Kendisine iyi davranılmış sayılı günleri ve hayatının son 6 ayını hatırlayıp mutlu olan bir insanımdır. Bu iyi ve güzel günlerin çoğu kısmında sinema kendine çok büyük parseller edinmiştir. Çocukluk sinema hatıraları yatan bu nadir günlerde film sonrası eve geçip ‘’ne gündü be’’ diye günü düşünüp mutlu uyuduğum ertesi günü düşünmediğim huzurlu gecelerle doludur. Kendimi İyi veya kötü olarak değil niyetlerle açıklamaya meyilliyimdir. Öyle ki biricik niyetim yalnızca beni çocukluğumdan bu yana büyüleyen sinemaya dolaylı ve doğrudan bulaşmak kanımın bir parçası olarak taşımaktır. Bu niyetlerden, hatıralardan sonra kötü ve beceriksiz olarak anılmak umurumda değil. Sinemaya bir miras bırakmak istediğim doğru ama bu ihtilal niteliğinde değil kıyısından köşesinden iz bırakmak amaçlı mıdır henüz bilmiyorum. Sinemada had bilmek diye bir olgu yoktur bana kalırsa. Herkes istediğini yapabilmeli ve ucundan da olsa bu kocaman duvara küçük veya büyük imzasını atabilmeli. Ben haddini bilmeyen biriyimdir. Sinema için kocaman hayaller taşıyan ve bunu belki nostaljik hatıralardan dolayı belki çocukken izlediğim 2-3 sanat filminden çok etkilendiğim için istiyorumdur. Sinema hayatın kendinden esinlenerek yapılan ve türlere ayrılan sanat dalıdır. Gerçek yaşadığımız kadar var değildir. Gerçek; yaşama ihtimalimizin olduğu her zaman dilimi ve eylemdir. Yaşadığımız veya yaşama ihtimalimizin olduğu olayları izlemek bana daha fazla var olduğumu hissettiriyor. Muhsin Ertuğrul’un hayatını araştırırken zaman zaman ona değil kendime kızdığımı farkettim. Benden onlarca yıl önce yaşamış biriyle aynı hataları yapmış olmakla birlikte kendimi hala fazla tecrübesiz olarak zımbaladım. Ertuğrul gerçekti ben de öyle ve hatalarımızda. Her geçen gün Ertuğrul’un yanına daha da yaklaşırken bu olağanüstü spontane hayatı törpülemem gerektiğini artık bir film çekme vakti geldiğini düşündüm. Bunun hakkında birkaç girişimim olsa da gerek kendimden başka kimsem olmaması gerek yatırım bulunmaması sonrasında ertelendi. 6 Şubat sonrası yazı dizisinin ikinci bölümünü getirmek için de birkaç girişimim oldu fakat aklıma bu yazıyı okumuş ve şimdi hayatta olmayan insanlar geldikçe kendimi boş sayfaya bakıp hayal kurarken buldum. Tarih her zaman değiştirmek istediğim ve ‘’keşke’’ kelimesiyle harmanladığım geçmiş zamandır benim için. Muhsin Ertuğrul’un bugün dönüp hayatının hangi noktasını değiştireceğini oldukça merak ediyorum. Hayatındaki en büyük pişmanlığı ve keşkesi nedir diye kendime soruyorum fakat sanıyorum ki o ‘’keşke’’ diyecek bir karakter değildi. O kendinden sonra tufanlar miras bırakan biriydi.
SENDEN SONRA TUFANLAR KOPTU: MUHSİN ERTUĞRUL
‘’İstanbul’da Kanunisani 23 1308’de bir pazartesi akşamı doğdum. İyi mi kötü mü oldu doğmasaydım daha mı iyi olurdu doğumum toplumumuza katkıda bulundu mu yaşamımdan olumlu izler kalacak mı yoksa bu dünyadan yalnız somun tüketicisi olarak mı gideceğim?’’
Sözleriyle anlatıyor doğumunu.
İlk hatıraları boya kokusu dolu bir odayı içine çekmek diğeri ‘Keresteciler Yangını’ olarak bilinen faciası, babasının onu orta oyunu ve gölge oyunlarını izletmesi ve Yunan harbi…
Çocukluğunun sayılı hatırlanan günlerinde tiyatro ve resim bulunuyor. ‘’…Eğer babam beni alıp Kadıköy’de Zanbaoğlu Bahçesindeki salaş tiyatroda oynanan Osmanlı dram kumpanyasın Dalila piyesini seyrettirmeseydi; böylece tohumu atılan meddah, Karagöz, ortaoyunu, dram türlerinin çeşitli öykülerine, oyunlarına, piyeslerine dadanıp hemen bütün repertuarlarını izlemek tutkusu başlatmasaydı bende de elbet tiyatro sevgisi diğer kardeşler gibi yüzeysel kalacaktı…’’
Çocukluğunun büyük bir kısmını tiyatro gösterileri için para biriktirip semtler arası seyahat etmek ve çayırda top koşturmakla geçiriyor. 1910 senesinin yaz ayında okullar tatile girdiğinde gazetelerde sık sık adına rastlanan Burhanettin Bey’e (Burhanettin Tepsi II. Meşrutiyet döneminin öncü tiyatrocusu) başvuru yapmak ve aktör olarak sahne tozunu yutmak için can atıyor. Haydarpaşa Çayırında top koşturduğu günlerde karşı takımda Selahattin isimli bir gencin Burhanettin Beyin yanında çalıştığını öğrenince ona açılıp niyetini belli ediyor. İkili ertesi gün için anlaşıyorlar. Ertuğrul’un uzun uykusuz bir gecesi geçiyor. Nihayet ertesi gün gelip çattığında erkenden Erenköy tiyatrosunun yolunu tutuyor. Semtin sokaklarında öğlen vaktine kadar dolaştıktan sonra öğleden sonra oynanacak olan l’Arlesienne isimli üç perdelik piyes için en ucuz sıralardan bir koltuk alıyor. Nihayet Selahattin geldiğinde onu oyuncularla tanıştırıyor. Oyuncular pek samimi davranarak onunla tanışıyor sanki Ertuğrul her seferinde onları seyirci koltuğundan izlerken oyuncular da onu sahneden izliyormuş hissine kapılıyor.
Bu sebebi ziyaretten yaklaşık bir hafta sonra 30 Temmuz 1910’da ilk rolunü Sherlock Holmes piyesinde Bob rolünü almıştı kendine. Üç cümlelik bu küçük rol için yarım saat prova yapıp kendini sahneye atmıştı artık olmak istediği ve ait olduğu yerde sahnedeydi…
Burhanettin Bey Reşat Rıdvan’la ortak bir işe girişerek Beyoğlunda Odeon tiyatrosunu (Lüks Sineması) kiralamışlardı. Burada Ertuğrul’a aylık 5 lira Ramazan ayında akşam çıkacağı oyunlarla birlikte 10 liralık bir iş teklifi sunulduğunda hiç düşünmeden imzaladı. İçini yakan derin sevinç ailesinin bu duruma vereceği tepkiyle sönüyordu.
Bir Cuma akşamı matineden eve döndüğünde ablasının ve eniştesinin yüzünün asık olduğunu fark etti. Ayrılık vaktinin gelip çattığını seziyordu artık. Yemek yendikten sonra salonda oturulurken eniştesi cebinden bir ilan çıkartıp sorar;
‘’Buradaki Ertuğrul sen misin?’’
‘’Evet’’
‘’Gelip geçici bir heves mi?’’
‘’Hayır. Ömür boyu bu meslekte kalmak istiyorum çünkü tiyatroyu çok seviyorum’’
‘’Ne bizim ailemizde ne babanızın ailesinde oyuncu var onun için ya bu düşüncenden vazgeç ya da ailenden..’’
Sonu tahmin edileceği üzere Ertuğrul bu ultimatoma karşı ailesinden ve evinden vazgeçer.
1911 yılında Galata Rıhtımından Paquet kumpanyasının vapurlarından biriyle Marsilya’ya doğru yedi gün sürecek deniz yolculuğuna çıktı. Marsilya’dan sonra durağı 14 saat tren yolculuğu çekeceği Paris, Paris’in Quartier Latin isimli öğrenci semti.
Paris’e yaptığı bu ilk gezi, zor koşullar içinde yaşayan genç Muhsin Ertuğrul için olağanüstü güç olmuştu. Üstünde çok az para bulunan sanatçı, o nedenle çoğu günlerini aç olarak geçirmişti. Öyle ki Ertuğrul Paris’teyken iki kez intihar etmeyi düşünmüştü. Muhsin Ertuğrul bu konuda şunları ekler: “Paris’e ilk gidişimde parasızdım, kuru ekmek yiyerek yaşıyordum. Kestane yemek bir ziyafet oluyordu benim için ama dönemezdim yapmak istediğimi yapmalıydım, tiyatroyu görmeliydim, tiyatroyu öğrenmeliydim. O sıralarda ümitsizliğe kapıldığım oldu. Birkaç defa Seine Nehri kıyısına gittim, intihar etmek için. İyi ki etmemişim…”
Muhsin, sonraki yıllarda yapıtlarını tanıyacağı Sovyet yazarı Leonid Andreyev’i neden o kadar çok sevdiğini açıklarken de, intihar sorunu üstüne ilginç bir açıklamada daha bulunur. “ Andreyev aç kalmış, intihar etmeye karar vermiş. Odasına gelmiş; bakmış bir pantolonu daha var. ‘Satılabilecek bir pantolonu olan intihar eder mi?’ demiş, vazgeçmiş…” İlk kez bir tiyatro oyunu yazmayı da aynı 1911 yılında denediğini belirten Muhsin Ertuğrul, bu konuda şunları söyler: “İntihar adında bir piyese başladım 1911’de. Hikâye de yazdım. Ertesi gün okuyunca tahammül edemedim yazdıklarıma. Çok bayağı şeylerdi.”
Paris dönüşünde gençlik ateşiyle birlikte tiyatro topluluğu kurulur. Adını sanıyorum ki çok düşünmeden ‘Ertuğrul Muhsin ve arkadaşları’ koyuyorlar. Müfit Ratip’in seçimi ve çevirisiyle Henri Bernstein’in La Giffe isimli (Oyunun birebir çevirisi Pençe olsa da Mehmet Rauf Bey’in aynı adlı romanı olduğu ve Pençe isminin oyunla pek bağdaşmadığını düşündükleri için piyesin ismi ‘Yosma’ isminde çıkmıştır*) oyununda karar kılınır.
1913-1914 yıllarında İstanbul Belediyesi’nin başında bulunan Operatör Cemil Paşa kısa bir süre içinde iki kalıcı iş yapmıştı: Gülhane Parkı’nı düzenleyip halkın hizmetine açmış ve bir konservatuvar kurulması yolunda canla başla çalışarak çoğu kişinin kuşkulu bakışlarına engellemelerine karşın bu sanat kurumunu gerçekleştirmişti. Belediye meclisi bu amaçla üç bin altın lira ödenek ayırmış; işin düzenli biçimde gerçekleştirilmesi için ünü dünyanın her yanına ulaşmış André Antoine’ı İstanbul’a çağırma kararı almıştı. 1914 yılı haziran başında belediye meclisi, Antoine’ın 25 haziran 29 eylül arasında gerçekleşecek ziyaretine 12 bin frank ödenek ayırmıştı. Kararın altında Cemil Paşa’nın imzası vardı.
“İstanbul’da birkaç barakadan başka ne bir tiyatro binamız ve ne de sahneye çıkabilecek bir artistimiz yoktu. Bundan dolayı pek çok üzülüyordum. Sultanahmet Meydanı’nda bir tiyatro ve bir de şehremaneti (belediye) binası yapılmak üzere Şehremaneti Heyet-i Fenniye Müşaviri Mösyö Orik’e (M.Auric) bir proje hazırlattım. Diğer taraftan aktör ve aktris yetiştirmek üzere, pek çok tanınmış Fransız artistlerinden Paris’teki Odeon Tiyatrosu Müdürü Mösyö Antuvan’ı (M.Antoine) İstanbul’a çağırarak Şehzadebaşı’nda Letafet Apartmanı’nda tesis eylediğim ve Darülbedayi ismini verdiğim mektebinin müdüriyetine tayin ettim.” Bu satırlar, uzun yıllar İstanbul’un unutulmaz belediye başkanlığını yapan Operatör Dr. Cemil Topuzlu’nun ‘’80 Yıllık Hatıralarım’’ adlı yapıtında yer alıyor.
I. Cihan harbinin patlak vermesiyle tüm işler gibi bu da sekteye uğruyordu. 27 Ekim 1914 günü Şehzadebaşı’nda bulunan belediye binasını tahsil edilmesiyle ilk konservatuarımız olarak kullanıma açılıyordu. Çok zaman geçmeden konservatuar Halit Fahri Ozansoy’un ‘Baykuş’ isimli piyesiyle ilk aktörleri gibi ilk yazarımız da vermiştik.
Savaşın ardından 1919 yılında Almanya’ya seyahat eden Ertuğrul, Hamburg’da Nabi Zeki’yle tanışıp ilk film stüdyosunu kurmaya karar kılar. Nabi ticaret lisesi mezunu olmasıyla maddi işleri üstlenecek Muhsin Ertuğrul film çekerek sermayeyi döndürecekti. Ertuğrul o sıralar okumakta olduğu Maurice Level’in L’angoisse romanından esinlenerek ilk senaryosunu Berlin’de ve bazı sahnelerini bugünün Türk mahallesi olarak bilinen Kruezberg tepesinde çeker. Böylelikle İstanbul Film ilk eserini Almanya’da çekmiş oluyordu.
Sinematografın ülkemize girmesiyle başlayan bu serüvende Muhsin Ertuğrul her daim sinemanın bir parçasını taşıyor ülkenin mihenk taşı görevini üstleniyor bugünümüze bir satırbaşı oluyor. Görmüş olunduğu üzere Meşrutiyet tiyatrosundan süregeldiği gibi yabancı ‘uyarlamalar’ epey ağırlıklı haldeler. Muhsin Ertuğrul’un da bu yanlıştan dönmediği sıklıkla Garp’tan ihraç ettiği eserlerle iyi veya kötü katkılarda bulunduğunu görüyoruz.
1925 yılında Rusya’ya giden Ertuğrul burada üç film çeviriyor. Tamilla (1925) Beş Dakika (1926) Spartakus (1926) Ertuğrul’un yazdıkları dışında bu filmler hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Jean Mitry’nin açıklamasıysa ‘’eser Sovyet sinemasının ilk epik devrimci filmlerindendir,’’ ve ekliyor ‘’vasat bir yapıdadır.’’
Sanıyorum ki Ertuğrul’un en ciddi eleştirileri aldığı durum budur. Kendini geliştirmeye ve öğrenime kapalı olması, bildiğini yapması ve yaptığı işe körü körüne tutkuyla bağlı olması. Bu tutkulu sevda onun biraz da olsa çevresinde değişen ve gelişen sanattan bihaber olmasına sebep veriyor. Anadolu’da ve Almanya’da yaptığı işleri Sovyetler topraklarında da sürdürmek istemişti.
Sovyet macerasının sonunda nihayet yine evine Anadolu’ya dönen Ertuğrul buradaki ilk işini Kemal Film hesabına çekiyor. Senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği bu eser İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk (1922) oldukça kalabalık oyuncu grubuyla çekiliyor. Reji asistanlığını Kemal Küçük üstlenirken en eski görüntü yönetmenlerimizden Cezmi Ar kameranın sorumluluğunu alıyor. Oldukça ağır melodram içinde, kentsoyluların hayatlarına mercek tutan eser tiyatroya dayanak vermeden özgün olmayı başarmıştır. Nejat Özön’ün de işaret ettiği gibi eser bir gelenek yaratmış Türkiye Sineması mihenklerinden biri haline gelmiştir. Kendisinden 40 yıl sonra izlenecek olan filmlerde İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk kalıntılarına rastlamak mümkündür. Kötü kadınlar, tutku ve günahlar yüzünden mahvolan kentli hayatları, şehvet cinayetleri, yanlış yere suçlanan masum biri ve tüm bu olanlardan sonra ne olursa olsun mutlu bir son…
Aynı sene Kemal Film adına ‘Nur Baba’ isimli filmin çekimlerine başlanır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun aynı adlı romanından uyarlanan bu cüretkar eser dış sahnelerinde Bebek ve Rumelihisarı’nda çekilirken iç sahneleri Eyüp’te stüdyo ortamında çekilmektedir.
Rakım Çalapala olayı şöyle anlatıyor: ‘’ Bir alay bektaşi dervişi stüdyoya baskın yapmıştı. Bektaşiler aleyhine film çeviriyorlar diye artistlerin üzerine yürüdüler dekorlara bir saldırı saldırış ki demeyin gitsin! Herkes çil yavrusu gibi bir tarafa dağıldı. Bu arada en çok korkan zavallı Papazyan oldu. Ertesi gün zabıta işe el koymuş stüdyo muhafaza altına alınmış yeniden çalışmalara başlanmıştı. Lakin Papazyan’ın gözü o denli korkmuştu ki bir daha derviş elbisesini sırtına giymeyeceğini anlayan rejisör rolu kendi üstlenmişti’’
Zevk ve şehvete düşkün, kendisinden yardım dilenmeye gelen zengin kadınlardan faydalanan Nur Baba karakteri günümüz Anadolu ve Ortadoğu bağnaz ve yobazlığının iklimini taşır. Öyle ki içinde bulunduğum bu küçük iptidai Anadolu kenti, Nur Baba gibi tembel, altındaki toprağı sürmekten mahsul elde etmekten yoksun, savaş naraları atan lakin ölü düşman askerinin kafatasını görse çığlıklarla kabuslardan uyanan, ahlak ve iffet dersi veren fakat en büyük namus yoksunlarının topluluğuyla kendi geçimini sürdürmektedir. Yazık ve mahvolmuş haldeki karakterlerin bu onursuz birlikteliği elbet başlarına yağacak olan irfan ve edep yağmuruyla son bulacaktır. Eser tıpkı Mürebbiye gibi sansüre uğruyor bir sene sonra Boğaziçi Esrarı adıyla gösterime giriyor.
‘’Sanat ve temaşa aleminde Türklerin yüzünü ağartacak büyük milli piyes, 5 fasıl. Cazip ve heyecanamiz bir mevzu, yeniliğe, güzelliğe ve san’atta cürret ve fedakarlığa parlak bir minsal teşkil edecek şaheser. Feci ve hevlengiz büyük aşk ve ihtiras piyesi. Avrupa ve Amerika filmleriyle mukayese edilecek Türk eseri. Fevkalade mizansen, latif İstanbul manzaraları, zengin ve muhteşem şarkvari dekorlar…’’ diye Kemal Film tarafından reklamı yapılmaktadır.
‘’Bu film savaşın henüz silinmemiş, unutulmamış acılarının, sevinçlerinin sinema aracılığıyla belgelenmesiydi’’ diyor Ercüment Behzat Lav, Ertuğrul’un yeni filmi Ateşten Gömlek hakkında. İki gencin aynı kıza aşık olmasıyla ve fonda yürüyen Kurtuluş Savaşı hikayesiyle süren eser harbi ön plana taşıyarak epik bir aşk hikayesine ve Milli Mücadeleye ışık tutan hale evriliyor. Dış basında da kendisine hatrı sayılır yer bulan eser ilk kez bir kadın oyuncunun yer aldığı film olma özelliğini de taşıyor.
Bir sonraki çalışması esasen Weinberg’ün tasarlamış olduğu Lebleci Horhor Ağa oluyor. Tiyatro uyarlaması olan müzikal eser ağırlıklı olarak yine tiyatro oyuncu kadrosundan oluşuyor. Dünya Sinemasında aksiyon ve maceranın revaçta olduğu dönemde bu eser gerek dekorlarıyla gerek çekim süresiyle Kemal Film’e pahalıya mal oluyor ve iş yapmıyor.
‘’Bir piyes seyretmiştim İstanbul’da. Bir deniz fenerinde karayla bütün bağlantıların koptuğu fırtınalı bir gece fener bekçilerinden biri diğerine saldırıyordu.’’ diye anlatıyor Nazım Hikmet bu Fransız tiyatro oyununu. Esası Paul Auitier ve Clocquemin’in 1905 senesinde yazdıkları piyese dayanan Kız Kulesinde Facia (1923) isimli eser Ertuğrul’un yeni uyarlamasıdır. Leblebici Horhor Ağa’nın başarısızlığından sonra yılmayıp tekrar tiyatro ve aktörleriyle iş yapmak istemiştir. Kişilerin ve mekanların ismini değiştirmekle yetinen olayı olduğu gibi uyarlamıştır. Adam ve oğlu deniz fenerinde bekçilik yapmaktadırlar. Oğlan kuduz köpek tarafından ısırılıp kuduz olur. Delikanlının sudan, ışıktan korkması, ruhlarla konuşması, bir yerden sonra ulumaya başlaması, fenerin ışığını yakmayıp bir gemiyi tehlikeye sokması, babasına saldırması ve tabi babası tarafından öldürülmesi film için heyecan unsurları barındırıyor gibi dursa bile esasen dram ve trajik ajiteden başka bir şey olmadığını gösteriyor. Film bir tiyatrodur tıpkı Ertuğrul gibi. Aynı eser 1929 yılında Fransa’da Jean Gremmillon tarafından yönetiliyor. Ertuğrul’un filmine kıyasla bir melodram değil tek mekanda geçen, dinamik heyecan dorukları barındıran, doğayı kullanmayı bilen, Rus ve Alman öğelerinden faydalanan başarılı bir eser olarak ortaya çıkıyor.
Muhsin Ertuğrul’un Kemal Film adına çevirdiği son film kayıp olan ve asla göremediğimiz Sözde Kızlar isimli Peyami Safa’nın romanından uyarlanan eserdir.
“Peyami Safa, bu romanı mutlaka bir sınıfa sokmak gerekirse, satir sosyal‟ (içtimaî hiciv) olarak ele alınabileceğini ifade eder.”
Film kayıp olduğu için romana ne kadar sadık kalınmıştır bilmek güç fakat Rakım Çalapala’ya göre filmin romanla ilgisi azdır.
Bu eserin ardından Ertuğrul’un Kemal Film ile arası açılır iki tarafta birbirinden kopmak için bahane ararken Kemal Film kapanma kararı alır böylelikle Ertuğrul’un Kemal Film ile bağlantısı biter.
İpekçi Kani Bey Kapalıçarşını Kalpakçılar bölgesinde ipek satmak için açtığı dükkan zamanla Eminönü’nde oyuncak, fotoğraf malzemesi, film gösterme aygıtı satan, 1917 senesinde fotoğraf rehberi yayınlayan işletme ‘Selanik Bonmarşesi’ne dönüşüyor. (Bonmarşe o dönemde İstanbul’da fotoğraf malzemesi getiren biricik yerdir.)
Sonrasında İpekçi kardeşler İpek Film adıyla film yapımına Ertuğrul’un desteğiyle başlar. Fransız yazar François de Curel’in ‘La terre inhumaine’ (Acımasız Topraklar) adlı oyunu Reşat Nuri Güntekin’in ‘Bir Gece Faciası’ olarak uyarladığı ve 1924’te kitap halinde basılan yapıt Ertuğrul’un elinde ‘Ankara Postası’ olarak hayat buluyor. Stüdyo olmamasından mütevellit Rüya sinemasının arkasında bulunan bir arsaya, Yeşilçam Sokağına açık havada dekor kurularak çekilir. Uyarlama tutarsızlıklar ve teknik yetersizlikler içerse de ilk kez Beyoğlu’nda bulunan Melek ve Elhamra sinemalarında gösterime girip büyük rağbet görüyor.
Ankara Postası’ndan sonra Kaçakçılar adlı filme başlanıyor. 1929’da çekimlerine başlanan film Sait Köknar’ın sette araba kazası geçirmesi ve oyuncu Karakaş’ın vefatından dolayı çekimler duruyor. 1932’de sesli olarak gösterime giren film Ertuğrul’un değişmez formülü melodram beyazperdeye kavuşuyor.
Nihayet sessiz dönemin kapanmasıyla birlikte İstanbul Sokakları isimli müzikal ve pek tabii melodramatik filmin çekimlerine başlanıyor. Mısır ve Yunanistan’dan getirtilen set işçileriyle birlikte dönem için oldukça pahalı olan bir eser ortaya konuyor. Semiha Berksoy’u da ilk kez perdeye getiren bu eser birçok teknik yeniliği de beraberinde getirmişti. Türkiye Sinemasının tüm klişelerinin bir yeni temelini daha atan Ertuğrul kozmopolit melodramına aykırı gerçekler sokuyordu. Dürüst delikanlılar, saf genç kızlar, kötü bar kadınları, kardeş çatışmaları, tıp tarihinde eşine rastlanmamış rahatsızlıklar ve tedavileri, şarkılar ve mutlu son. 1 Aralık 1931 günü bugünkü adıyla Emek sinemasında özel bir galayla seyirciyle buluşuyor ve büyük bir ilgi ile karşılanıyor. Geleceğin temelini atan bu eser ister şarkıcı ister türkücü ister arabeskçi deyin her birinin atası oluyor.
1932’de ‘Bir Millet Uyanıyor’ filmiyle tekrar Ankara Postası ve Ateşten Gömlek filmlerinin ardından Kurtuluş Savaşı yıllarına dönüyor. Her ne kadar gerçek kişiler ve hikayeye dayanıyor olsa da bu eser o kadar da ilgi görmüyor.
Nizamettin Nazif’in anlattığına göre: ‘’ Rollerin hemen hepsi, İstiklal harbindeki hatıralarım arasından seçilmişti. Devrin önde gelenleri böyle bir filmin gerçek değerini pekala anlamışlar hiçbir yardımı esirgememişlerdi. Hatta Gazi Mustafa Kemal filmin senaryosunu inceledikten sonra filmde hareket halinde görünmeyi asla yadırgamamıştı. İsmet Paşa’da bir garp cephesinde rol almayı kabul etmişti.’’
Tüm olanakları kullanarak tarihsel bir yapıtı ortaya çıkartmak için çabalayan Ertuğrul yeni bir prototip çıkarıyor fakat karmaşık senaryo bir hayli karışıktır. Anlatı karanlık içinde kalıyor tarihsel gerçekler macera halini alıyordu.
Artık tekel haline gelen İpek Film ve Ertuğrul bir repartuar sineması yaratmaya girişirler. 1933 senesinde Muhsin Ertuğrul üç güldürü ve bir melodram olmak üzere dört film yönetiyor. Darülbedayi’nin neredeyse tüm oyuncularının içinde bulunduğu ‘Karım Beni Aldatırsa’ filmi en ilgi gören filmlerinden oluyor. Üstelik film biraz da olsa yenilik teşkil etmekle birlikte varyete kokan kısa tek parçalı mayo giyen kızların cüretkar gösterisiyle ilgi kazanmıştı. Konu bakımından kentsoylu güldürüsü diyebileceğimiz eser Kadıköy’ün Moda sahillerinde, spor salonlarında geçmekte şive ve aşk komedisi barındırmaktaydı.
‘Söz Bir Allah Bir’ isimli aynı yöntemi izleyen ve yine Mümtaz Osman takma ismiyle Nazım Hikmet tarafından yazılan film seyirciye bir hayli yabancı kalıyor.
Aynı yıl Nazım Hikmet’in senaryosunu yazdığı Cici Berber de müzikli tiyatrodur. Galip Arcan’ın başarılı rolüyle iyi bir operet olan Cici Berber eleştiriler kadar tebrik yazıları da alıyor.
1934 senesinde yine Nazım Hikmet’in kaleminden çıkan güldürü filmi Milyon Avcıları perdeye taşınıyor. Bu eserde Ertuğrul tüm eserleri gibi Batı sofrasından alınmış bir dilimden öteye geçememiştir. Aynı yıl yerli bir kaynak olan ve onun için yarım kalmış bir iş sayılan Leblebici Horhor Ağa sesli olarak tekrar çekilir.
1934-35 yılları arasında Hayri Çavdar’ın maddi desteğiyle bir köy filmi çekmek istiyor. Senaryosu Nazım Hikmet’e teslim edilen eser Selma Lagerlöf’ün ‘Töser fran Stormyrtorpet’ adlı uzun öyküsünden uyarlanıyor. Tiyatro havasından filtrelemiş yeni bir hava solumak istermişcesine radikal gerçekçilik atmosferi yaratıyor.
A.Ş Onaran: ‘’ Gerçekten filme realist bir hava hakimdir. O tarihte İtalyan sinemasına bile bu kadar realizm girmemişti,’’ der. Ne kadar objektif olmasını bekleyemesek bile Nazım Hikmet bu film için ‘’Anadolu sineması için ilk,’’ diyordu.
1938’de şehir tiyatrosunda defalarca oynanan ‘Aynaroz Kadısı’ piyesini sinemaya uyarlamak istiyor.
Film o yılın bir sinema dergisinde şöyle tanıtılıyor: ‘’ Türk tiyatrosunun en kuvvetli komedilerinden biridir. Tiyatrosunu dört-beş kere izleyenlerin olduğunu düşünürsek daha geniş imkanlarla farklı mekanlarla çekilecek olan filmin ne kadar başarılı olabileceğini tahmin edebiliriz. İpek Film stüdyoları bu eser için altı ay uğraştı. Filmin büyük bir kısmı Yunanistan’da çevrildi. Film başlamadan evvel hesaplanana nazaran epey pahalıya malolmuş olsa da zengin ve güzel bir film olması için elden gelen hiçbir şey esirgenmemiş.’’
Vaziyet aslında dergide belirtildiği gibi değil. Film Yunanistan’da değil Heybeliada’da geçmekte. Filmin erotik sahneleri yüzünden yurtdışına çıkış sansürü alıyor ve hadise meclise kadar gidiyor.
1939 yılı hem İpek Film hem Ertuğrul için oldukça hareketli ve faal bir sene oluyor. Ertuğrul Türkiye Sinemasına bu sene bir yenilik daha getiriyor. Şarkıcı-Oyuncu veya Munir Nurettin Selçuk.
Nihayet 1940 yılına geldiğimizde Muhsin Ertuğrul’un en saygın filmlerinden ‘Şevket Kurbanı’ eserini izliyoruz. Victor Fleming’in yönettiği Oscar ödülü kazanan ‘ The Way Of All Flesh’ isimli 1927 yapımı filmin uyarlamasıdır. Şehvet Kurbanı gösterimde ilgi görüyor, çevrelerce tebrik ediliyor fakat yine Ertuğrul bu filmde de sinemayı değil aktörleri ön plana koymakta, dekorlarından senaryosuna kadar her şeyiyle sırıtmaktadır. Ertuğrul sinemayı hiçbir zaman kabullenememiş onu tiyatroyu kolaylaştıracak ve yaygınlaştıracak bir alet olarak görmüştür artık bunu hepimiz kabul edebiliriz.
1940-41 yılları arasında İpek Film adına üç film daha çekiyor. Nasrettin Hoca Düğünde, Kıskanç ve Kahveci Güzeli.
Nasrettin hoca filminde fıkralar ve öyküler anlatılır araya Hacivat ve Karagöz, orta oyunları, Müzeyyen Senar, Sadettin Kaynak, Zati Sungur, Laurel Hardy taklitleri girer.
Çekimine 1939’da başlanan fakat 1942’de gösterime giren Kıskanç filmi Nazım Hikmet’in senaryosudur. Klasik bir Ertuğrul melodramı olan eserde aldatan, aşık olan, şehvet suçu işleyen ve mutlu sonla biten bir film izleriz. Tiyatro kurallarından kurtulamamış Ertuğrul’a bir kez daha patetik film çekme şansını tanıyarak kötü bir film olarak yerini diğerlerinin yanında alır.
Ertuğrul artık sinemada erime dönemine girmiştir. Tekelliği yıkılıp yeni isimler türeyince Ertuğrul sinemasının vasatlığı daha da gün yüzüne çıkmıştır.
1951 senesine geldiğimizde onu sinemadan koparacak olan ilk renkli filmini çekiyor.
DOĞAN KARDEŞ YAPIMI GURURLA SUNAR: HALICI KIZ
İlk renkli uzun metraj film olma özelliği taşıyan eser Ertuğrul ile özdeşmiş olan bir tür melodramatik öykü anlatıyor. Güzelliğiyle herkesi baştan çıkaran Gül isimli kız Isparta’dan büyük şehre uzanan hikayesini izleriz. Kız nihayet aşkını Bursa’da dağ evinde yaşayan bir adamda buluyor. Ertuğrul’un çağdaşlıktan çok uzak, demode, arkeik, içigeçmiş birbirinin kopyası filmleri seri üretmesi artık kimse tarafından ilgi görmüyor. Çeyrek asırdan fazla bir süre boyunca Türkiye Sinemasını kendine esir ettiği, gelişimine büyük kem vurduğu ve birçok nesle sinemayı yanlış tanıttığı için eleştirilen Ertuğrul’a bana kalırsa kendisine yöneltilen her eleştiri haklıdır. Kocaman dünyanın içinde bulduğu bomboş arazidir Türkiye Sineması. Dikilmiş tek fidanı geçtim yerde tek çakıl taşı bile yoktur. Muhsin Ertuğrul bu boşluğu değerlendirmiştir kendisi için gerekli olduğu şekilde bizler için çıkarları doğrultusunda. Şunu unutmamak gerekir ki Ertuğrul gençlik tiyatro heveslerinden bu yana sinemayı hiç ciddiye almamış küçük bir zaman dilimi için heveslenmiş fakat bu sanatı hep bir ayak işi tiyatroyu kolaylaştıracak bir icad olarak görmüştür.
‘’Zaman sınırı ve para hırsı olmadan bir film çevirmeyi ben de isterdim ama olmadı işte!’’ der Ertuğrul.
Her ne olduysa kim için ve ne yaşandıysa Türkiye Sineması içindi. Vahşi bir endüstri olana dek masumiyetini koruyan ve vahşetin içinde yaşayıp gülebilenler vardı hep.
Muhsin’e, arkadaşlarına ve Türkiye Sinemasına ithafen…