Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’nın önemli bir sinema salonu olan Kült Kavaklıdere’de 2024 yılının en önemli filmlerinden biri olduğu iddia edilen The Substance’i izleme fırsatı buldum. 2024 Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü almış bir filmden elbet ki belli şeyler bekliyoruz fakat bunun karşılanıp karşılanmadığından çok emin değilim. Film hakkındaki olumlu olumsuz görüşlerimi aktarmadan önce film hakkında genel bir girizgah çizip onun üzerine fikirlerimi kurmayı daha oturaklı buldum. Belirtmeliyim ki bu yazı spoiler içerecektir çünkü eleştirilerimi aktarırken illaki filmin belli kısımlarına özel olarak yaklaşmam gerekecektir.
Film Elisabeth Sparkle isimli eski bir Holywood yıldızının yaşlanma sürecinin acı tarafı ile açılıyor. Böylelikle daha ilk saniyeden filmin konusu ve ilerleyişi hakkında bizi bilgi sahibi yapıyor. Eski bir Holywood yıldızı olan Elisabeth Sparkle zamanında Hollywood Bulvarı’nda kendi yıldızının bulunmasına bile yol açacak kadar ünlenmesine rağmen günümüzde yaşlılığından ötürü gözden düşmüş ve artık yapımcıların kurtulmaya çalıştığı bir figür olarak beliriyor. Bu süreçte başrolü olduğu TV programının yapımcısının yeni ve genç bir cevher aradığına Elisabeth ile beraber tanıklık ediyoruz. Böyle bir açılış ile gözden düşmüş bir Holywood yıldızının psikolojik sürecine kapı açıyoruz.
Bu sırada filmin gidişatı biraz aralanmaya başlıyor. Bir gün geçirdiği bir trafik kazasından sonra hastanedeyken kendisi de The Substance kitini kullanan doktorun genç yardımcısı tarafından kendisinin uygun bir denek olduğu düşünülerek kabanının cebine filmin ismini veren The Substance programının bilgilendirmesi gizlice koyuluyor. Şu anki halinden nefret eden ve eski genç günlerini özleyen Sparkle evine gittiği vakit The Substance programının fragmanının olduğu flaş belleği televizyonuna takıyor ve bu sırada filmin isminin ne anlama geldiğini öğreniyoruz. The Substance, kendinin daha iyi bir versiyonu olmayı hayal eden insanlar için özel üretilen bir kit. Kişinin kullanması ile beraber kendisinin daha genç, daha güzel, her anlamda daha başarılı halinin oluştuğunu görüyoruz. Elisabeth o anki psikolojisine, gençliğe özlemine rağmen biraz izledikten sonra diski alıp çöpe atıyor. Hayatının tam olarak bu esnalarında yeniden gençliğe özlem duyarak geçirdiği kötü bir gün sonrası çöpe geri dönüş yapıp The Substance’e adım atmayı seçiyor. Kendisine verilen adrese giderek kendisine özel ayrılmış Substance kitini alıp eve gelip bunu kullanıyor ve kendisinin daha iyi bir versiyonu ile işte o zaman tanışıyor ve konu hiç kapanmayacak bir biçimde açılıyor.
Seyirciyi Aptal Yerine Koymak
Öncelikle filmi aşırı derecede klişe bulduğumu söylemeliyim çünkü hemen hemen her sahnede seyirciyi aptal yerine koyacak imalar ve gösterimler bulunmaktaydı. Birkaç örnek vermem gerekirse yapımcının isminin Harvey olması ile Harvey Weinstein göndermesi, Elisabeth’e flaş belleği veren adamın çok sonradan Elisabeth ile restoranda karşılaşması ve gözümüze sokarcasına The Substance erişim kartını düşürmesi gibi sahneler bana bir hayli aptal yerine koyuluyormuşum hissiyatı verdi. Yönetmen Holywoodvari bir anlatım tercih ederek bu sistemi kendi yapılış şekliyle eleştiriyor diyebilirsiniz fakat o zaman bu tavrını son noktaya kadar götürmesi hakkında konuşmamız gerekir. İddialı bir filmde bu kadar kör göze çomak sokulması bana açıkçası hem seyirciyi aptal yerine koyan hem de kendine çok güvenmeyen bir yönetmen izlediğimi hissettirdi.
Bir diğer gözüme batan şey ise karikatürize tiplemelerdi doktordan tutun Elisabeth’in karşı komşusuna kadar her karakter öylesine karikatürizeydi ki ve ayrıca bu karikatürizeliğin filme gidişat olarak hiçbir etkisi yoktu. Bu anlatım tarzını sadece yapımcı için yapsaydı elbette yönetmenin kişisel ve bilinçli bir tercihi diyebilirdik fakat bu durumun her karaktere kayması yönetmenin acaba bilinçsizce yaptığı bir şey mi acaba diye düşündürttü.
Ayrıyeten filmde yer alan aşırı klişe sahneler de yine bir garip hissettirdi. Montun cebine gizlice flaş belleği yerleştirmek, kitin gizli bir yere konulması ve Elisabeth’in gizlenerek alması bu klişe sahnelerden sadece birkaç örnek.
Bu noktada aslında filmin arada kalmış bir durumu da ortaya çıkıyor. Holywoodvari sahneler fakat aynı zamanda derin bir film olma iddiası. Bu iki durumu birbiriyle birleştirmeye çalıştığımızda ortaya bir olmamışlık hissiyatı çıkıyor. Hep filmin vermek istediği ana mesajla bu karikatürize klişe sahneler benim kafamda bağdaşmadı ve bu yüzden filmde iki kopuk durum izliyormuş gibi hissettim.
Filmin Tutarsızlığı
Bir diğer majör hata olarak gördüğüm durum ise gerçekten ana fikri anlatmaya giderken bir sürü mantık hatasını gözden kaçırmak veya umusamamaktı. Elbette bir fikir işlenirken belli devamlılık durumları ve mantık hataları umursanmayabilir fakat bu filmde sayısı epey fazlaydı. Örneğin Elisabeth’in yeni versiyonu olan Sue’ya gökten inmiş gibi davranılması beni rahatsız etti. Bu Sue’nun örneğin böylesine ünlü olmasına rağmen herhangi bir kimlik kartı sorunu çıkmaması hikayenin temel gidişatını etkileyen bir durum.
Bu noktada bu film bir fikiri işliyor o yüzden böyle şeylere odaklanmadan ana doğrultuda ilerlemelisin denilebilir fakat filmin üslubu bu değil. Holywoodvari klişeler ile bir film çekilmesi fakat sonra mantık düzleminin oturtulmaması elbet ki izleyicinin rahatsız olacağı bir durumdur. Bu durum yine filmde bir ikiliğin olduğunu gösteriyor.
Bir diğer örnek olarak zar zor ayakta duran kalkmakta bile zorlanan bir kadının bir süre sonra o kadar keskin ve atletik hareketler yapması yine ilginç bir dönüşümdü.
Bir filmin kendi yarattığı sistem içerisinde tutarlı olmasını bekleriz. Bir filmdeki mantık hatası gerçek dünyayla, deneyimlerimizle filmin karşılaştırılmasında ortaya çıkmaz. Filmin yarattığı izole evren ile filmdeki olayların karşılaştırılmasıyla ortaya çıkar. Bundan kastettiğim şeyi açıklamam gerekirse bir bilim-kurgu veyahut fantastik bir filmi ele aldığımızda örneğin Harry Potter’ı ele aldığımızda gerçek hayatta büyücüler yoktur o yüzden bu filmde mantık hatası var demeyiz. O filmin kendi yarattığı evren ile tutarlı olup olmadığını önemseriz. The Substance filminde bu tutarlılık yoktu.
Yönetmen Fikrine Aşık Olursa Ne mi Olur?
Yönetmenin en ve ana hatası ise fikrine çok fazla aşık olması olmuş. Bu durumun bir arka planı var. Bu arka planı çözümlemek için Yönetmen Coralie Fargeat’in 2014 yılında yayınladığı Reality+ adlı kısa filmi incelemeliyiz. Bu kısa film ile The Substance’in temel fikri aslında aynı: Kendinin daha iyi bir versiyonuna dönüşmek. Reality+ filmini ben gayet yerinde ve güzel bulmuştum. Az ve öz biçimde fikrini açıklaması bakımından hoş bir kısa filmdi. Bu kısa filmden yola çıkarak şunu görebiliriz ki yönetmen en az 10 yıldır bu fikirkendinin daha iyi bir versiyonu-üzerine düşünüyor. Bu derin ve uzun düşünme olayının aslında sıkıntılı bir duruma yol açtığını görüyoruz. Çünkü yönetmenin fikrine çok bağlandığını görüyoruz. Normalde en fazla kırk dakikada bir Black Mirror bölümü edasıyla çözümlenebilecek bir olay ve hikaye üzerine 2 saat 20 dakikalık bir film yapmak bunun apaçık kanıtıdır. Filmde uzun bir süre boyunca aynı rutin dönüyor ve bunun bir yere bağlanmasını beklerken ciddi manada yaşlanıyoruz.
Üstelik seyirciler olarak bizim The Substance’imiz de yok. Belki de yönetmen çok kısa bir olayı bu kadar uzun işleyerek bizi sinema koltuğunda yaşlandırmayı(!)bu sayede de empati yapmamızı istiyordu.
Eğer bir fikrin peşinde koşarak sinema filmi yapılırsa maalesef böyle bir durum ortaya çıkıyor. Sonuçta fikir sinema için bir araçtır, tek başına bir sinema filmi için yeterli değildir. Eğer öyle olsaydı en oturaklı filmleri en derin düşünen filozoflar çekerdi.
İyi Hiç mi Bir Şey Yok?
Bu kadar kötüledikten sonra yönetmeni öldür hakkını yeme diyerek biraz da filmin iyi bulduğum özelliklerine değineceğim. Elisabeth ile yeni versiyonu arasındaki çatışmanın ince bir şekilde örülmesi ve en sonunda epey kanlı bir kavga sahnesiyle nihayete erdirilmesi benim hoşuma gitti çünkü orada gerçekten karakterlerin psikolojilerine yakından tanıklık ettik ve aradaki karşıtlığın, birinin diğerini sömürmesini güzel bir geçiş şeklinde izledik. Tabi bu noktada oyunculuklara da yönelmemiz gerekir. Demi Moore ve Margaret Qualley’in performanslarını çok iyi buldum ki filmin en güzel yönü buydu herhalde. Yine psikolojik ilerleyişe dönmem gerekirse, Elisabeth’in eski arkadaşı Fred ile buluşma ayarlayıp bundan vazgeçmesi esnasındaki gitgellerini ve sahneyi huzursuz olacağımız şekilde bitirmesini çok güzel buldum. Ana karakterimiz Elisabeth’in psikolojik arada kalışlarını, daha iyi versiyonu olan Sue’nun şöhret etkisiyle yaşlı bedenini sömürmeye nasıl bağımlı olduğunu güzel bir şekilde işlediğini düşünüyorum.
Son Olarak…
Son olarak toparlamam gerekirse fikrinden çok hoşlanmış bir yönetmenin bize bunu aşırı şiddet sahneleriyle verdiği bir body-horror filmidir The Substance. Onu klasik bir yaşlanmış Holywood yıldızı hikayesinden ayıran tek şey herhalde klasik bir filmde gösterilmeye cesaret edilemeyecek aşırı şiddet sahneleridir. Onun dışında filmin farklı bir şey yaptığını düşünmüyorum ki body-horror ögeleri de filmin farklı yaptığı bir şey değil. Filmin sonunda gösterilen tarantinovari intikam sahnesiyle de verdiği didaktik tavır bana aynı Novecento filminde her şey güzel giderken sonda verilen didaktik tavır ile filmin nasıl bozulduğunu hatırlattı ama Novecento’dan farklı olarak bu film zaten baştan bozuktu.