“ Gözlerinde göçmenliğin hüznünü taşıyan dostuma…”
Sinemasal alemin dolambaçlı yollarını arşınlayan Yılmaz Güney, sinema yapma biçimiyle yeni bir görsel estetik ve üslup arayışı içine girerek seyircinin bakışını dönüştürür. Kavruk, kara kuru bu genç adam her daim bir kavganın şafağında, belinde silahı ve sımsıkı yumruğuyla zalime racon keser. Namı dillere destan kabadayı Fırat ve duru güzelliğiyle baş döndüren balerin Çiğdemin büyük aşkı silahların ve gangsterlerin gölgesi altında dallanıp budaklanır.
Denizde yalpalayıp duran martıların vapurun düdük sesi eşliğinde, Çiğdem ve arkadaşı Yeşim bir masada karşılıklı otururlar. Çiğdem gazete sayfalarını telaşlı telaşlı çevirir. Yeşim “ Bir haber var mı?” diye sorunca Çiğdem “ Yok./ Gazetelere bakınca kalbim duracak sanıyorum.” der. Bu sahnelerin kamera çekimlerini Gani Turanlı ile beraber kotaran Ahmet Soner, sabah vaktinde akşam gazetesini kullanır. Filmin montajı sırasında Yılmaz Güney ‘Niye sabah gazetesi kullanmadın? diye esip gürler. Güney, ince detaylara gösterdiği özenin bir göstergesi olarak uzak odaklı 600’lük telefoto lensle kadrajlar filmi
Bale provası bittiği gibi kendini sahile atan Çiğdem’in aklı, kalbi, ruhu Fırat’tadır. Tam o sırada hüzünlü ve kederli gözleriyle Fırat belirir karşısında. Çiğdem’in izini süren Fırat eve kadar takip eder onu. Çiğdem tül perdenin ardından Fırat’ı gözler. Fırat oradan uzaklaşır, balıkçı teknelerinin olduğu kıyıya varınca Asım Babayla karşılaşır. Asım Baba, “ Sayende iyiyiz, sayende kimse karışmıyor bize.” sözleriyle büyük Fırat’a övgüler dizer diz boyu. Filmin insana yaşattığı görsel deneyimi biricik kılan Yalçın Tura’nın müzikleri sahnelerin duygusunu güçlü bir şekilde belirler.
Çiğdem, yüreğini kasıp kavuran sıkıntılara dayanamaz, gece vakti sokağa çıkar. Çok geçmeden Fırat görünür karşısında. İçten bir bakışmanın ardından sarılırlar birbirlerine. Fırat’ın arabasına binip giderler. Yolda Çiğdem’e bir gül verir Fırat. Sonraki sekans-planda Fırat’ın evinin duvarlarının Çiğdem’in portreleriyle kuşatılmış olduğunu görürüz. Çiğdem, masadaki kuru gülü vazonun içine koyar, kendi resminin önünde dururken Fırat’la bakışırlar. Buna paralel kameranın Çiğdem’in resimleri üzerinde yükselen hareketi Sevmek Zamanı (1965) filmindeki ‘resmine aşık olmak’ söylencesine yakın duran sinematografik bir imgeyi çağrıştırır. Fırat’ın dile gelen yüreğinden “ Sen gideli çok oldu Çiğdem./ Sen gideli 467 gün oldu./ Her kurşun deliği bir gün içindir.” diye dökülen sözlerine karşılık ‘Neye kurşun’ diyerek isyan eder, gazete sayfalarını korkarak açtığı günlerin muhasebesini yapar.
Çiğdem’in feryadına karşın Fırat, “Sen, ben ve silahım olamaz mıyız üçümüz bir arada yaşayamaz mıyız? dediği sahnede bağırış çağırışlar yükselir dört bir yandan. Fırat ve Çiğdem’in aşkına silahın silueti düşmüştür. Her şeye rağmen Fırat, tutkuyla sarıp sarmalar Çiğdem’i. Kapı zili çalar, Fırat’ın kabadayı arkadaşları kapıdadır ve onu alıp giderler. Kısa bir süre sonra tekrar kapı çalınca Çiğdem Fırat’ı göreceğini umarak kapıya koşar lakin Fırat değildir kapıdaki adam. Hüsrana uğrayan Çiğdem “Seni eve götürmeye geldim bacım.” diyen adamla gitmek zorunda kalır.
Kabadayı Hayati ve arkadaşları gönül işlerini Fırat’a yakıştırmadığını dile getirerek onu soruşturma kıskacına alırlar. Arkadaşlarının “ Sen büyük ve Kudretli Fıratsın. Bu işler sana yakışmaz.” sözüne cevaben Fırat, “Günün birinde karanlık bir sokakta arkanızdan sıkılan kurşunla çok sevdiğiniz bu hayata veda edeceksiniz.” der. Silahına sarılan Fırat aynaya akseden ‘büyük ve kudretli Fırat’a ateş eder. Bu anlamda Çirkin kral personasını Fırat karakteri şahsında yerle yeksan eder. Arkadaşlarının “ Yarın aynayı değiştirsinler./ Bu kırkıncı ayna oldu.” repliğinde vurgulandığı üzere kültür endüstrisi içinde pop bir imgeye tekabül eden Çirkin kral kültüyle hesaplaşmanın bedeli kırk ayna olmuştur.
Güney, zarafet abidesi duruşu ve belindeki silahıyla hem racon keser hem de ezilmiş hor görülmüş insanların anti-kahramanı namıdiğer büyük Fırat olur. Halktan insanların davalarına çözüm üreten Fırat’ın kulağına vaziyeti izah eder külhanbeyi. Kadının biri kocası Ramazan’ın yapıp ettiklerinden dert yanar durur laf arasında “Sonunda ortanca kızım da ben orospu olacağım, dedi.” deyince Fırat da “Ramazan’ı bulun, ona beş bin lira verin. Bu karıyı boşasın, bir daha eve gitmesin. Kızı evden alıp yatılı okula verin. Orospu olacaksa okumuş orospu olsun.” der. Kadının itirazlarına aldırış etmez. Bu anlarda Çiğdem’i düşler hayal perdesinin ardından. Önündeki karalama kağıdına papatyalardan çiğdem yazıp durur. Çiğdem de aynı hisler içinde hülyalara dalıp gider. Prova sonrası arkadaşıyla yemyeşil ağaçların dallarına konan kuşların ötüşleri arasında yürürler. Fırat’a olan sevgisini “Ben onun gözünde kanayan kırmızı güldüm” sözleriyle dile getirir. Geriye dönüşle gözünde canlanır yaşadıkları.
Bu sahneyi takip eden sekansta Çiğdem, Fırat’ın annesini ziyaret eder. Hasret giderirler. Annesi Fırat’ı yer altı dünyasından çekip alabilecek tek kişinin Çiğdem olduğuna kanidir. Kamera, Fırat’ın duvardaki resmini vizöre yerleştirerek onun varoluşunu teyeller sinematografik uzama. O sırada kardeşi Ayşe, Çiğdem’i Perşembe günkü düğününe davet eder. Ayşe abisinin sevdiği ‘ilk ve tek kadın’ olduğunu söyleyince Çiğdem, “Kaç para eder? O çok başka bir dünyanın adamı” diyerek tüm bunları beyhude bir çaba olarak görür. Annesi umudunu Çiğdem’e bağlar. Ona gelecekteki çocuklarına ördüğü hırkayı gösterir. Çiğdem, hırkayı ondan isteyince zaten hırkayı onlar için ördüğünü belirtir annesi ve başını duvara yaslayarak hüngür hüngür ağlar. Fırat ise ona bahşedilen bu ‘büyük ve kudretli’ sıfatının üstünü çizmeyi arzular. Pencereden börtü böcekleri, çiçekleri, kedileri seyrettiği sahnede geçip giden bu hayatın güzelliklerinden yoksun kaldığı günlere hayıflanır gibidir.
Fırat, kabadayı arkadaşlarıyla annesini görmeye gelir. Selamlaştıktan sonra annesi Fırat’la üst kata çıkar. Bugün Çiğdem’in geldiğini söyler ona. Bütün ömrünü mahpus damlarında çürüten Fırat’a artık mürüvvetini görmeyecek miyim? diye serzenişte bulunur, ördüğü örgüleri önüne serer ve gözyaşlarına yenik düşer. Fırat başını duvara yaslar, sırtı kameraya dönük halde “Hatırlamaz mısın geçmiş günlerdeki oğlunu./ Biz onun bunun uşağı olmamak için ölümü göze almadık mı? ana” der. Annesi de “Aldın da ne oldu kimse seni sevmiyor. Herkes korkuyor. Herkes nefret ediyor senden. Arkadaşların bile sevmiyor seni. Ben bile…”sözleriyle karşılık verir. Fırat öfkeden deliye döner, ‘yeter artık yeter…’ diye bağırır. Annesi ‘püh senin kabadayılığına’ dedikten sonra üst üste birkaç tokat vurur Fırat’ın suratına. Anne yüreği dayanamaz o da ağlar, belinden sarılır Fırat’a. Yeraltı dünyasını titreten büyük Fırat feleğin tokadını yemiştir annesinden. Gani Turanlı’nın annesiyle yaşadığı bir olaydan esinlenerek çektiği bu sahnede Yılmaz Güney, annesi rolündeki Atav’a “Şükriye Abla, filmlik vurma tokadı, gerçek vur.” der. Fırat’ın tokatlandığı anın sahiciliği vizörün dışına taşar, insanı duygusal olarak sarsan bir deneyim yaşatır. Yönetmen Güney’in sekans planı kurgulama biçimi keza Şükriye Atav’ın muazzam performansı bu sahneyi sinema seyircisinin belleğine çiviler.
Fırat, telefonun bir ucundaki Çiğdemle konuşurken eli silahlı birkaç maganda onu pusuda bekler. Fırat, her biriyle yiğitçe çarpışır. Çiğdem’in ‘Fırat’ diyen sesi ahizeden yankılanır. Kabadayı arkadaşları onu olay yerinden alıp götürür. Arkadaşları “Sen büyük Fırat’sın senin ölümün bile şanına yakışır olmalı.” der ona şanlı bir ölümü layık görürler. Hayati, bacaksız ve diğerleri herkesi yargılayan ‘büyük Fırat’ı’ sorgu suale çeker. Fırat, suç ve şiddet tekelinin hüküm sürdüğü bu yeraltı dünyasına veda etmek istediğini açıklar. Ertesi gün kardeşi Ayşe kendi düğününde abisini, damat da Çiğdem’i dansa kaldırır. Gelin ve damat bakışarak anlaşır. Aynı anda Fırat ve Çiğdem’i baş başa bırakırlar. Silahlı magandaların karşısında eli kolu bağlı aşıklar kendinden geçerek dans ederler. Zira maço erkekliğin nişanelerini göğsünde taşıyan karakterlerin karanlık dünyasında aşk laf u güzaftır her zaman. Fırat, buna rağmen silaha karşı aşkı seçer.
Mafyatik ilişkiler, filmin mihenk taşını oluşturur. Pek derinleştirilmeyen kabadayı karakterler yer yer kısır bir döngüye hapseder izleyenleri. Fırat’ı öldürmeyi planlayan arkadaşları Parmaksız adında bir kiralık katil tutarlar. Fırat’ın kaldığı otele gelen adam boynundaki ‘Bay Fırat’ yazılı küçük kara tahtayla zangır zangır titreyen zil sesiyle ilerler. Fırat, lobide viski içerken karşılaşır peşindeki adamlarla, çabucak merdivenlerden inerek otelden ayrılır. Otelin bulunduğu yerden uzaklaşır, izini kaybettirir. Issız bir yerde gizlenen Fırat, peşindeki adamları kurşuna dizer. Doğruca ankesörlü telefondan Çiğdem’i arar, buluşmak için sözleşirler.
Günlerce bir köşke kapanır Çiğdem ve Fırat. Çiğdem Fırat’ın şakaklarındaki çizgileri sayıp durur. Çiğdem ‘Sen, ben ve silahın’ dediği sekansta Fırat’ı bir yol ayrımına sürükler yine. Çiğdem’in direngen ruhu sevdiği adamın yüzünü aşka döndürecek mi? Kim bilir Çiğdem kaç kez yalvarıp yakarmıştır. Vakti zamanında Fırat’la tanıştığı günü“12 Temmuz 1969/ Sevgili Fırat/Hayatımın en güzel temmuzu/Çiğdem” diye not düşer aynaya. Umutsuzluğa kapılınca aynanın üzerine çarpı koyar. Bu bağlamda aşkta unutmak var mıdır? sorusu belirir zihnimizde.
Fırat ve Çiğdem gerilim dozu yüksek bir kavgaya tutuşurlar. Dışarıda eli namlulu düşmanlar fırsat kollar. Fırat pencereden dışarıya bakar “ Çiğdem silahımı bırakırsam beni çok sevecek misin?/ Seni çok seviyorum.” der, silahı Çiğdem’in eline tutuşturur. Çiğdem’in ruhu masmavi bir mutluluğun sevinciyle dolup taşar. Büyük ve kudretli Fırat, bile bile kör kurşunların önüne atar kendini. Fırat aşkı için ölmeyi göze almıştır. Kurşun seslerine Çiğdem’in çığlıkları karışır. Fırat yere yığılır, hayata gözlerini yumar ve film biter. Nihayetinde Çiğdem ve Fırat’ın, aşkın akışkan ve belirsiz yolunda verdikleri zorlu mücadelenin sonu umutsuzluğun külüyle kavrulur. Umutsuzlar umudu sobeleyememiştir. Tüm bu anlatıya ek olarak sinema eleştirmenlerinin filmin devamı olduğuna yönelik görüşleri de epey merak uyandırır.
Güneyce bakışın yerleştiği imgeler evreni, toplumsal mücadelenin dinamiklerinden sinemanın tekilliğine dek uzanan topoğrafyayı bir uçtan bir uca kat eder. Bu yönüyle Güney kişisel tarihindeki dönüşümlerle birlikte Yeşilçam hafızasını ontolojik krizin içine sokar. Gündelik hayatın göbeğinde vuku bulan dehşet anlarına, minör anlatılara yalın hakikatle sırlanmış aynayı tutar. O ayna ki hakikatin gücü karşısında tıpkı Fırat’ın baktığı ayna gibi tuz buz olur.