– Bu kolonlardan hangisini daha çok seviyorsun?
– Anlamıyorum.
– Hangisini tercih edersin?
– Hepsi aynı.
– İki kolon birbirine benzemez. Her zaman bir fark vardır. İki üzümden, iki somundan veya
iki kar tanesinden birini seçebilirim her zaman. Mutlaka birini ötekine tercih ederim.
Bence bu en güzeli.
(Tristana, 1970 – Luis Buñuel)
İkilikler ve 1 olmaya dair…
Yukarıda geçen diyalog Tristana (Catherine Deneuve) ve Don Lope (Fernando Rey) arasında bir avluda yaşanır. İkilikler arasında seçim yapmaya dair sözlerin sahibi Tristana’dır. Don Lope ise avludaki kolonlar arasında ne ikiliğe kadar inmiştir ne de kolonlar arasında bir fark görmüştür yahut farkla tanımlanacak bir alana içkin, ayırt edilebilir bir şey gördüğü yoktur, etrafında olan bir etraftan ibarettir, yönelime dair bir işaret taşımaz. Tristana ise her zaman ikiden 1’ini seçer, öyleyse neden bunu yapar?
Müdahil olmanın zorunluluğu nereden geçer yahut neden müdahil olmak zorunda hissedilir? Filmin başında Don Lope’nin koruyuculuğuna emanet edilen Tristana belki oyun diyebileceğimiz bu şeyi yapmaya neden sürdürür. İlerleyen sahnelerden birinde onu masada yemek yerken görürüz, yemeğe kayıtsız kalmaz, yemekten seçtiği iki nohut tanesini masaya koyar. Masaya koyduğu nohutlardan önce bir tanesine yaklaşır eli, bu hamleyi atlayarak diğerine yönelir ve onu alır, bu karelerde sadece eli görürüz. Oysa gördüğümüzün sadece el olmasına rağmen, bu atlamayı vazgeçiş ve seçişe ilişkin olarak düşünürüz çünkü biliriz elin ardında vazgeçiş/seçiş daha doğrusu seçime ilişkin düşünme evrelerinden geçen bir faillik olduğunu biliyoruz. Ya sadece bu karelere ilişkin olarak düşünebilseydik, sahnede sadece iki el ve bir nohut var, muhtemelen sonuç yine aynı olurdu, çünkü insana ilişkin bir failliği yine de düşünürdük, soyutlamamız mümkün olmazdı. Burada gerçekleşene atlama ve alma adını veremezdik yalın biçimde. Descartesçi bir ilk’e erişmemiz mümkün değil, atlarken ve alırken bile hâlâ kendi içimdeyim ve kendimle ilgiliyim. Öyleyse bunun bir faydası yok, kendi karmaşası içinde düğümle ilgilenmeliyim, çözemesem dahi düğümün belirleyenlerinin ilişkileriyle karmaşayı resmedecek bir yalınlığa erişebilirim, nasılsa bir ilk’ten başlamadım, orta yerde durmaktayım ve bu bir oyun değil.
Tristana’yı kapalı bir kutunun içinde ya da bir kutunun içine hapsedilmeye çalışılan biri olarak görebiliriz. Tristana burada da faillik alanları açar kendisine ve faillik alanlarının seçebileceği yolları da kendisi yaratır, iki nohut tanesini masaya koyan kendisidir, faillik alanı açabilmek için çok fazla şey yok elimizde henüz lâkin etraf denen şeyi salt etraf olarak görmeyiş ve müdahil oluşa ilişkin bu arzu, eyleyiş arzusu, yaratmaya her daim muktedirdir. Kölelik koşulları içerisinde özgürlük oyunları yaratmamız mümkündür.
Don Lope’nin de seçim yaptığını söyleyebiliriz lâkin o kurulu ilkelere göre yapar seçimini. Kaçmakta olan hırsızın ardından giden polise, hırsızın gittiği yönün diğeri olduğunu söyler. Polis, hâkim olan düzenin bilgi isteyeni olarak sorar ve bir düzen karşıtından cevap alır. Polis düzene ilişkin yasanın buyruğuna uyulmasından emin oluşla alacağı yanıtın da doğru olması gerektiğini ön varsayar, düzen karşıtı ise görünümüyle yasanın buyruğunun dışında oluşuna ilişkin işaret taşımadığından emin oluşuyla düzende kendi ön varsaydığı ilkelerine göre gedik açar, zayıftan yana olmak saikiyle polisi yanlış yönlendirir. Tereddüt söz konusu değildir, sezgi düşünüm alanının dışındadır. Polis de Don Lope de ön varsayımlarıyla failliği belirlenmiş biçimde fiile dâhil olanlardır, müdahil oluşları çok evvelden yaratılmış saiklerin itkisiyle sabittir.
Eylemek mümkünse şayet, seçimler arasındadır bu ve etkin bir fail olmak seçenekleri kendin yaratmak yahut seçenekler karşısında ön varsayımsız ve her seferinde yeniden düzenleyebilecek kudrete dair sezgiyle yol alabilmekle olabilir. Etrafı içine kapatıldığımız bir kutu olmaktan çıkarabilmek mümkün. 1’i mümkün kılmak için en az ikiyi görebilmek zorundayız aksi takdirde etraf ve etrafın bir bileşeni olarak yer kaplamaktan öteye bir varlığa haiz olmamız mümkün değildir yahut bir iç parçalanışla kendimizde yaratırız 1’den fazlasını. Dışa vurulmayan, dışta eylenmeyen içte parçalanana yol alır, kederle yok ederiz kendimizi. Dışa yol almalı kudretle, arzuya sevince dair yolculuk…
Alice aynanın içine girer ve aynadaki ikilikte yol alır…
Ormanda Alice’in karşısına yön gösterir iki tabela çıkar ve Alice düşünür hangisini takip etsem acaba diye, cevabın sonucu değiştirmeyeceği sorudur bu. Tek bir yol olduğu gibi tabelalardaki okların ikisi de o yönü işaret etmektedir. Tek yolda iki tabela neye yarar öyleyse, tabela da neye yarar, zaten o yönde gitmeyecek miyiz? Ama yolu gideceksek şayet düşünmeliyiz, yolumuz tek ve aynı yönü gösteren iki okumuz varsa düşünecek çok şeyimiz olabilir çünkü yol ilerde ikiye ayrılabilir iki ok varsa. Lakin Alice ne kadar yol alsa da yol asla ikiye ayrılmaz, iki ok da aynı yönü işaret etmeye devam eder, birinde yazar: “İKİZLİDUM’UN EVİNE GİDER”, diğerinde yazar: “İKİZLİDİM’İN EVİNE GİDER”… Düşünmeye devam edebiliriz daha fazla, nasıl düşünmedik bu ikisi aynı evde yaşayabilir. Düşünmediğimiz tek şey bu ikisi aynı bedendedir, birisi sürekli “ne münasebet” diyerek başlar sözlerine diğeriyse “bilâkis” diyerek. 1 kendinde iki ayrılır. 1 kendinde ikiye ayrıldığında kavga edecek çok şeyleri olabilir bu ikisinin, düelloya tutuşurlar. İki ayrı el ikisinin elidir, önce hangisini sıkacağımızı bilemeyiz, ne karmaşa… Nesneler gerçekliklerini yitirmiş olmasına ve anlamsızlıklarına rağmen kavga edecek çok şey olabilir bu ikisi arasında ve ikisi ayrı acılar çekebilir. Onlar kavga ederken etraflarında durmamak gerek çünkü der ki İkizlidim: “ Ben gözüme görünen ne varsa vururum- genelde kendimi iyice kaptırınca.” , İkizlidum da ekler: “ Ben de elimin erdiği ne varsa vururum- görebilsem de göremesem de”. Öyleyse her ikisinin de erişebildiği alanın dışına çıkmalıyız ve oyunu sürdürmeliyiz, oyun hâlâ dışarıda sürdürmekte ve piyonuz sadece bu satranç tahtasında fakat sekizinci kareye erişip piyon olabilecek kudrete de sadece piyonlar sahiptir. Basit hareketlerle başlar, her şeyi devirebilirler lâkin onlara yaklaşıldığında sadece ve tek yönde ilerlerler sadece başlangıçta bir sıçrama. Kraliçe olma arzusudur piyonu eyleme yönelten saik, oraya varınca, sekizinci kareye, sonrasında şenlik…
Aynanın içine de girebiliriz, orada aynısı ama aynısıyla yüzleşmedik daha ve gördüğümüz tam tersi…
Seçilimler ve ihanet…
Büyük bir ihanet söz konusu değil elbette burada diyeceklerimde. Luis Buñuel’in filmografisini kat ederken Silvia Pinal’i ilk gördüğümde bir şeye benziyor demiştim, birine benziyor bu ifade/ifadesizlik, yıllar evvelinde Gündüz Güzeli’nde Catherine Deneuve’ü gördüğümde izlediğimin Luis Buñuel’in filmi olduğunun farkında bile değildim. Tahayyülümde benzer şeyler canlandırmışlardı, bir vakit sonra Luis Buñuel’in Catherine Deneuve ile de çalışmasında acaba benzer bir tahayyülün tesiri olmuş mudur diye düşündüm…
Yine Luis Buñuel’den çıkış kapısı yarattım kendime (ama öncesinde düşündüm, sonrasında da) ve Jeanne Moreau ile ikisine de ihanet ettim. Hizmetçi kızın kayıtsız günlüğüne düşmek daha akıllıca olabilir, evet burada zırvaladım artık, öyleyse sonuca gitmeli…