öğretilmekten uzakta. En basiti örneklerden Şapka Devrimi dönemini tamamlayarak işlevsizleşti. Kılık kıyafet konusunda ise muazzam bir geriye gidiş söz konusu. Ana akım medya programlarında ve dizi/filmlerde dinsel ögelerin baskınlığı gün geçtikçe artıyor ve daha da artacak. Çünkü bu ögeler bireylerin inanç dünyasındaki değerlerden çok, siyasi birer simgeye dönüştürüldü ve buna hizmet eder hale geldi. Ve yeniçağın getirileri bizleri çok daha reaksiyoner kılacak biz de tepkilerimizi bu görsel simgelerle ortaya koymaya çaba sarfedeceğiz. Yasaların ve adalet sisteminin işlevsizleştirilmesi ve içinin boşaltılması bile bu geriye dönüş ile doğrudan alakalı. Bu geriye dönüş sevdasının altında yatan temel motivasyon ise geleceği reddetme, geleceğe hazırlanamama ve çağın getirdiği değişikliklere entegre olunamayacağı düşüncesinin ta kendisi. Bu reddediş ve uyum sağlayamama durumu mutlak bir yok oluştan başka bir şey vadetmemektedir. Geleceğin dünyasında bizler gibi geçmişin toplumu olma hevesi içinde olan ülkelerin ve o ülkelerin bireylerinin maalesef yerleri yok.
İşin bir diğer yanından yani insanlık açısından bakacak olursak, bu gelecek bizim akılsal evrimimizi bir üst noktaya çıkartacak belki, ancak korkutucu ölçeklerde de insan doğal ve kültürel bir varlık olmaktan çıkacak. Bugünden bu değişimin getirilerini ve götürülerini ortaya koyarak yeniçağın ve bilişsel devrimin övgüsüne ya da yergisine soyunmanın bir anlamı da yok. Burada bahsi geçen de bunlardan ziyade, olacak olana dair bir durum değerlendirmesinden öteye geçmemektedir.
Kurosawa tekrar hayata katlanabilmek, yaşamını sürdürebilmek için film çekmek zorundaydı ve Sovyet stüdyosu onu içine düştüğü buhrandan kurtarma teklifinde bulunmasa muhtemelen Dersu gibi uyumsuzlukla hayatını sonlandıracaktı. Beyaz perdede Dersu’ya can vererek, aslında kendisinin tekrar nefes alabilmesini sağladı. Kısa vadeli gelecek perspektifinde bizler gibi arada kalmış ne yaşayabilen ne de ölen toplumlarda da, Kurosawa’nın ve Dersu’nun hayatlarında düştüğü durumlardan farksız bir kırılma noktası yaşanacak. Ya nefes alabileceğimiz bir ortam yaratarak kendimizi gerçekleştirebilecek bir dünya oluşturacak ve olacak olana direnmeden bir şekilde uyum sağlamanın yöntemini bulmaya çalışacağız, yahut Dersu gibi adapte olamayacak ve yeni dünyada yaşamanın olanaksızlığı ile karşı karşıya kalacağız. Üstelik bizim toplumlarımızın Dersu kadar ihtişamlı bir eserini ortaya koyacak ne yazarımız kaldı, ne de yönetmenimiz.