Sevgili sinemaseverler, tarih sinemada iki şekilde can bulur: Biri belge gibi soğuk ve titiz, diğeri ise destan gibi sıcak ve coşkulu. Biz bugün ikinci gruptan bahsedeceğiz; kılıç şakırtısı, at nalı sesleri, binlerce figüranın aynı anda haykırışı, gökyüzünü kaplayan ok yağmurları… Epik tarihi film dediğimizde kalbimiz hızlanır, çünkü o filmler sadece geçmişi anlatmaz; geçmişi yeniden yaratır, büyütür, bazen de efsaneleştirir.
Epik tarihi filmin altın çağı 1950-60’larla başlar. Bu dönem, Hollywood’un en görkemli, en pahalı ve en iddialı yapımlarına sahne olur. Charlton Heston’un Ben-Hur‘daki (1959, yön. William Wyler) arabalı düello sahnesi hâlâ sinema tarihinin en muhteşem sekanslarından biridir. Yaklaşık 9 dakikalık bu meşhur sahne için tek başına 1 milyon dolar (bugünün parasıyla 10 milyon doların üstünde) harcanmıştır. 18 dönümlük arena, 78 at, 18 savaş arabası, 15 bin figüran, üç ay süren çekim… Ve sıfır CGI. Film toplam 11 Oscar aldı ki bu rekor ancak 1998’de Titanic ve 2004’te Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü ile eşitlenebildi.
Aynı dönemde Stanley Kubrick Spartacus (1960)‘le Roma’nın köle isyanını, David Lean Lawrence of Arabia (1962)‘yla Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap çöllerindeki İngiliz casusu T.E. Lawrence’ı perdeye taşıdı. Peter O’Toole’un beyaz cübbeyle çöldeki ilk görünüşü ve güneşin doğuşuyla birlikte kameraya doğru yürüyüşünü Freddie Young’ın muhteşem görüntü yönetmenliğiyle izlerken kumların sıcaklığını, sarı tonun büyüsünü hissedersiniz. Film 7 Oscar kazanıp 70mm formatında görsel bir şaheser oldu.
1970’lerde Patton (1970) ve Barry Lyndon (1975) gibi önemli yapımlar çıksa da, 1980’ler Hollywood’da epik tarih için durgun bir dönem oldu. Seyircinin ilgisi bilim-kurguya ve aksiyon filmlerine kaydı. Ancak bu sessizlik, 1990’ların patlayışı için bir hazırlık dönemiydi.
Kevin Costner, Dances with Wolves (Kurtlarla Dans, 1990) ile Amerikan Batı’sını Kızılderililerin gözünden anlattı ve 7 Oscar kazandı. Ardından Mel Gibson Braveheart (Cesur Yürek, 1995) ile İskoçya’nın bağımsızlık savaşını öyle bir haykırdı ki, William Wallace’ın “Freedom!” çığlığı hâlâ kulaklarımda. Film 5 Oscar aldı ama en önemlisi, tarihi filmlere yeniden “kahraman” ruhunu, ulusal kimlik arayışını getirdi (bu arada İskoçya’ya gittiğimde kimsenin William Wallace’ı tanımıyor oluşuna şaşırmıştım, gerçek tarihte unvanı “şövalye” olduğu için sandığımız gibi dillerden düşmeyen biri değilmiş). James Horner’ın İskoç gaydalarla harmanlanmış müziği, John Toll’un savaş meydanlarındaki görüntü yönetmenliği filmi görsel bir destana dönüştürmeyi başarmıştı.
2000’lerle birlikte Ridley Scott devreye girdi. Gladiator (2000) ile Roma’yı dijital efektlerle yeniden inşa etti. Russell Crowe’un Maximus’u “eğlenmiyor musun?” diye haykırırken, sesi Colosseum’un tozlu arenasında yankılanıyordu. Hans Zimmer ve Lisa Gerrard’ın destansı müziği, John Mathieson’ın karanlık ve sert çizgili görüntü yönetmenliği filmi modern bir klâsik yaptı. Film 5 Oscar kazandı.
Scott ardından Kingdom of Heaven (Cennetin Krallığı, 2005) ile Haçlı Seferleri’ni bence harika bir şekilde perdeye yansıttı, diyaloglar kısa ama çok güçlüydü. Exodus: Gods and Kings (2014) ile Musa peygamberi anlattı. Bu filmlerin her biri kusursuz prodüksiyon tasarımı, dev bütçeler ve dijital efektlerin en iyi örnekleriyle dolu (zaten dijital efektin kötü olması başlı başına filmi mahveden bir unsur).
Aynı yıllarda Peter Jackson Yüzüklerin Efendisi üçlemesiyle (2001-2002-2003) epik tarihi filmin sınırlarını zorladı. Tolkien’in Orta Dünya’sı tarih olmasa da, o destansı savaş sahneleri izleyiciye (Helm Deresi, Pelennor Ovası vb.) gerçek bir tarihi filmden farksız hissettirdi. Üç film toplam 17 Oscar aldı, bu noktada üçlemenin sinema tarihinin en büyük epik serilerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Howard Shore’un koroları, Maori savaş dansı haka’dan ilham alan Orklar’ın haykırışları, Peter Jackson’ın Yeni Zelanda manzaralarını kullanma şekli… Tüm detaylar seyirciyi mest etti.
Wolfgang Petersen Troy (Truva, 2004)‘la Homeros’un İlyada‘sını, Zack Snyder 300 (2006) ile Thermopylae Savaşı’nı yeniden yorumladı. Özellikle 300‘ün Frank Miller’ın çizgi romanından uyarlanan o stilize estetiği, ağır çekim ok yağmurları, kırmızı pelerinler, dijital olarak yaratılmış arka planlarıyla yeni bir görsel dil yarattı (aynı zamanda çok da eleştirildi). Snyder’ın “This is Sparta!” sahnesi, popüler kültürün bir parçası haline de geldi.
Türk Sinemasında Epik Tarih: Destandan Dijitale
“Epik” kelimesini sıkça kullanıyoruz ama ne anlama geldiğini açmak gerekir. Yunanca “epos” (anlatı, hikâye) kökünden gelen epik, edebiyatta “kahramanlık destanı” anlamına gelir. Homeros’un İlyada‘sı, Firdevsi’nin Şehname‘si, anonim Dede Korkut hikâyeleri gibi anlatıların hepsi epiktir. Sinemada ise epik, sadece uzun süre veya büyük bütçe demek değildir. Epik film, bir ulusun, toplumun ya da medeniyetin kaderini belirleyen olayları, mitolojik veya tarihsel kahramanları, büyük savaşları ve toplumsal dönüşümleri anlatır. Görsel ihtişam, duygusal yoğunluk ve kolektif kimlik arayışı epiğin başlıca temel unsurlarıdır.
Türk sinemasında tarihi filmler, ulus-kimlik inşası ve kolektif hafızanın korunmasında kritik bir rol oynar. Ve bu gelenek, aslında 1950’lerden beri Yeşilçam’da çok güçlü bir şekilde var.
1960’lar ve 1970’ler Türk sinemasında “popüler epik çağı” olarak adlandırabileceğimiz dönemi kapsar. Bu dönemde üretilen yüzlerce tarihi macera filmi, halkın kolektif hafızasında derin izler bırakmıştır. Bunların başında da üç efsanevi kahraman gelir: Kara Murat, Malkoçoğlu ve Tarkan.
Kara Murat serisi (1972-1978) toplam 7 filmden oluşur. Natuk Baytan’ın yönettiği bu filmler, Osmanlı döneminde adalet, cesaret ve sadakat simgesi olan bir alp tipini yaratır. Kara Murat, padişaha bağlı, halktan yana, zalimlere, düşmanlara ve hainlere karşı mücadele eden bir kahramandır. Filmler düşük bütçelidir, prodüksiyon değerleri Hollywood’dan çok uzaktır. Kara Murat karakteri de, halkın içinden çıkmış bir kahramandır (filmlerin bütçesiyle paralel şekilde); zengin olmak, gösterişli olmak gibi bir gayesi yoktur. Onun gücü yüreğindedir.
Malkoçoğlu serisi (1966-1972) de yine 7 filmden oluşmaktadır. İlk altısında Cüneyt Arkın’ın başrolde olduğu bu filmlerin sonuncusu olan Malkoçoğlu Kurt Bey (1972)’de ise Serdar Gökhan başroldedir; Osmanlı’nın Avrupa’daki fetih dönemlerini konu alır. Malkoçoğlu, tarihsel bir gerçeklik taşıyan Malkoç Bey’den ilham alınarak yaratılmış bir karakterdir. Filmler, Batı’ya karşı Türk cesaretini, şövalyelere karşı alpleri, Hıristiyan dünyasına karşı İslam’ı temsil eder ama bunu milliyetçi propagandadan ziyade macera sineması üslubuyla yapar.
Tarkan serisi (1969-1973) ise tamamen kurgusal ve yer yer fantastik bir evrendedir. Hun İmparatoru Atilla’nın kurgusal oğlu Tarkan’ın maceralarını anlatan bu filmler, tarihi gerçeklikten çok mitolojik anlatıya yakındır. Özellikle Tarkan: Viking Kanı (1971) filmi, dönemin en bilinen Türk filmidir. Hâlâ üzerine espriler yapılan meşhur ahtapot sahnesi de serinin bu filmindedir.
Bu filmler bugün “naif”, “teknik olarak zayıf” ya da “kült” olarak görülebilir (ben kült olarak gören taraftayım) ama bu filmler özellikle Yeşilçam’ın sansürle mücadele ettiği dönemlerde sinema emekçilerine can simidi olmuştur. Çünkü bunlar, Hollywood’un Spartacus’una, El Cid’ine, Ben-Hur’una Türk halkının kendi mitolojisiyle, kendi tarihiyle cevabıydı ve sansür kurullarına takılmadan seyirci ile buluşabiliyorlardı.
Türk sinemasında tarihi filmler, ulus-kimlik inşası ve kolektif hafızasının korunmasında kritik bir rol de oynamaktadır. Yine Yeşilçam döneminde (1950-1980) Halit Refiğ’in Haremde Dört Kadın (1965), Metin Erksan’ın Kuyu (1968) gibi filmleriyle başlayan kültürel-tarihi sinema geleneği, özellikle 1970’lerde Yılmaz Güney’in Arkadaş (1974) gibi politik mesajlı yapıtlarıyla gelişmiştir.
1980 ihtilali sonrasında (özellikle 1983’ten sonra) Türk tarihî sineması büyük bütçeli prodüksiyonlara yönelmiş, Yavuz Turgul’un Muhsin Bey (1987) gibi dönem filmleri yanında, 2000’lerle birlikte gerçek anlamda Hollywood tarzı epik yapımlar da gelmeye başlamıştır.
Çanakkale 1915 (2012, yön. Yeşim Sezgin), Çanakkale Savaşı’nı merkeze alan film yaklaşık 5 milyon dolarlık bütçesiyle dönemin Türkiye için büyük bir yapımıydı. Film, siperlerdeki askerlerin vatan sevgisini, korku ve yoldaşlık duygularını, savaşın anlamsızlığını insani bir perspektifle ele almıştı.
Fetih 1453 (2012, yön. Faruk Aksoy), Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethini anlatan film, dijital efektler, büyük ölçekli set tasarımları ve binlerce figüranla çekilmiştir. Devrim Evin’in Fatih rolü, İbrahim Çelikkol’un Ulubatlı Hasan canlandırması, Recep Aktuğ’un görüntü yönetmenliği ve Benjamin Wallfisch’in epik müziği vizyona girdiği dönemde filmden çok söz edilmesini sağlamıştı. Topkapı ve surlara yapılan saldırı sahneleri, dönemin Türk sineması için teknik bir başarıydı (Hollywood standartlarının çok altındaydı aslında ama Türk Sineması’nda görsel efekt kullanımı konusunu ayrı bir yazıda işleriz).
Türk sineması ayrıca Veda (2010) gibi Atatürk odaklı biyografik yapıtlara da ev sahipliği yaptı. Veda, Zülfü Livaneli’nin yönettiği, Sinan Tuzcu’nun Atatürk’ü canlandırdığı ve Gazi’nin son günlerini anlatan duygusal bir portreydi.
Yeşilçam’ın Kara Murat’ından bugünün Fetih 1453’üne uzanan bu yolculuk, Türk sinemasının tarihe bakışının nasıl dönüştüğünü gösterir. Teknik imkânlar artmış, bütçeler büyümüş, prodüksiyon değerleri yükselmiş olsa da, özde aynı istek var: Kendi tarihimizi, kendi kahramanlarımızı, kendi destanımızı anlatmak.
2020’ler: Epik, Dijital ve Sessiz
Son yıllarda epik biraz değişti. Ridley Scott 2021‘de The Last Duel ile Orta Çağ Fransa’sında bir tecavüz davasını ve düello geleneğini feminist bir bakışla ele aldı. 2023‘te ise Napoleon ile imparatora geri döndü; Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Napoleon, tarihi destandan ziyade psikolojik bir portreye dönüşmüştü.
Denis Villeneuve Dune serisiyle (2021-2024) bilim-kurguyu epik tarih gibi çekti. Greig Fraser’ın çöl çekimleri, Hans Zimmer’in enstrümantal koroları, dev solucanlar ve kumların altındaki baharat… Her şey tarihsel bir destanı andırıyordu ama gelecek zamanda geçen bir destan. James Cameron ise Avatar serisiyle (2009-2025) Pandora’yı bir mitolojiye çevirdi; yerlilerin sömürgecilere karşı direnişini, doğayla uyum temalarını fantastik bir evrende bize sunmayı başardı.
Epik tarihî filmler bize şunu hatırlatır: İnsanlık hep aynı şeyleri tekrar eder; aşk, ihanet, zafer, yenilgi… Ama her anlatışta biraz daha büyük, biraz daha görkemli şekilde bu konuları ele alır. Çünkü epik film aslında tarihe değil, insanın tarihe bakma ihtiyacına hizmet eder. Bunlar belge değil, mitostur. Bir sonraki büyük savaş sahnesini, bir sonraki “Benim adım Maximus Decimus Meridius” repliğini beklerken, şunu unutmayalım: Tarih, en gizli sırlarını sinemada söylüyor. Ve belki de bu yüzden bu kadar seviyoruz bu filmleri. Çünkü tarih derslerinde öğrenemediğimiz duyguyu, coşkuyu, destanı, bilinmeyeni onlar veriyor bize. Herkese sinema dolu günler dilerim.




