1980 yapımı Ko To Tamo Peva (Who’s Singin’ Over There?) – Kim Şarkı Söylüyor Orada, Slobadan Šijan yönetmenliğinde geliştirilmiş 89 dakikalık bir kara komedi. IMDb puanı oldukça yüksek. Açıkçası hikaye epik seyrederken güldürse de dönüp baktığınızda bolca hüzün mevcut. Çoğu komedinin de yaptığı gibi ağlatacak halimize güldürüyor Šijan.
“Güneş yükseliyor cumartesi sabahı bir ses duyuyorum uzaklardan. Oradan buradan fakir insanlar güneşin doğuşunu bekliyor”
İki Roman çocuğun bu sözlerinin ritmiyle başlıyor filmimiz.
1941’in Nisan ayında, farklı sebeplerle Belgrad’a gitmek niyetiyle durakta bekleyen bir grup görüyoruz. Malum İkinci Dünya Savaşı yılları Yugoslavya’dayız, ortalıkta telaş hakim yine de hayat devam ediyor. Karakterlerimizi biraz incelemek istiyorum.
Başta şarkı söyleyen Roman çalgıcılar, lüks bir restoranın seçmelerine katılacak genç bir şarkıcı, şaşkın bir avcı, asker oğluna harçlık vermeye giden bir yaşlı gazi, doktora görünmek isteyen bir veremli ve bir Nazi sempatizanı. Bizler bu son karakter ve çalgıcı çocuklar hariç herkesin Belgrad’a gidiş amacını biliyoruz.
Minibüs geç geliyor sebebi ise lastiğinin patlaması. Bu sırada bize film boyunca eşlik edecek o yeşil-sarı kısa otlara şöyle bir göz atma imkanı buluyoruz. Nihayet otobüsümüz geliyor, çakırkeyif bir baba muavinliği üstlenirken hiperaktif çocuk ruhlu biricik oğlu şoförlük yapıyor ve yolculuğumuz başlıyor.
Bu yolculukta pek çok kültürel gönderme ve etik değere değinilecek, şimdi biraz irdeleyelim.
Biletler toplanırken bazı yolcular Romanlarla seyahat etmek istemediklerini belirtince muavinimizin tepkisi “parayı veren düdüğü çalar” şekilde oluyor.Özellikle bu tarz ırkçılık karşıtı söylemlerle karşılaşsak da film boyunca gördüğümüz bazı toplumlara karşı ön yargı hiç eksik olmuyor.
Kendi kültürümüzde karşılaşabileceğimiz bir diğer örnek ise, oğluna harçlık vermek uğruna sigarayı bırakan fedakar gazimiz. Hatta bilete de para vermek istemeyince hakkında “fakir” denilmesini gururuna yedirememesi üzerine beş bilet almak ister. Böyle şeylerle galeyana gelen insanlara alışığız. Neyse ki muavin abi iyi biri ve ancak tek bilet alması halinde yolculuğa devam edebileceğini söylüyor ve iş tatlıya bağlanıyor. Kurallarına bağlıdır muavin. Bozkırda ilerlerken bile durak dışı yolcu kabul etmeyişinden de çıkartabiliriz bunu.
Bir sonraki durakta aracımız ve taze bir çiftimiz biniyor. Alman sevici karakterimizin fikri üzerine evli olup olmadıkları sorgulanıyor. Balkanlardayız. Tarihi epey geri. Ne yazık ki yine tanıdık bir sahne.
Evet gelinimiz çok hoş bir amaç uğruna bu yolculuğa çıkmış. Denizi görmek istiyor. Şarkıcı karakterimiz geline gönül vermiş gibi gözüküyor. Fötr şapkalı, kanunsuzluğu ve düzensizliği eleştiriyor bu sırada savaş gazisi amcayla atışmalarını dinliyoruz. Arada veremli hasta sohbete karışıyor, seçmeleri kazanacağından büyük soğukkanlılıkla söz eden şarkıcımız çiğ yumurta içiyor, çalgıcı Roman çocuklar ise çok sessizler bir köşeye sinmişler. Muavin ise oğlunu çok seviyor, O’nun her yaptığını överken kendi elinden şişesi düşmüyor.
Kuralları uygulamadaki katılığa rağmen gizlice var olan ahlaksızlıktaki tutarsızlığı geniş çerçevede görebiliriz. Nitekim yolda alınmayan yolcu, devletteki yolsuzluk eleştirileri, açıkça savaş karşıtlığını görürken bir yandan da çocuklara yapılan ırkçılık, dönemin canisi Nazilere övgü, etin önce kötü yerinin servisi, gelinle damadın röntgenlenmesi ve dahası. Yani insanlık yine tutarsızlıkta kararlı insanlık!
Yolculuğumuza Belgrad’da satılmak üzere domuzlar da ekleniyor. Uğradıkları çiftlikte Almancı abinin taş koleksiyonu yaptığını öğreniyoruz şoför yani Mişko, adını bildiğimiz tek karakter. Onu burada yine çok neşeli ve çok çocuk ruhlu görüyoruz.
Yolda askerlerin yolu kapattığını öğrenince tedirgin oluyorlar. Geri dönmek bir seçenek olmasına rağmen herkes devam etmek istiyor.
Kapanan yola alternatif geçeceklerini tarlanın sahibi çiftçi, özel mülkünden geçiş için ücret talep ettiğinde sorun çıkıyor. Vermek istemeseler de oğulları zaten hasarlı lastiklerini iyice zedeleyip zor kullanınca kabul etmek durumunda kalıyorlar.
Fahiş bir fiyatın yarısını ödedikten sonra öldürülmüş bir öğretmenin cenazesine denk gelindiğinde Mişko’nun babası katılmaları gerektiğini söylüyor. Önde peder arkada atlı cenaze arabası kafileye katılıyorlar burada geçen sohbetlerde yola çıkış amaçlarından ve yine kanunsuzluktan dem vuruluyor.
Filmin komedi yükünü büyük bir kısmını absürt ve bayağı davranışlarıyla sırtlanan Mişko burada da güldürmeyi başarıyor
Arada geleceğe dair planlar dönüyor. Mesela şarkıcının gelini kendisini dinlemeye davet edişi gibi. Bunlar finalin ardından düşündüğünüzde içinize dokunacak detaylardan.
Film boyunca sarı yeşil kiremit tonlarına eşlik eden ezgileri bu sefer mezarlıktaki romanların enstrümanlarından duyuyoruz. Savaşı lanetleyen şarkı sözlerini bu yorgun çocuklardan dinlemek çok dramatik. Tıpkı veremli hastamızı mezarlık haçına yaslanmış kanlı mendiline bakarken gördüğümüz kare gibi.
Garip bir cenaze oluyor. Hüzünlü sözlere karşın neşeli ezgiler, tanımadığı öğretmenin cenazesinde hüngür hüngür ağlayan şoför, ağaçlıkta basılan çift ve silahlı çatışma.
Otobüs patlak tekerle de olsa devam ediyor artık rahip de aralarında, Alman sevicinin üstünlük taslayıp insanları rahatsız edişinin ardından vardıkları köprünün hasarlandığını öğreniyorlar. Durumu ölçmek için köprüyü karışlayan bu karakter suya düşüyor cebindeki taşlar dolayısıyla yüzeye bile çıkamıyor. Ne yazık ki ırkçı abimiz ölmüyor, ilerde yeniden karşılaşıyoruz. Genelde bu tipler hiç bitmez zaten.
Yanlışlıkla patlayan silahlar, delinen tavanlar ve lastiklere karşılık “şansa yaşıyoruz” vurgularıyla seyahat devam ediyor.
Güzel bir gölün kıyısında mola verdiklerinde sıcak görüntülere rastlıyoruz. Tatlı bir dans sahnesi, pişen etler, dinlenen vatandaşlar… Hastanınsa kıyıda geleceğe dair Pederle arasındaki diyalog hüzünlüdür. Daha önce girdiği komada şu anda yaşananları gördüğünü, bunun bir dejavu olduğunu söyler. ‘Yaşananlar‘ı ‘savaş‘ olarak ele alırsak maalesef hepimiz dejavu yaşayacağız gibi gözüküyor.
İşte bu konuşmanın ardından köprüden düşen karakterimiz kıyadan kolay kolay boğulmayacağı ile övünerek çıkıyor. Pek kimse sevinmiyor.
Piknik alanını ordunun basmasıyla olaylar farklı bir yol izliyor. Şoför askere yazılıyor, ihtiyar cüzdanını düşünüyor, romanlar yine hırsızlıkla suçlanıp darp ediliyorlar.
Ana yola çıkıp iyice yaklaştıklarında aracın bombardımana yakalanmasıyla finale ulaşıyoruz. Yan dönmüş kiremit rengi hurda otobüsümüzden yalnızca Roman çalgıcı çocukların çıktığını görüyoruz. Onlar da filmin başında ve cenazede yaptıkları gibi yine şarkı söylüyorlar.
Ben finali iki şekilde yorumladım. Birincisinde çocukları ezilen masum halk olarak değerlendiriyoruz ve savaş gibi yıkıcı bir kavramda bile bir şekilde onlar var olmaya devam ediyor. İkinci yorumumdaysa çocukları çalgıcı yani sanatçı olarak görmeliyiz. Nihayetinde sanatı bitiremezler.
Şöyle ki yine insanlığın bir vasfı olarak ben de kendimle çelişeceğim ve evli çiftimizin de kabalığa uğradığını, şarkıcı abimizin de sanat yaptığını ama buna rağmen öldüklerini söyleyeceğim. -bence öldüler- Belki de hayatta kalmak için hem kırgın hem sanat yapmaları gerekiyordur ya da sadece ironik bir son ortaya koyarak filmi şarkıyla savaşı lanetleyerek kapatmak istedi yönetmen. Yine ben de aynen öyle yapacağım.
“Tüm dünya geçiyor, her şey yıkılıyor. Pazar günü kayboldu. Faşist hayvanlar her şey yok etti.
Bahtım kara, çocukluktan beri tüm kederimle söylerim şarkımı.
Ah anacığım keşke tüm bunlar bir rüyadan ibaret olsa”