Sinema pek tabii edebiyat, resim, müzik ve tiyatro gibi, dünyevi uğraşların ve insanların hayat gailesinin işlendiği ve topluma aktarıldığı sanatlardan bir tanesidir. Türkiye’de -meselemiz Türkiye’dir ve onu tahlil etmek durumundayız- siyaset, ordu, üniversite, spor, toplumsal dinamikler ve sair alanlarda kırılımın mimarı 12 Eylül olduğu için değerlendirmemiz gereken sinema sanatını da 12 Eylül öncesi ve sonrası olarak sınıflandırmak mecburiyetindeyiz.
12 Eylül öncesi Türk sineması çok büyük bir külliyatı kapsadığından biz bunu salt film, senarist, yönetmen, oyuncu özelinde konuşmak yerine süreci toplumcu bir perspektifle inceleyip bir pencere açacağız. 27 Mayıs İhtilali’nin getirmiş olduğu hürriyetçi ortamda örgütlülük, yürüyüşler, siyasi şiddet artış gösteriyordu. Aynı zamanda Türkiye bir köyden kente göç dalgası yaşıyor ve bunun sancılarını çekiyordu. Tabii ki de sinemanın -fazla nostaljik ve iyimser olmadan erotik film furyasını söylememiz gerekiyor- toplumsal meselelere eğilmesi de şaşırtıcı olmadı. Ah Güzel İstanbul (1966) bir “Batıcılık” eleştirisi veriyor, alafranga kalıpları reddediyordu. Kapıcılar Kralı (1976) toplumsal hiyerarşiye dikkat çekerken Güneş Ne Zaman Doğacak (1977) Kırım Türklerinin acılarını yansıtıyordu. Kibar Feyzo (1978) sınıfsal eşitsizliklere ve feodal ilişkileri işlerken ironik olarak olarak 11 Eylül 1980 günü gösterime giren Zübük tipik bir oportünist siyasetçiyi gösteriyordu. Yeşilçam, bir şekilde, özgür bir politik saha açıyor ve Türk toplumuna ayna oluyordu. Darbeye kadar.
24 Ocak Kararları alındıktan sonra 12 Eylül Darbesi ile Türkiye apolitizasyona, suskunluğa, neo-liberalizme ve karanlığa bürünüyordu. Darağaçlarının gölgesinde, sürgüne giden insanların yalnızlığında, işkencelerin ve fişlenenler insanların haykırışlarında bir Türkiye, geri dönülemez bir kırılım yaşadı. Şener Şen, oynadığı Çıplak Vatandaş’ta (1985) bunu göstermiştir. Zeki Ökten’in yönettiği, Kemal Sunal’ın oynadığı, Taverna Kralı Atilla Kaya’nın şarkılarının çalındığı Yoksul (1986) ise bunun en net ifadesidir. Filmde asistanlık yapan ve kısa bir süre görülen ise bir isim vardır: Zeki Demirkubuz!
Zeki Demirkubuz’un tabii ki biyografisini yazmayacağız lakin 12 Eylül’de içeriye düşmüş, geçimini sağlamak için çok fazla iş yapmış olduğunu, Yoksul’dan sonra da sinema işine tamamen kanalize olduğunu görebiliyoruz. Zeki Demirkubuz’un, politik döneminde yaşadıklarından sonra 90’larda ve sonrasında “halvet” ettiğini anlayabiliyoruz. Direkt sinemaya taşıdığı Dostoyevski ve Camus’den ve -tüm filmlerini kaç kere izledik hatırlamıyoruz- bu “karanlık” fikriyattan bunu çıkarıyoruz. Yazının en başında dediğimiz gibi bakış açımız toplumculuktur. Zeki Demirkubuz sinemada salt bir politik-toplumcu olmasa da toplumcu-gerçekçidir. Gerçekçi olan, kirasını ödeyemeyen, imkansız aşkın peşinde koşan, gözleri ağlamaktan şişmiş insana menemen yer misin diye soran adamdır. Mevcut üretim ilişkilerinin tasarladığı insan hayatları budur. Lakin, Zeki Demirkubuz’un gençlerden gördüğü ilgi ve artan popülaritesi, insanları salt bir arabeske, depresifliğe ve umutsuzluğa sürüklemektedir. Acıya bağımlı, bundan keyif alan ve öyle olmak isteyen insanlar vardır. Siyah Beyaz Toplumculuk, tam olarak bu ikili durumun tahliline verdiğimiz isimdir. Siyahı yaşıyoruz ama beyazı da bulacağız. Tam olarak toplumculuk, insanları ayağa kaldırmak ve mücadele etmeye teşvik etmektir. Kavgaya bir omuz vermektir. Zeki Demirkubuz, yakın tarihimizin gördüğü en büyük sinemacısıdır. Doğru tespiti yapıp, doğru mesajı aldığımız takdirde de “Kader”imizde yaşayacaktır.
Son sözümüz de Zeki ağabey gibi İnönü’de maç izlemiş, Beşiktaş’la arınan ve bunu bir “ibadet” olarak yapan, Gezi’de evinde oturmayan arkadaşlarımıza ithaf olsun.
“Önce üçlü, bir ‘kartal gol’ sonra ‘saldır Beşiktaş’ım’ oley’”