Cannes Film Festivali’nden bu sene En İyi Senaryo ödülüyle ayrılan The Substance, şimdiden yılın en çok konuşulan filmlerinden biri oldu. Çok fazla izleyicinin bu yıl favori filmi olduğunu da görmek mümkün.
Filmin başrolünü Elizabeth Sparkle adlı rolüyle Demi Moore taşıyor. Moore, bu filmde gündüz kuşağı spor programı sunan bir eski oyuncuyu canlandırıyor. Çalıştığı kanalın cinsiyetçi politikalarından dolayı 50. Yaş gününde daha genç bir sunucu istendiği için yıllardır yaptığı programdan kovulan Sparkle’ın karşısına çıkan ve “kendisinin daha iyi bir versiyonu olmak” vaadinde bulunan The Substance adlı ürünü kullanmaya başlaması da bu şekilde oluyor.
Daha genç, daha güzel, daha iyi bir versiyon takıntılısı karakteri, güzelliğiyle dillere destan olmuş Moore’un canlandırması aslında çok realist olmuş çünkü kendini eksik, çirkin hissetmenin dış görünüş güzelliği ile zıt bir korelasyona sahip olmadığını, güzelliğe bir sınır koyulamayacağı ve bu sınırsızlığın kadınlar üzerinde müthiş bir baskı oluşturduğunu, şu haliyle bile omuzlarda yük olan ve giderek daha katı bir hal alan güzellik standartlarının özellikle internet kullanımı da sebebiyle ne kadar hayatımızın içinde olduğu ve buna artık duyarsızlaştığımızı, alıştığımızı, ne hissettiğimizi çok da umursamadan bu standartlara uyma çabamızı ancak Moore kadar güzel bir kadın canlandırsa daha kabul edilebilir olurdu.
The Substance adlı ürünü kullanmaya başlayan Elizabeth, sahiden de vaat edildiği gibi “kendisinin daha iyi bir versiyonuna” kavuşur, bu versiyon bizzat kendisinin sırtından çıkar. Kendi genç versiyonuna Sue adını verir. Artık Sue ve Elizabeth haftalık dönüşümlü yaşamaya başlarlar. Ancak unutmamaları gereken şey ikisinin aslında bir olduğudur.
En başta her şey normal ilerlese de zamanla Sue, kendi isteklerini ve gençliğini yeniden yaşama isteği ile Elizabeth’i sömürmeye başlıyor. Buradan sonra aralarında çetin bir mücadele başlıyor. Elizabeth ona ama daha genç olması ama gençliğin getirdiği o rahatlığa ve sorumsuzluğa sahip olması sebebiyle çok kızsa da aslında ona muhtaç hissediyor çünkü başka bir beden de olsa onu istediği hayatı yaşaması için tek yolu olarak görüyor. Hatta öyle ki Elizabeth, kadın bedenini obje haline getiren ve saygı duymayan bir sistemin kurbanıyken Sue’nun ilk fırsatta bu sistemin bir girdisi olma çabasını garipsemiyor.
Film bu noktadan sonra aslında hikaye olarak seyirciye çok da bir şey vermeyeceğini belli ediyor ve tahmin edilebilir ilerliyor. Tahmin edilebilir ilerlemesi yine bir problem teşkil etmese de size “yeni” bir şey sunmayacağını açıkça söylüyor. Filmde bu cinsiyetçi bakış açısını eleştirme gibi bir zorunluluğu bulunmasa da yönetmen bu yola girmiş olmasına rağmen iyi polis ya da kötü polis olmayı tercih etmiyor, bu da sanılan yargının aksine filmin kesinlikle bir eleştiri filmi olmadığını, mesaj kaygısı taşımadığını, görsel olarak doyuma ulaştırma hedefinde olduklarını gösteriyor. Yani filmin sorusunun “kendini beğenmeyen bir kadın en fazla neler yapabilir?” Olmadığını, bu güzellik standartlarının aslında filmin çekirdeğinden ziyade etraftaki tuğlalardan biri olabileceğini söylemek mümkün.
Filmi bu kadar dikkat çekici yapan şey ise body horror diye tabir edilen tür filmlere son yıllarda güçlü bir seyirlik ile eklenmiş olması. Yönetmen Fargeat, sınırları zorluyor, insan bedeninin her zerresine bir korku unsuru yerleştiriyor, mükemmel suratlara, mükemmel dairelere tüm bu ürkütücü anları adeta püskürtüyor. Korku türünden ustalarına bol bol selam gönderen sahnelere sahip bu film, izleyiciyi görsel açıdan tatmin etmeyi hikayesinin aksine sorunsuz bir biçimde başarıyor.
Özetle The Substance, son yıllarda çok konuşulan güzellik standartları, feminizm, kadın bedeninin obje görülmesi, sektörlerdeki ataerki gibi konuları görsel şovuna başlamadan şöyle bir geçiren ancak ne bu konular ne de başka bir konu ile ilgili yeni, özgün bir şey söylemeyen, başarılı görselliğe, korku unsurlarına sahip bir film.