Brief Encounter, hayatındaki tek eğlencesi hafta sonları ev alışverişine gitmek olan evli ve iki çocuk annesi ev hanımı Laura ile şehir merkezinde doktorluk yapan evli ve iki çocuk babası çarkın diğer dişlisi Alec’in tren garında karşılaşmasıyla başlar. Sıradan bir dostluk olarak başlayan ilişkinin yapılanmasına ve gelişmesine bizzat şahit olduğumuz gibi aynı zamanda bu dostluğun vazgeçilemeyen bir aşka evirildiğine de tanık oluruz.
Ana karakterlerimiz kendi hikayelerinin mutlu sonla bitmeyeceğini bile bile giriyorlar bu yola. Duygularını, birbirlerine duydukları aşkı, kontrol etmek için çabalamıyorlar bile. Hoş, keşke kontrol edilebilse bu duygular. Ama aşk denen hazinenin bedeli de bu işte. Aşkın; kime, nerde, ne, zaman, nasıl karar vereceğini asla tahmin edemiyorsun. Başrollerimizin durumunda da aşk yapmış yine yapacağını, dünyanın eşleştirilmesi en kolay ama bir o kadar da tehlikeli ikilisini zımbalamış birbirine. Eşleştirilme kolaylığından kastım iki karakter de aşağı yukarı aynı şeylerden mustarip, haliyle bu ortak noktalardan konuşacak ve birbirlerine anlatacak çok şey doğuyor bu da birbirlerine yakınlaşmalarını ve sağlam bir temel atmalarını daha kolaylaştırıyor. Tehlikeliden kastım da ikisinin de evli ve çocuklu olması. Geride bırakmak istemedikleri şeyler var ama birbirlerinin olmayı o kadar istiyorlar ki kendileri dışındaki her şey gölgede kalıyor bir süreliğine. Aşk işte.
Monoton yaşantılarını az da olsa değiştirebilecek en etkili şey birbirlerine âşık olmaları. Belki de bu yüzden ani ve derin bir çekim hissetmişlerdir birbirlerine karşı. ’’Eksi eksi artı yapar’’ psikolojisiyle başlamışlardır bu ilişkiye. Günün sonunda herkes kendini anlayan ve durumlar karşısında onun yanında olacak birini ister. Kimi ne için suçlayabilirsiniz ki?
“I do love you, so very much. I love you with all my heart and soul.”
“I want to die. If only I could die…”
“If you’d die, you’d forget me. I want to be remembered.”
Aslında çok basit bir sahnenin beni böylesine etkileyebileceğini hiç düşünmezdim doğrusu. Brief Encounter, duygu yüklü sahnelerinin vuruculuğunu tamamen hikâye anlatıcılığına borçlu. Aynı sahneyi iki defa sunarak senaryonun gücünü tekrar gözler önüne seriyor.
Yine son sahne üzerinden gideceğim ama gerçekten övülmeyi hak ediyor. Farklı şartlar altında yaşanabilecek onca şey başrollerin zihninde asla yaşanmayacak birer anı olarak kalıyor rüya gibi geçen haftaların sonunda. Birlikte oldukları her an içlerinde yeşeren taze ve çocuksu heyecanın yerini yine sıkıcı, eski ve sıradan yetişkinler alıyor, eskisi gibi etrafa umutsuzluk ve bıkkınlık yaymaya devam ediyorlar. Birbirlerine duydukları aşkın onları dönüştürdüğü genç aşıklardan eser kalmıyor.
Öyle biriyle tanışırsınız ki çok kısa bir sürede -o süre o kadar kısadır ki siz de ne olup bittiğini anlayamazsınız- istemsizce hayatınızın merkezi haline gelir. Sürekli tesadüflerin sizi bir araya getirmesini beklersiniz; köşe başında karşılaşmak, ufak da olsa bir iletişimde bulunmak, zaman geçirmek, onu tanımak istersiniz. Herkesin hayatından bir kere o kuyrukluyıldız geçmiştir. Doğru zaman, doğru yer ve doğru kişiyse hayatınızın ta ortasına bir göktaşı gibi oturur. Bu saydıklarımdan en az biri tutmamışsa o kuyrukluyıldız da tutunamayıp gözünüzün önünden büyüleyici bir masal gibi geçip gider. Başrollerimiz de birbirlerinin hayatından geçen iki kuyruklu yıldız görevi görüyor. Tabii onların durumunda ikisinin de kaçırdığı uzun, korkutucu birer tren.