Home > Özel Dosya > Sinemada Televizyon İmgesi

Sinemada Televizyon İmgesi

Aldous Huxley 1960 yılında verdiği bir röportajda televizyon hakkında şu cümleleri sarf etmiştir. ‘Genellikle televizyonla pek karşılaşmıyorum ancak oradaki birçok yayının oyalamaya yönelik işler olduğuna inanıyorum. Öyle ki, insanlar önemli şeyleri gözden kaçırırken, dikkatlerini bu aptalca kurgulara veriyorlar. Bir televizyon ekranı karşısında donup kalmış çocuklar gördüğümde bağımlı kişiler ile karşı karşıyaymışım gibi korkunç bir izlenime kapılıyorum. Bu kesinlikle afyon bağımlılığından farklı bir şey değil. Marx ‘Din kitlelerin afyonudur.’ Demiştir, şimdi ise afyon insanların dini oldu, televizyon afyonu bir tür dine dönüştü. Bu da bir tür uyuşturucu, iyi bir dine sahip olalım, tamamen oyalamaya ve aptallığa dayalı bir dine sahip olmak endişe verici.’

sinemada televizyon imgesi 2

Televizyon hakkında düşüncelerini belirten bir diğer filozof ise Heidegger’dir. Yaşamı boyunca Heidegger, insanoğlunun kendi doğal ortamının sınırlarının çoğundan özgür bırakan teknolojik devlerin doğuşuna şahit olmuştur. Taşıma ve iletişim teknolojileri fiziksel mesafe bariyerinin üstesinden gelmiştir. İnsanlar doğal çevrelerinden daha bağımsız bir hale ve doğal çevrelerinin sınırlamalarına daha az bağımlı hale gelmişlerdir. Bu sınırlamaları kaldırmanın günlük yaşamımıza ve düşünmemize kendini göz önünde bulundurmaksızın katılmasını Heidegger tehlikeli bir şey olarak görmüştür. Her ne kadar teknolojinin bize doğal sınırlar üzerine verdiği güç artışı çoğu serbest kalmayı birlikte getirdiyse de, bir o kadar da insan, insan olmanın tanımını ve temelini kaybetmiştir. Bu doğal sınırlardan kurtulmayla birlikte bizi insan yapan şeyi inkar etme ve unutma tehlikesi gelmiştir. Sonluluğun, bireyselliğin ve ölümlülüğün inkarı teknolojinin asıl tehlikesidir. Teknolojinin bizim sonsuza dek yaşayabileceğimizin ve her şeyi kontrol edebileceğimizin illüzyonu ev sahipliği yaptığı sürece, bizler insanlığımızı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayızdır.

Heidegger, modern bakış açısıyla (Gestell) ilişkilendirilen tehlikeyi ne bilimde, ne teknolojide ne de bahsedildiği gibi makinelerde bulmaktadır, bunun yerine Heidegger bu tehlikeyi, insan’ı kavrayışını kaybetmiş ve kendine ve diğerlerine sanki insana benzemeyen objelermiş gibi davranan insanda bulur. Bu ‘insanlaştırmabozumu’, film ve televizyon teknolojilerinin küresel bir boyutta mümkün kıldığı aşırı enformasyon, manipülasyon ve imaj bolluğunda görülebilirdir. İletişimin teknolojikleştirilmesi kitlelere radyo, televizyon, film gibi iletişim araçları sağlayarak, canlı görüntüler ve seslerin kendilerini doğuran varlıklar ile olan bağlam ve bağlantılarını kaybetmesini mümkün kılmıştır.

sinemada televizyon imgesi 3 e1688853598320

İmajların bu yapım ve dağıtım sürecinin üretken bir parçası olarak film yapımcısı Wim Wenders, bu tehlikenin örneğini en net şekilde ‘teknoloji ülkesi’, Birleşik Devletler ’de ve onun en güçlü teknolojilerinden biri olan televizyonda görmektedir.

‘Her lanet TV dünyanın merkezidir. Merkez düşüncesi acınacak bir fikir haline gelmiş ve dünyanın imajı da acınası bir düşünce haline gelmiştir. Televizyon aşağılanmalıdır, ama ne var ki dünyada televizyonların sayısı artış göstermiştir. Amerikan televizyonu, benim ilk başta korkuyla karışık bir hayranlık içerisinde izlediğim ve sonradan gitgide onun kurbanı haline geldiğim o inanılmaz derece de gürültülü, zevksiz, hesaplanmış, aşağılayıcı bir imaj sisteminin davranışıydı. Geleceğin bir yol üstünde arabanın farlarına korkudan felç olmuş bir şekilde bakakalan bir hayvan gibiydim. İşte ben böyle o parıldayan ışığa bakakaldım.’

Üretilmiş olan bu imaj kitlesi Wenders’e göre, onun ‘Amerikan devlet felsefesi’ olarak gördüğü şeye hizmet etmekteydi: ’Eğlence’[1]

Huxley’in televizyon hakkındaki yapmış olduğu bu yorumunun benzerlerine filmlerde de karşılaşmaktayız. Politik, sosyolojik filmler çeken yönetmenler filmlerinde televizyonun toplumsal hayattaki yerine, televizyonun kitleler üzerindeki etkilerine, televizyonun bir kitle iletişim aracı mı? Yoksa bir imge mi? olduğuna dair görüntüler aracılığı ile beyaz perdede bir tartışma yaratırlar. Özellikle televizyonun tüm evlerde kutsanacak bir yer bulması ile birlikte yönetmenler bu kitle iletişim aracının kitleler üzerindeki hakimiyeti hakkında derince bir araştırma yaptıktan sonra filmleri aracılığı ile sinematik makaleler yazarlar. Ülküsü ‘insanlığı uyandırmak’ olan yönetmenler aynı zamanda birer sosyologdurlar. Sosyolog/filozof yönetmenler içerisinde yaşadıkları dönemin kavramlarına, normlarına, icatlarına yönelik interdisipliner bir çalışma yürütürler ve bu çalışma sonucunda sinemayı bir zeitgeist olarak kullanırlar. Özellikle de sinemayı çağın aynası olarak gören yönetmenler postmodernite kelimesinin tanıtıldığı dönem yani 1960’larda ortaya çıkmışlardır. Televizyona yönelik iki boyutlu bir araştırma yürütmüşler ve televizyonun ilk anlamından daha çok diğer yan anlamları ile uğraşmışlar ve yeni yan anlamlar yaratmışlardır. Televizyonun avantajlarından daha çok dezavantajları ile ilgilenmişlerdir, ve televizyonun normların, düşünce melikelerinin üzerindeki etkisine dair oldukça bilimsel yanıtlar bulma gayreti göstermişlerdir. ‘Televizyon ne işe yarar?’ sorusundan daha çok ‘Televizyon nedir?’ sorusu ile ilgilenirler ve bu sorunun cevabını göndergesel olarak ele almazlar.

sinemada televizyon imgesi 4

Televizyon üzerine araştırmalar yapan ve neredeyse her röportajında, filmlerinde, televizyon hakkındaki fikirlerini beyan eden Fransız Yeni Dalgasının önemli yönetmenlerinden birisi olan Jean Luc Godard’ın 1967 yapımı ‘2 Or 3 Things I know About Her’ Filmine değineceğim. Huxley’in televizyon hakkındaki fikirlerinin bir benzerini Godard’ın bu filminde görebilmekteyiz.

sinemada televizyon imgesi 5

1967 yapımı ‘2 or 3 Things I Know About Her’ adlı filminde Godard, baş karakterimiz Juliette’nin bedeni üzerinden şehirleşmeye ve kapitalist sisteme yönelik bir eleştiri gerçekleştirir. Bu noktada Juliette’nin bedeni ‘tüm göz’ görevi gördüğünü söyleyebiliriz. Juliette modern kapital insanın aynası görevi görmektedir, film boyunca stabil bir yüz ifadesine sahiptir, gülmemekte, ağlamamaktadır, çünkü modern kapital insanın ruhu balık yüzlerini andırır. Tıpkı Vivre Sa Vie filminde görmüş olduğumuz Nana karakteri gibi Juliette de varoluşsal sancılar çekmekte ve varoluşunu anlamlandırabilmek için kelimelere ihtiyaç duymaktadır. Juliette ve Nana dasman değillerdir, çünkü bu iki karakter içerisinde yaşadıkları düzene ve sisteme karşı ‘neden?’ sorusu yöneltebilmiş, seramik dünyanın ilkelerini yıkabilmiş birer absürt kahramandırlar. Bruegel tablolarından fırlamış insanlar içerisinde yeni cevaplar yaratmaya çalışan bu iki karakter, var olan sorular ile yetinmeyerek sorulmayan soruları sorabilme cesareti gösterebilmişlerdir, bu çağ var olan cevaplar ve sorular ile yetinenlerin, korkakların çağıdır, Kierkegaard’ın ifadesi ile soru sorabilmek cesaret ister, yeni kavramlar ve açıklamalar bulma cesareti gösteren insanlar ise toplum tarafından tecrit edilip ‘deli’ olarak adlandırılırlar, çünkü kapitalist sistem bataklığının üstünde at sineklerinin gezmesini istemez.

sinemada televizyon imgesi 6

Jean Luc Godard bu filminde şehirleşmeye, kapitalist sisteme ve fahişelik mesleğine değinmiştir. Bu üç konuyu sanatçı kimliği ile değil sosyolog kimliği ile ele almıştır. Özellikle de fahişelik mesleği üzerine üç boyutlu açıklamalar getirmiştir filmlerinde. Bedenin teşhirliyi mi daha tehlikelidir? Yoksa ruhun teşhirliyi mi? Sorusunu izleyicilere yöneltmiştir. Jean Luc Godard’a göre para karşılığında bir bedenin teşhir edilmesinden daha çok para karşılığında bir insanın inandığı normlardan, fikirlerden, kavramlardan vazgeçmesi daha tehlikelidir, daha kötüdür. Ayrıca Jean Luc Godard’a göre kapitalist sistemde yaşayan her bir insan zaten birer fahişedir, buradaki ‘fahişelik’ kavramını bir meslek olarak değil bir kelime olarak Godard’ın ele aldığını ifade etmemiz gerekiyor, çünkü Fransız yönetmene göre kimileri paranın, kimileri eşyanın, kimileri patronlarının fahişesidir. Herkes kendisini dolaylı yollardan satışa sunmaktadır. Kapitalizm içerisinde yaşayan her bir insan aynı zamanda bir vitrin içerisinde de yaşamaktadır. Bugün insanlar kendilerini bir ürün olarak sunmaktadır, bu yüzden insanlar yollarda yürüyen sadece birer askılıklardan ibarettirler. Benzer bir ifadeyi Byung Chul-Han’ın kullandığını da görmekteyiz; ‘Her şey bir mal haline gelmiştir. İnsanlar kendilerini bir ürün olarak sunmaktadırlar. Kapitalizm sevgiyi de tüketilebilir duygular düzenine dönüştürmüştür.‘

sinemada televizyon imgesi 7

Jean Luc Godard 1967 yapımı bu filmi Nietzsche’nin Böyle Söyledi Zerdüşt kitabının adeta perdeye uyarlanmış hali gibidir. Godard filminde ‘Ey Zerdüşt!’ diye bir girişte bulunmaz ancak ‘Ey kendisini determinist bilgilere indirerek makineye dönüşmüş olan zavallı insanoğlu, insankızı!’ feryadını her sahnede duyabilmekteyiz. ‘. En iyisi şehrin kapısına tükür de – geri dön!’ cümlesi, filmin sonunda çıkaracağımız nasihat’tır. Godard’a göre şehrin içerisinde yaşamak büyük bir boşluk içerisinde yaşamak ile aynıdır. Burada kullanmış olduğu boşluk kelimesi Parmenides’in öğretisine işaret etmektedir. Parmenides’e göre yokluk yoktur, yokluk boşluktur, yokluk yoksa, boşlukta yoktur. Aslında Godard’ın burada ifade etmeye çalıştığı şey ; varlıklarını var etmeye çalışan Heidegger değimi ile sürekli ‘varlayan’ canlılar aslında büyük bir yokluk içerisinde yaşamaktadırlar, bu durum mantık ilkelerince aykırıdır, çünkü eğer yokluk içerisinde varlığı barındırıyor ise ‘yokluk’  olamazdı, ya da varlık eğer içerisinde ‘yokluğu’ barındırıyor ise bu sefer de varlık olamazdı. İşte burada Jean Luc Godard şehirleşmesinin insanın varlığı üzerinde heterotopyalık yarattığını ifade etmeye çalışmaktadır. ‘Olması gereken yerde olmamak, olmaması gereken yerde olmak.’

‘Birisi şunu rahatça söyleyebilir ki, bugün toplum içerisinde yaşamak, büyük bir boşluk içerisinde yaşamakla neredeyse aynı.‘ (Filmden bir replik)

sinemada televizyon imgesi 8

Jean Luc Godard bu filminde televizyona yönelik bir eleştiride gerçekleştirir. Filmlerinde tıpkı Tanzimat sanatçıları gibi kimliğini gizlemeyen Godard, ‘benim fikrim budur’ edası ile sahnelerin arasına girerek izleyicilere dipnotlar sunar. Bu filmdeki bir dipnot ise şudur; Eğer uyuşturucu alacak paranız yok ise, televizyon alın.’ Godard bu ifadesini filminde çok açmamış olsa da vermiş olduğu röportajlarda bu cümlesinde ne anlatmak istediğini açıklamıştır. Godard’a göre televizyon dediğimiz ‘şey’ bir propaganda aracıdır. Ve bu aracı kim, hangi sınıf, grup iyi kullanırsa kendi ideolojilerine ve isteklerine uygun televizyon programları vasıtası ile tek tip insanlar yaratırlar. Amaç; insanları uyutmaktır ve bu noktada televizyon beşik görevi görür. Televizyon üzerinde hakimiyet kurmuş olan gruplar toplumda ‘bizler ve sizler’ olarak iki grup oluşturur, ‘bizler’ kısmına giren insanlar taraftarları oldukları grupların programlarını izlerken ‘sizler’ olarak adlandırılan kısma giren insanlar ise o programlarda ‘düşman’ olarak işaretlen dirilmektedirler. Bu ayrıştırmanın sonucunda ‘sizler’ grubundaki insanlar programlarda kendilerini ikinci bir grup olarak gördüklerinden dolayı ya bu duruma isyan ederler ya da hayatlarına devam edebilmek için ‘bizler’ gibi gözükmeye çalışırlar. Televizyon her zaman ikinci grupları tehdit eder ve onların hayatta kalabilmeleri için onlara seçenekler sunar, televizyon personalar yaratır, varlığını var etmeye devam edebilmek için insan inanmış olduğu değerleri fiziksel sahada pasif tutar, televizyonun onun için sunmuş olduğu ‘bürünmesi gereken kimliğe’ yani personayı benimser, daha sonra bu personaya alışır, personasının otantik kimliği olduğunu düşünür, daha sonra bir zamanlar normlarına karşı olduğu grubun taraftarı olmaya başlar, ve bu şekilde iktidarda bulunan kişiler mevcut alanlarını koruyabilmek için televizyon aracılığı ile insanları tek tipleştirir, farklılıkların ortadan kalmasını sağlar, farklılıkları çoğunluğa karıştırmak yerine teklik içerisinde eritmeyi başarır. Bu yüzden Jean Luc Godard televizyon için şu cümleyi kurar ‘Bu bir düşman!’

sinemada televizyon imgesi 9

Televizyon hakkında benzer yaklaşımları bağımsız filmlerde de görebilmekteyiz. Özellikle kapital sistem ve televizyona yönelik bir çok röportajında eleştiriler sunan ünlü yönetmen Hal Hartley, 1990 yapımı ‘The Trusth’ isimli filminde televizyona yönelik açıklamalar getirmiştir. Hal Hartley, Fouclth etkisinde kalmış sosyolog yönetmenlerden bazılardır, bu filmde açık bir şekilde televizyona meydan okur ve televizyonun bir afyon olduğunu, insanın ruhunu kanser ettiğini ifade eder. Bu filmde görmüş olduğumuz baş karakterimiz nerede bir televizyon görse fikirleri taş olur ve şeytanı taşlamaya başlar; ‘Televizyon toplumun afyonudur, ben televizyon izlemem. Neden? – Kanser yapar.’

Televizyonu afyon olarak nitelendirmelerinde yönetmenlerin ve düşünürlerin belli başlı sebepler vardır; insan herhangi bir programı izlerken zamanın nasıl hızlı akıp gittiğinin farkında olamaz, tüm odağını televizyona yönelterek etrafında olan biten ile ilişkisini keser, program bitene kadar seyirci oturduğu yerden kalkmaz ve program bittikten sonra gerçek hayata yeniden giriş yapar. Seyirci program saatlerine göre gündelik hayatta yapacağı işleri ayarlar.

sinemada televizyon imgesi 10

Televizyonun izleyici üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin aynısı uyuşturucuda da geçerlidir. Vücuduna uyuşturucu aldıktan sonra insan gerçek hayat ile olan bağını keser ve etrafında olan biteni anlamakta güçlük çeker, uyuşturucunun etkisi geçene kadar oturduğu yerden ayağa kalkamaz (bazı istisnai durumlar vardır) ve etkisi geçtikten- kendisine tekrar geldikten sonra zamanın nasıl bu kadar hızlı akıp gittiğini anlayamaz, uyuşturucu saatlerine göre gündelik hayatta yapacağı işleri ayarlar.

Benzer bir yaklaşımı ise bu sefer David Cronenberg’in yönetmiş olduğu 1986 yapımı Videodrome isimli filminde görmekteyiz. Cronenberg, ‘Videodrome’ isimli filminde televizyonu ve kasetleri pornografik bir imge olarak ele almıştır, filmde baş karakterimizin bir kaset aracılığı ile televizyonla cinsel bağ kurduğunu görebilmekteyiz. Bu filmde televizyon cinsel uyarıcı bir hap/afyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Televizyon ile karakterimizin bütünleşmeye çalıştığını ve bu bütünleştirmeyi sağlayan ana ögenin pornografik unsurlar olduğunu görmekteyiz. Televizyon burada bedenperestlerin, estetlerin  kordon bağı görevi görmektedir. İnsanların hazları için hizmet eden, onları tatmin edecek unsurları içerisinde barındıran, seyirciyi gerçek dünyadan soyutlayarak, arzu ettiği dünyayı ona sunarak, kısa bir süreliğine zihnen ve bedenen uyuşturan, bir orgazm görevi gören, insanların toplumsal hayatta varlıklarını devam ettirebilmek için baskılamış oldukları güdülerinin ve dürtülerinin bir çıkış tüneli olan, katarsis görevi gören, ruhsal ve bedenen bir arınma sağlayan, eroin yada prozac işlevinde olan kitle iletişim aracıdır.

sinemada televizyon imgesi 11

Cronenberg 1986 yapımı bu filminde anlatmak istediği; artık bir disiplin toplumda değil kontrol toplumunda yaşadığımız için bunun dezavantajları ve avantajları mevcuttur, ancak bu dönemde kontrol toplumunun dezavantajları avantajlarına göre daha fazladır ve eğer bilgi, suçlar, kitle iletişim araçları kontrol altına alınamaz ise hastalıklı bireylerin sayısı çoğalmaya başlar. Hatta öyle bir noktaya gelinir ki hastalıklı insanların sayısı sağlıklı insanların sayısından fazla olduğu zaman, hastalıklı insanlar normal ve sağlıklı insan kategorisine girerken, sağlıklı insanlar ise anormal ve hastalıklı kategorisine girmeye başlar. Televizyon insanın içerisinde yatan hastalıklı düşüncelerin dışarıya çıkmasına sebep olan bir kanaldır. Eğer bu kanal herhangi bir otorite tarafından kontrol altına alınamaz ise, insanların toplumun huzuru için içlerinde baskılamış oldukları dürtüler fiziksel sahalarda boy göstererek suçların artmasına sebep olur. Sekiz/beş takım elbisesi ile gün boyunca beyefendi/ hanımefendi portresi çizen insanlar evlerine girdikleri zaman televizyon aracılığı ile asli kimliklerini/ karakterlerini ortaya çıkarırlar, televizyon programları aracılığı ile hazlarını doyurduktan sonra kapının girişindeki askılığa astıkları personalarını takıp, ikinci kimlikleri ile caddelerde dolaşmaya başlarlar. Bu yüzden aslında Deleuze kapitalizm altında yaşayan her bir insan şizofreninin etkisi altındadır demiştir, çünkü insan belli bir süreden sonra kendisi ile yüzleşmek zorunda kalır ve bu yüzleşmeyi tetikleyen unsurda evde ve dışarıda takındığı kimlik çokluğudur. İnsan elinde bulunan kimliklerden birisini seçmek zorunda kaldığında toplumun istekleri ve kendi istekleri arasında bir refleksiyon gerçekleştirir ve Erich Fromm’un da ifade ettiği gibi insan kültürel bir canlı olduğu için her zaman onun için toplumun istekleri ön plandadır, insan bu yüzden otantik kimliği unutmayı hatta yok etmeyi bile seçebilir. Ancak televizyonu evinden atmadığı sürece ne otantik kimliğini unutabilir ne de otantik kimliğini yok edebilir, çünkü insan Freud’un ifadesi ile ‘güdülerini bir süreliğine bastırabilir ancak onları asla yok edemez, güdüleri elinde sonunda bir çıkış noktası bulur.’ Kapital düzende güdülerin çıkış noktalarından birisi de kitle iletişim araçlarıdır.

sinemada televizyon imgesi 12

‘‘Vahşi bir yeni çağa giriyoruz  Saf , kesin ve güçlü olmak zorundayız . Eğer yaşayacaksak , şimdi siz ve bu televizyon dediğini lağım çukuru yaptığınızı izleyen seyircileriniz bizi içten içe çürütüyorsunuz .’ (‘Videodrome’ filmindeki bir replik)

Televizyon insanların id bölgelerinde yatan kişiliklerinin teselli bulduğu bir araçtır. Seyircinin eline kumandayı vererek tüm hakimiyetin onda olduğunu düşündürtür ancak seyirci her ne kadar izleyeceği programı seçme hakkına sahip olsa da, sırf seçim yapabiliyor olduğu için özgür olduğu anlamına gelemez. Çünkü mesele seçim yapmayı seçmek değildir, mesele insanın kendi seçeneklerini yaratabilmesidir. Bir insan ancak yaratmış olduğu seçenekler arasından bir seçim yapar ise özgürleşebilir, kendisini gerçekleştirebilir. Ancak bu da kapital düzen içerisinde imkansız bir olasılıktır. Kapital sistem insanın özgür olduğuna kendisini inandırabilmesi için belli başlı yerlerde hakimiyetin onda olduğuna inandırmıştır, biz bunu seyirci-kumanda-televizyon ilişkisinde görebilmekteyiz. Her ne kadar izleyici bir kumanda vasıtası ile bir program seçebiliyor olsa da, seyircinin istediğini izleyebilme imkanı yoktur, seyirciye izlemesi gerekenler sunulur ve bu seçenekler arasından seyirci bir tercih yapar, bu tercihi ise ilerleyen zamanlarda bir alışkanlığa dönüşür ve seyirci izlemek istediğinin bu olduğuna kendisini inandırır ve televizyonda artık sahipleneceği bir program ortaya çıkar. Televizyonun asli görevlerinden biriside seyirciyi uzun bir süre koltuğa bağımlı yapabilmek için, izleyicinin sahiplenebileceği programlar üretmektir. Peki seyirci herhangi bir programı nasıl sahiplenebilir?

Televizyonda bulunan filmlere, programlara, dizilere, belgesellere göre insanlar gündelik hayatlarını şekillendirirler. İnsanların gündelik yaşantılarındaki aktif ve pasif zamanlarını belirleyen televizyon programlarının, dizilerin ve belgesellerin gösterim zamanlarıdır. Bugün insanlar işlerini televizyonda ki programların başlama saatine göre ayarlamaktadırlar. Ve programlarda insanların statü, mesleki konumlarına göre sabah, öğlen ve akşam olmak üzere, içerikleri farklılaşarak yayınlanmaktadırlar. Ev hanımlarına hitap eden programlar genellikle sabahları verilirken, tüm aile fertlerinin bir araya gelmesi ile birlikte akşam saatlerinde genellikle kanallarda diziler olmaktadır, ‘saat on iki’ insanları için ise geceleri genellikle televizyonlarda Realite Showları gösterilmektedir. İnsanların saatlere göre tercihlerinin benzerlik göstermesinin sebebi ise, içsel olarak aynılaşıp dışsal olarak aynalaştıkları içindir. Bugün her bir insan farkında olmaksızın kapitalizme hizmet etmektedir, kapitalizm farklılığı istemez, farklı olanı da çeşitli adlandırmalar ile toplumdan tecrit edilmesini sağlar, kapitalizm insanın düşünme melikelerini ele geçirmeye çalışan faşist bir düzendir, çünkü bir insanın üzerinde egemenlik kurabilmeniz için o insanın zihin kütüphanesindeki tüm kitapları yakmanız gerekmektedir, bunu kapitalizm televizyon programları aracılığı ile yapmaktadır. Televizyon aracılığı ile kitlelerin ruhlarının infazını gerçekleştirir. Televizyon aracılığı ile insanlar tek tipleştirilir, tek bir perspektiften görmeleri sağlanır, kutuplaştırılır, aptallaştırılır, doğrular yanlışlanır, yanlışlar doğrulanır, televizyon ters düz edilmiş bir dünyadır.

Bir ülkenin eğitim seviyesini öğrenebilmek için televizyon programlarına bakmak yeterlidir. Özellikle gündüz kuşağı olarak adlandırılan programların içerikleri doğrudan bir ülkenin eğitimin seviyesini gösteren unsurlardan birisidir. Gündüz kuşağı olarak adlandırdığımız program türleri genellikle henüz okula gitmeyen çocukların, çalışmayan kadınların ve erkeklerin tükettikleri bir virüstür. Gündüz kuşağı programları direk insanın düşünme melikelerine etki eder. İnsanın izlediği şeyin ne olduğunu anlamaması için ona kahvaltıda eşlik eder, bu tür programlar sadece evdeki sessizliği gidermek için var olan, (Burada anlatmak istediğim şeyi daha iyi açıklayabilmek için Jean Luc Godard’ın bir sözünü alıntılamak istiyorum; ‘Aslında kolay iş değil, insanın evinde televizyon olmaması fazlaca bir yalnızlık, zaman zaman boşluğu hissedilir. Bazı küçük sahneleri izliyorum, kendi kendime ‘kaptırdım yine.’ Diyorum. Demek ki içimdeki sıkıntıyı o kutuya boşaltmaya ben de gereksinim duyuyorum. Uzun süre o boka saplanılmaktan korkuldu, şimdiyse koy ver gitsin. Belki de pislikten az korkulan bir değişim dönemine ilgi duymanın ilginç bir yanı vardır.)[2] hızlı tüketilen, ‘ben bunu neden izliyorum?’ sorusunu sordurtmayan, sadece kulak için üretilmiş, herhangi bir bilgi sunmayan daha çok aklı kısırlaştıran, kısırlaştırdığı içinde insanın yeni fikirler doğurmasına engel olan, diğer programlara nazaran daha çabuk benimsenen ve entelektüel olarak bir birikime sahip olmayan ruhları balık yüzlerini andıran aile bireylerinin akşamları konuşacakları konuları yaratan, insanların ruhunu behçete, frengiye, cüzzama, kansere yakalatan, Jean Luc Godard değimi ile ‘bir düşmandır.’

sinemada televizyon imgesi 13

Birçok yönetmen, filozof, düşünür televizyon ile ilgili fikirlerini beyan etmişlerdir. Özellikle film yönetmenlerinin televizyon ile ilgili fikirleri oldukça olumsuzdur, bunun sebebi ise filmlerin televizyonlarda yayınlanmaya başlamasıdır. Michelangelo Antonioni, Ingmar Bergman ve Jean Luc Godard gibi isimler filmlerin televizyonlarda yayınlanmasına karşı olan yönetmenlerden bazılardır, bu yönetmenlere göre televizyon sinemanın kendisine has ambiyansını yok etmektedir, ve sinema salonlarında film üzerinde herhangi bir hakimiyeti olmayan sadece ‘seyirci’ konumunda olan izleyiciler, kumanda-televizyon ilişkisi bağlamında filmler üzerinde artık bir hakimiyete sahip olmuş durumdadırlar. Seyirci istediği zaman filmi kumanda yolu ile durdurabilir, bir başka filme, programa geçiş yapabilir, ancak sinema salonlarında bu durum imkansızdır, çünkü sinema salonlarında hakimiyet seyircinin elinde değildir, ama oturma salonlarında ise bu sefer hakimiyet yönetmenin elinde değildir. Televizyonlarda filmlerin olması, televizyon için film çekilmesi, sinemayı sanat kategorisinden çıkarıp endüstrileştiren unsurlardan birisidir, sinema çabuk tüketilen bir hale getirilir, adeta sinema performans sanatına dönüşür.

sinemada televizyon imgesi 14

Kieslowski’nin de ifade ettiği üzere artık televizyonlar için de film çekilmektedir ve bu durum sinemayı endüstrileştiren bir diğer unsurdur. Televizyon için çekilen filmler sipariş filmlerdir ve sipariş filmlerinde gayesi estetiksel bir zevk yaratmak değil, insanların vakitlerinin boşa geçmediğine inandırtmaktır. Bu bağlamda televizyon için çekilen filmler hızlı tüketilmektedir, ve genellikle de içerik bağlamında aynı konulara sahiptirler. Televizyon filmlerindeki amaç insanın varoluşu üzerinden bir refleksiyon gerçekleştirmesini sağlamak değildir, televizyon filmlerindeki amaç kapital insanın içerisinde bulunduğu günün hızlı akmasını sağlamaktır. Televizyon filmleri insana koltuk felsefesi yaptırmamaktadır, daha çok Jean Luc Godard’ın da bahsettiği üzere ‘amaç bir şeyleri göstermek değil, o şeyler üzerinden çene çalmaktır, ya da ne bileyim, tatlı tatlı yapılan bir tür yoldan saptırmadır.’

İktidarda (herhangi) bulunan kişiler, iktidarda kalabilmek için aptalların, uyuyanların alkışlarına ihtiyaçları vardır, ve aptalların aptal kalmasını, uyuyanlarında uyumalarına devam etmesini sağlayabilmek için televizyonu bir silah olarak kullanırlar. Bugün televizyon üst sınıfın ideolojisidir. İktidardaki gruplar, uzun bir süre daha koltuklarında isiliyebilmek için halk ile kendileri arasında efendi-köle ilişkisi kurmaktadırlar, bu ilişkiselin ‘ben ve onlar’ şeklinde olarak kendisini göstermektedir, ‘ben’ ancak ‘onları’ uyuttuğu zaman ‘ben’ olarak kalmaya devam edebilir, amaç toplumu cahillik uykusuna yatırmaktır.

‘Ben’in’ ‘ben’ olarak kalabilmesi için –perestlere ihtiyacı vardır, ve ‘onları’ televizyon programları aracılığı ile –perestleştirerek bir süre daha iktidarda kalmaya devam ederler, ve bu süreç içerisinde ‘onların’ uyanmamasına yönelik çeşitli araçlar vasıtası ile kitlelerin ruhları üzerinden faşizm temelli bir emperyalizm gerçekleştirilir, ruhları imha olmuş insanların ise artık kelimelere, kavramlara ihtiyaçları yoktur, onlar birer emir üzerine hareket eden sırtlarında döndürme aparatı olan küçük askerlere dönüşmüşlerdir. Felsefe, sosyoloji, sanat içerikli programlar yerine insanların otantik benliklerinin kaybolmasına sebep olan programları televizyonlarda gösterirseniz, insanlar yeni kavramlar ile karşılaşamayacakları için hayata karşı bakış açılarında bir değişiklik olmaz, düşünmeye ihtiyaç duymaz hale gelirler, kendilerini sürekli olarak yinelerler, bilgiyi hep ikinci şahıslardan öğrenirler, gerçeğin ve doğrunun aynı şey olduğunu düşünürler, içerisinde yaşadıkları çağa ve topluma karşı neden sorusu yöneltemezler, kendiliklerine dair ontolojik bir çalışma yürütemezler ve bu yüzden asli olan kendilerinin kim olduklarını bilemez hale gelirler ve iktidarda ki kişilerin onlar için uygun görmüş olduğu pozisyonları/kimlikleri benimseyerek ölünceye kadar farkında olmadan toplum içinde bir persona ile yaşarlar.

Bugün iktidardaki sınıflara televizyon programları aracılığı ile kendilerine fanatikler yaratırlar. Televizyon programları aracılığı ile iktidardaki sınıflar yönettikleri toplumlarda istedikleri insan tipine uygun kimlikler öne sürerler, çoğunluk bu kimliği benimsedikten sonra benimsemeyenler ile uğraşmaktan ziyade çoğunluğun ‘çoğunluk’ olarak kalabilmesi için programlar aracılığı ile bir mücadele verirler, amaç uyutulanları uyandırmamaktır, uyananları uyutmak oldukça zordur. Malcolm X’in de ifade ettiği gibi ‘Bir kez uyanmış olan insanı bir daha uyutamazsınız.’ Bu yüzden televizyonlarda insanlara kırmızı ve mavi hap birlikte sunulmaz, televizyonlarda kitlelere sunulan sadece mavi haptır, ve iktidarda bulunan herhangi bir sınıfta kitlelerin kırmızı hapa ulaşmamasını sağlayabilmek içinde yine televizyon, medya aracılığı ile bir mücadele verir. İktidardaki gruplar televizyonda ki gördüklerimizi, görmek istediklerimiz haline getirirler.

Televizyonda gördüğümüz şeyler, görmek istediklerimizdir.’  Jean Luc Godard. [3]

İnsanların ruhlarını felç ederseniz, hakikati bağırmaları için ayaklanmalarını bekleyemezsiniz, tıpkı kelimeler gibi; kelimeleri kısırlaştırırsanız, insanlar yeni fikirler doğuramaz hale gelirler, ve tüm siyasi gruplarda insanların ruhlarını felç etmek, yeni fikirler doğurmalarını engelleyebilmek için, insanların fikirlerinin şakaklarına kurşun sıkarak infazlarını gerçekleştirirler, hiçbir iktidardaki grup, hiçbir insanın bir meşale yakıp tutsak kaldırımları aydınlatmasını istemez, hatta ve hatta ‘onları’ çaresiz ve kendilerine (bene) muhtaç hissettirebilmek için karanlığa terk ederler, Jean Luc Godard’ın King Lear filminde de ifade ettiği gibi ‘Mumlar söndü ve karanlığa terk edildik.’ Mesele ateşi bulmaktır, güneş ile yetinmek değildir. Ancak siyasi gruplar yönettikleri toplumda bulunan insanların güneş ile yetinmelerini isterler, çünkü karanlıkta rahatlıkla günah işleyebilmek için. Ancak ne zaman ateş bulunur işte o zaman karanlıklarda aydınlanır, kurtlar mağaralarına çekilirler, gerçekliğin yansımaları ile yetinen insanlar hakikat ile yüzleşir.

sinemada televizyon imgesi 15

Sinemada televizyon-obezite ilişkisi ile de sık sık karşılaşmaktayız. Genellikle komedi/ absürt komedi filmlerinde bu ilişkiyi net bir şekilde görebilmekteyiz. Oscar ödüllü ‘The Whale’ isimli filmde de televizyon- obezite ilişkisine şahit olmaktayız. Filmdeki baş karakterimiz bir destek olmaksızın oturduğu yerden kalkamayacak kadar kilolu bir öğretim üyesidir. Gününün çoğunu oturma odasında geçirdiği için, ihtiyacı olacak tüm şeyleri de oturma odasında bulunmasını sağlamıştır. Ve öğretim üyemizin film boyunca oturduğu koltuğun tam karşısında ‘ihtiyaçlarından’ birisi olan televizyon bulunmaktadır.( Burada bir şeye dikkat çekmek istiyorum, eskiden henüz televizyonlar evlerde bir yer edinmedikleri zaman koltuklar birbirlerine bakar şekilde yerleştirilirdi, ancak televizyonun hayatımıza girmesi ve evlerimizde bir yere sahip olması ile birlikte koltuklar televizyona doğru bakar şekilde yerleştirilmeye başlanıldı. Önceden insanlar için sohbet etmek, konuşmak ailecek geçirilecek bir vakitten sayılıyor iken, şimdi bir program bir diziyi beraber izlemek ailecek geçirecek vakitten sayılmaktadır.) Filmde ne zaman karakterimiz öfke nöbetleri geçirse ya yemek yiyorken onu görürüz, ya porno izlerken ya da televizyonda bir program izlerken. Bu üç unsur, karakterimizin duygularını bastıran bir sakinleştirici iğne görevi görmektedir.

sinemada televizyon imgesi 16

Obezite- televizyon ilişkisini özellikle de 1970’lere damgasını vuran Drag Queen Divine’nin oynamış olduğu filmlerde görebilmekteyiz. John Waters’in filmlerinde daha çok boy gösteren Diveni’nin oynadığı filmlerde şişmanlık, cinsellik ve televizyon absürt ögeler olarak seyirciye gösterilmektedir. Özellikle bu üç unsur bir arada bulunduğu zaman  ‘gerçek hayatta olamayacak’ olaylar meydana gelir. Bu üçü Waters’in sinemasında tiksindirici unsurlar olarak gösterilir.

sinemada televizyon imgesi 17

Waters’in filmlerinde muhakkak şöyle bir sahne ile karşılaşırız; karakterimiz bedenini sıkan giysilerinden dışarıya fırlamış olan yağ katmaları ile birlikte kanepeye uzanmış, televizyon izliyordur. Bu sahneyi gören izleyici bu iki unsur arasında bir bağ kurmakta zorluk yaşamaz, hatta seyirci bu sahne de görmüş olduğu  bu iki unsurun birbirini tamamladığını düşünür. Adeta televizyon kanepede uzanmış olan obezite bir insan ile bütünleşmiş bir vaziyettedir, rahatsız eden bir görsel sunmuyordur izleyiciye, ancak izleyici Waters’in filmlerinde televizyon imgesini görür görmez aklına direk olarak obezite bir insan, yağlı yiyecekler ve cinsel ögeler gelir. Postmodernite de absürt ‘gösterilen’ olarak teşhircilik obezitedir.

sinemada televizyon imgesi 18

Sinemada zayıf insanın bütünleştiği ögeler ile obezite insanın bütünleştiği ögeler birbirlerinden farklılık gösterir. Zayıf bir insanın bir filmde televizyon izlemesi izleyici için içerisinden anlam çıkarılacak bir sahne değildir. Ancak obezite bir insanın bir filmde televizyon izlemesi izleyici için içerisinden anlam çıkarılacak bir sahnedir, bu iki unsur kitle iletişim araçlarının propagandası sonucunda birbirleri ile bütünleştiklerinden dolayı, izleyici bu tür bir sahne gördüğümü zaman yönetmenin burada bir şey anlatmak istediğini düşünmektedir ve bu sahne üzerinden fikirler üretmeye başlar. Ancak bu oldukça normal bir sahnedir, bir insan televizyona bakıyordur, ancak buradaki uyumsuzluğu yaratan öge, ‘bir insan televizyona bakıyordur’ cümlesinin sadece zayıf insanlara işaret ediyor olmasıdır. Ancak obeziteler için bu cümle geçerli değildir, onlara işaret eden cümle ise şudur ‘şişman bir insan televizyona bakıyordur.’ Zayıf bir insanın/ karakterin televizyon izliyor oluşunda seyirci o sahneyi adlandırırken karakterin kilosunu referans alarak cümle kurmaz, ancak obezite bir insanın/ karakterin televizyon izliyor oluşunda seyirci o sahneyi adlandırırken karakterin kilosunu referans alarak cümle kurar.

[1] Felsefenin Düşüşü Sinemanın Yükselişi, Es Yayınları, Derleyen: Kaan Demirdöven, Teknolojiyi Sorgulamak: ‘Martin Heidegger’in tanıtılışı’ sayfa 18.

[2] Godard Godard’ı Anlatıyor, Metis Yayınları, Jean Luc Godard, sayfa 314.

[3] Godard Godard’ı Anlatıyor, Metis Yayınları, Jean Luc Godard, sayfa 276.]

 

KAYNAKÇA;

  • Godard Godard’ı Anlatıyor, Metis Yayınları, Jean Luc Godard
  • İçsel Hayatların Sinemacısı: Krzysztof Kieślowski, Agora Yayınları, Renata Bernard ve Steven Woodward
  • Michelangelo Antonıonı, Agora Yayınları, Bert Cardullo
  • Sinematografi İnsan Yüzüdür, Agora Yayınları, Ingmar Bergman
  • Sinema Estetiği: Gerçeklik ve Hakikat, Hayalperest Yayınları, Selçuk Ulutaş
  • Yorgunluk Toplumu, Açılım Kitap, Byung-Chul Han
  • Ten Medeniyeti, Açılım Kitap, Sertaç Timur Demir
  • Felsefenin Düşüşü, Sinemanın Yükselişi, Es yayınları, Kaan Demirdöven