“Kötü zevk, eğlencenin ta kendisidir bana göre” diyor John Waters, 1981 yılında yayınlanan Shock Value adlı otobiyografisinde.
1946 senesinde Baltimore’da doğan John Waters, ilk filmini henüz 18 yaşındayken çekmiş: Hag in a Black Leather Jacket (Siyah Bir Deri Ceket İçindeki Yaşlı Karı). Siyah bir adamla beyaz bir kadının, ırkçı Ku Klux Klan örgütü üyeleri tarafından düzenlenen bir törenle evlenmesini anlatan bu 8 mm’lik kısa metrajlı filmi bir kahvehanede gösteren Waters, 30 dolar kazanç sağlamış. Ertesi sene çektiği Roman Candles (Roma Mumları) ise bir papazla bir rahibenin sevişme sahnesinin arasına Papa’nın arşiv görüntülerinin monte edilmesini içeriyordu.
Sonraki filmlerinde “Divine” takma adi altında rol vereceği travesti Glenn Milstead ile bu zamanlarda tanışan Waters aynı zamanda yoğun biçimde uyuşturucu kullanmaya basladı. Film izlemek için dersleri sürekli asan Waters, New York Üniversitesi’nden atılınca askere çağrılmış ancak alkolik, uyuşturucu bağımlısı ve eşcinsel olduğunu ve “geceleri altını ıslattığını” söyleyince paçayı sıyırmış
Waters’in üzerinde bir yandan düşük bütçeli ticari ‘istismar’ sinemasının, diğer yandan underground sinemanın büyük etkisi olmuştur. Favori yönetmenlerinin başında gore filmlerinin (Kanlı Korku / Dehşet Filmleri) öncüsü H.G. Lewis’i ve Amerikan sexploitation (seks istismarı) sinemasının devi Russ Meyer’i sayar. Bunların ortak yanı kara mizah içermeleridir. Waters, kendisinin film çekmeye başlamasının ardındaki esin kaynağı olarak ise Hollywood filmlerini parodi eden underground filmler çeken Kouchner Kardeşler’i gösterir. Hem aile değerleri denilen statükocu değerleri, hem de onun alternatifi iddiasındaki hippilerin değerlerini reddeden Waters, bazı yorumcular tarafından “punklar henüz ortaya çıkmadan önceki bir punk” olarak değerlendirilmektedir [Bu değerlendirmeyi yapan Deathripping yazarlarına göre bu gelenek, yani Waters’in 1960’li-1970’li yıllardaki çizgisi, 1970’lerin sonlarından itibaren Nick Zedd gibi yeni kuşak undergroundcular tarafından geliştirilen ve cinema of transgression olarak adlandirilan ekol tarafından sürdürülmektedir.].
Waters, 16 mm’lik ilk filmi Eat Your Makeup’ın (Makyajınızı Yiyin; 1968) ardından uzun metrajlı ilk filmi olan ve Divine’ın rol aldiği Mondo Trasho (Çöp Dünyası; 1969) ile adını duyurmaya basladı. Bu filmin gördüğü ilgiden cesaretlenerek babasından aldigi 5 bin dolarla 1970’de ilk sesli filmini çekti: Multiple Maniacs (Manyaklar Güruhu). Bu hiti, ilk renkli filmi olan ve daha da büyük basari kazanan Pink Flamingos (Pembe Flamingolar, 1972) ve sonra da Female Trouble (Dişi Bela; 1974) izledi.
Divine’ın rol almadığı Desperate Living (Çaresiz Yasamak; 1977), 65 bin dolarlık bütçesiyle Waters’ın undergrounddan çıkmaya niyetlendiğinin işaretini veriyordu ancak bu filmin teması yine de önceki filmlerden farksızdı ve başarısız oldu. Waters’ın 35 mm’lik ilk filmi Polyester (1981)’de Divine geri döndü. Fakat 1988 tarihli Hairspray ile Waters herkesi şaşırttı. Lanetli yönetmen, başrolde yine Divine olsa da ilk defa kasten kötü, çirkin ve ilkel gözükmeye çalışmayan, normal görünümlü bir komedi filmi çevirmişti. Universal yapımı Cry-Baby (Hassas Yavru, 1990) ve Kathleen Turner’ın başrolde yer aldığı Serial Mom (Belalı Anne, 1993) ile Waters, Hollywood’daki yerini iyice sağlamlaştıracaktı.
Multiple Maniacs ve Pink Flamingos
1970 ve 1972 senelerinde birbirlerinin peşi sıra ve aynı kadro ile çekilen bu iki film, Waters’ın ‘kötü zevk’i tatmin amacıyla sinemada “gerçek pisliği” (filth) sergileme felsefesini bütün yönleriyle yansıttıklarından, Waters filmografisinin en önemli iki parçası sayılabilirler.
Multiple Maniacs, Pink Flamingos’un bir prelüdü niteliğindedir ve özellikle Divine etrafındaki bir grup ‘manyağın’ diğer Waters filmlerinde sağlamlaştırılacak olan anlatısal kimliklerini oluşturmaktadır. Bütün bu ‘manyaklar’, özellikle Divine, icra ettikleri ‘gerçek’ iğrençlikler ve Waters’ın bu gerçekliği destekleyen ‘belgesel’ kamerası yardımıyla anlatısal kimliklerini zamanla gerçek kimliklere dönüştürdüler.
Multiple Maniacs
Waters’ın 1970’te vizyona girin filminin ismini, hayranı olduğu H.G. Lewis’in 1000 Maniacs’ından esinlendiği düşünülebilir. Önemli bir fark olarak Waters’ın hikaye anlatmak yerine bir seri şok edici sahneyi artarda sıraladığını görüyoruz. Bir sonraki filminde belli bir olgunluğa erişecek olan bu teşhirci anlatımın Maniacs’ta yönetmen için henüz bir anlatım problemi yarattığı besbelli; tutarlı ve sebep-sonuçsal bir olay akışı içine yerleştiremediği teşhir sahnelerini Waters filminin sağına soluna ‘uysa da uymasa da…’ sokuşturmuş.
Maniacs’ın öyküsü gezgin bir çadır gösterisini (kusmuk yiyen adam, sevişen homoseksüeller, kriz geçiren eroin bağımlısı vb…) yöneten Divine’ın erkek arkadaşı tarafından aldatılması ile başlayıp herkesin birbirini öldürmesi ile sona eriyor. Bu iki olay arasında film tutarsız bir şekilde dönüp dolaşıp Waters’ın muhtemelen önceden ‘gösterilecekler’ listesine aldığı cüretkar sahnelerde duraklıyor, ve bu sahneler güçlü bir anlatı motivasyonu ile desteklenmediği için filme gerçeküstü bir görünüm veriyorlar. Bu duruma iyi bir örnek olarak filmin son sahnesi gösterilebilir: Divine etrafındaki herkesi öldürüp soluklanmak için kanepeye uzandığı anda birden bire nereden geldiği belli olmayan dev ıstakoz (sağı solu tellerle tutturulmuş zorlukla hareket ettirilen garip bir maket) çerçeveye girer ve ona tecavüz eder: ıstakoz tatmin olduktan sonra geldiği gibi ortadan kaybolur.
Buna benzer, özellikle bazı dokunulamaz değerleri ayaklar altına alarak gösterilemeyeni göstermek amacıyla anlatı içine yerleştirilmiş, bir diğer sahnede Divine’in sokakta yürürken birdenbire, yine nereden geldiği belli olmayan, çocuk yaşta bir aziz tarafından kiliseye götürülmesi ve bunu izleyen absürt olay: Divine huşu içinde tanrıya dua ederken yanında bitiveren bir kadın ile arzularına hakim olamayarak sevişmeye başlar ve bu sevişme sahnesi paralel kesme yöntemi ile İsa’nın çarmıha gerilişini gösteren diğer bir sekans ile bağdaştırılır. Divine’ın doyuma ulaştığı an İsa’nın çarmıhtaki cansız görüntüsü ile ilişkilendirilir. Artık Divine bir sevici olduğunu öğrenmiştir ve bunu öğrendiği yer ise kilisedir. Bu arada Waters son bir çaba ile bir diğer cüretkar detayı da ihmal etmez: Divine ile yeni kız arkadaşının kiliseyi terk ederlerken İsa heykeli altına oturmuş kendine eroin enjekte eden bir uyuşturucu müptelasının yanından geçtiklerini görürüz.
Pembe Flamingolar
Waters Multiple Maniacs’ın başarısından aldığı cesaretle, ondan çok daha iğrenç ve cüretkar olan Pink Flamingos’u (1972) çekti. Tamamen aynı kadro ile gerçekleştirdiği Pink Flamingos’un Multiple Maniacs’tan en büyük farkı, renkli olmasının yanı sıra, gösterdiği ‘pisliğin’ gerçek olmasıdır. Örneğin, Multiple Maniacs’taki kusmuk yiyen adamın yedikleri özel efektken, Pink Flamingos’un pek meşhur son sahnesindeki, Divine’ın büyük bir zevkle (!) yediği, sahibi tarafından gezdirilmekte olan bir ev köpeğinin kaldırıma yaptığı dumanı yeni tüten dışkılar tamamen gerçektir.
Bununla birlikte Waters’ın, bir önceki filminde sorun yaratan “teşhir – hikaye” uyuşmazlığı problemini de Pink Flamingos’ta, bu iki unsuru birbirine bağlayarak çözdüğü görülüyor. Waters, ‘yaşayan en pislik insanlar’ ünvanı konusunda birbirleriyle ölümcül bir rekabete giren iki ‘aile’nin savaşını anlatıp bir yandan da hangisinin daha beter olduğu seçimini izleyiciye bırakarak sık sık görüntülediği iğrençlik gösterilerini, anlatısının meşru bir parçası haline getirmeyi başarmış.
Divine, kadınlarla sevişirken tavuk öldürmekten zevk alan oğlu Crackers (Danny Mills), bunu izleyerek doyuma ulaşan kız evlatlığı Cotton (Mary Vivian Pearce), ve bir bebek kafesi içinde oturup sürekli yumurta yiyen zihinsel engelli annesi Edie (Edith Massey) ile birlikte Phoenix karayolundaki bir karavanda yaşamaktadır. Bu arada, önemli bir derginin Diveni’i ‘yaşayan en pislik insan’ ünvanı ile kapak yapması, genç kızları kaçırıp onları hamile bıraktıktan sonra doğan bebeklerini sevici çiftlere satarak hayatlarını kazanan, ve tabii ki Divine’dan daha pislik olduklarını iddia eden, Connie (Mink Stole) ve Raymond Marble (David Lochary) çiftini çılgına çevirir. Divine’a savaş açan Marble’lar bir kadın casus tutar, ve bu casus Divine’ın oğlu Crackers’ı baştan çıkarmak suretiyle bu iğrenç aile ile ilgili birçok bilgi edinir.
Fakat kadın casus bu bilgilere korkunç bir ‘cinsel’ deneyim pahasına ulaşır: Crackers, kadın casus ile sevişirken boğazlarından tuttuğu iki tavuğu kız ile kendi bedeni arasında ezerek öldürür. Waters bu sahneyi tavukları bu iki ‘manyağa’ gerçekten öldürterek çekmiştir. Bu sahne karşısında ‘çılgına dönüp yaygara çıkaran’ hayvan hakları koruyucularına Waters’ın cevabı ise: “…ne yani, tabağınızdaki kızarmış tavuk oraya kalp krizi geçirip düşmedi ya! Üstelik biz de bu tavukları ziyan etmedik. Çekimden sonra pişirip karnımızı doyurduk. Bu arada tavuklar da ölmeden önce meşhur oldular, fena mı?”.
Pink Flamingos’ta problem yaratıp Kanada’daki dağıtımcı firmalarına makasına takılan bir diğer sahne de Divine’ın doğum günü partisindeki ‘anüs dansı’dır. Divine’ın karavanının önündeki çayırda düzenlenen partiye katılan manyaklardan biri ortaya çıkıp müzik eşliğinde anüsünü açıp kapayarak şarkıya eşlik eder. Waters için bu sahne filmin en ‘eğlenceli’ sahnesidir ve çıkartılırsa film anlamını kaybeder. Burada Divine’ın oğlu Crackers’a ‘ilahi’ bir ödül olarak sunduğu bütün detaylarıyla çekilmiş oral seks sahnesini de unutmamak gerek.
‘Kötü zevk’ sınırlarını sonuna kadar zorlayıp, çektiği sahnelerle en ‘karşıt’ları bile karşısına almayı başaran Waters, filminin adını California’dan Baltimore’a yolculuk ederken yollarda çok sık rastladığı bir şeyden esinlenmiş: insanların süs olsun diye karavanlarının önlerindeki bahçelere diktikleri pembe flamingo bibloları. Waters için bu pembe flamingolar Amerikan kültürünün içine işlemiş ‘iyi huylu’ bir ‘kötü zevk’in sembolleri. Waters her ne kadar bu iyi huylu zevksizliği ‘kötü huylu’ bir filmle rahatsız etmeye çalıştıysa da bugün Pink Flamingos ‘yaramaz’ fakat ‘zararsız’ bir film olarak lanse edilmekte.
Film 1997’de gösteriminin 25. yılı kutlamaları nedeniyle dağıtımcılara ve sinema ve video piyasasına yeniden sürüldü. Filmin sonunda Waters’ı saygıdeğer bir sinemacı olarak gösteren, filmle ilgili düşüncelerini ve zamanında kesip yeni keşfettiği bazı sahneleri sunduğu bir monolog eklendi. Amerikan televizyonlarının önemli talk-showlarına davet edilerek ona ‘sanat hayatına ne zaman başladığı’ soruldu. Bütün bunlar belki de iyi huylı zevksizlerin zevk/sizlik anlayışlarını 25 sene sonra hala tehdit edebilen bu filmi kabul gören Hollywood sinemasına kazanarak zararsız hale getirme çabalarıdır. Zira, snuff ve porno filmleri bir kenara bırakırsa, hiçbir Hollywood yönetmeni bugün Pink Flamingos’un yarısı kadar bile cüretkar ve iğrenç bir film çekmeye cesaret edemez. John Waters’ın kendisi bile…
Orhan Anafarta, Geceyarısı Sineması, Sayı 1