Roberto Rosselini‘nin 1951 yılında çekmiş olduğu Europa ’51 sinema filmi üzerinden İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve aynı zamanda filmin toplumcu gerçekçiliği üzerinden yaşadığımız döneme dair fikirlerini irdelediğimizde, sinemanın zaman kavramının toplumsal gerçeklikle ne denli iç içe geçtiğini göreceğiz. İtalyan sinemasının gerçekçiliğinin özne olduğu ve bunun üzerinden imgelerin sekanslar halinde yer yer kopuk, kimi zaman geçişlerinde hızlı ama kurduğu gerçeklikten hiçbir zaman sapmayan halini görüyoruz. Buraları baz alarak Europa ’51 analiz ettiğimizde ortaya çıkan Avrupa’nın ve İtalya’nın savaş sonrası anatomisinden başka bir şey değildir.
Europa '51 Üzerine
Rosselli’nin dörtlemesinin son filmi olan Europa ’51’i izlediğimizde ekonomik olarak zengin olan ailenin tek oğlu olan karakteri ilgisizlikten dolayı intihar ettikten sonra anne üzerinde gelişen ve değişen durumların anlatır. Zengin bir İtalyan evinde başlayan film, İtalya’nın fakir mahallelerine, fabrikalarına, karakollarına en sonunda da akıl hastanesine kadar uzanacaktır. Savaş sonrası İtalya da yaşayan insanların kaderlerindeki fakirliği çocuğunu kaybetmiş bir annenin gözünden aktarır. Annenin oğlu öldükten sonra başka yaşamların olduğunu görecektir. Şans eseri İtalya’nın gettosunu gördüğünde şok olan kadının gözünden bizlere İtalya’da yaşamlarından haberi olmayan başka bir toplumun olduğu izlemini verecektir. Kamera bizlere blok evleri gösterdikçe görünen şey, tek odalı evlerin içlerinde ileri de savaşta ölecek, bakımsızlıktan verem olup ölecek, en sonunda suçlu olarak hapishaneler de ölecek insanlardır. Blok evlerin duvarlarla çevrili olmasına rağmen ölüme, zorbalığa dair ne varsa göreceğizdir. Hiçbir gerçekliğin önüne çekilem duvar görmemize engel değildir. Bunu Andre Bazin şu şekilde açıklayacaktır. ”Önceden deşifre edilmiş bir gerçeği temsil etmek yerime, Yeni Gerçekçilik daima muğlak, deşifre edilmiş bir gerçeği hedef alıyor” (G. Deleuze Zaman ve İmge s.9) Bu deşifre edilmiş olan şey anlatılan insanların kaderinden başka bir şey olamaz.
Anne yoksul ailelere yardımlarıyla çocuğunun acısını dindirmeye başladığında göreceğimiz şey yoksul halkın kaderini değiştirmek olmadığıdır. Hatta ana karakter onları mutlu ettikçe mutlu olmak yerine, onların acılarını yaşadıkça çocuğunun acısını dindirdiğini göreceğiz. Aslına bakarsak bu durumu biraz açtığımızda kendi acısını yaşayan kadın, başkalarının acılarını yaşadıkça bir nevi günah çıkarıyor oluşudur. Çocuğunun ölümünden kendini sorumlu tutan kadın yoksulluk içinde yaşayan insanlara dokunduğunda değişmeye başlayacaktır. Çünkü gördüğü şey mahkum insanların yaşadığını gördüğü sokaklardı. Arkadaşı için çalıştığı fabrikada gördüğü manzara karşısında şaşkın, yoksulluk karşısında anlamsız kalan sorgulamalar sonrasında her şey değişecektir. ” Başkalarına karşı duyduğum sevgi kendime karşı duyduğum nefretten doğuyor” demesi aslında geçmişte kendisine dair duyduğu sevginin gözünü ne denli kör ettiğini görürüz. Filmin anlattığı gerçekliği birkaç kelimeyle daha açarsak, filmin son sekanslarına doğru karakolla başı derde giren kadın akıl hastanesine yatırırlar. Yönetim kadına anlam vermekte güçlük çeker çünkü zengin bir insanın bunları yapmasına anlam veremezler. Sordukları ilk soru ”komünist misin?” olacaktır. Karakter ömür boyu akıl hastenesinde kalacağını öğrendiği gün zengin kocası ve ailesi arabayla umudu kadından kesip geri dönerken, yoksul halk kadının Azize olduğunu ilan edip akıl hastanesinin kapısında beklemesinin eşsiz anlamıtını görüyoruz. Yoksul halk anlatılanın kendi hikayesini görmekten çok kendilerine çoktan yeni bir kurtarıcı bulmuştular. Zengin bir annenin lüks İtalyan evinde başlayan hikaye ardından yoksul sokakların, aç ve dışlanmış insanların bir odalı evlerini, karakollarını, akıl hastanesinde son bulacaktır. Anlatılan şey politik bir yapı olmaktan çok yaşamın politik kısmını gösterecektir. Anne bir çocuğa ne olacağını sorduğunda alacağı cevap filmin en başından beri anlattığı şeyin karşılığı olacaktır. Çocuk büyüyünce ”Suçlu” olacağım diyecektir…
Sinema, Sinemamız
Sinemanın kendi koşullarında özgür bir alana ihtiyaç duysa bile en önemli şeyin cesaret olduğu gerçeğini görmezlikten gelemeyiz. Var olanı tüketmek yerine üretimin içinde yeni başlangıç atılımlarını yapmak cesurcadır. Bu anlatımın nasıl olduğu, hangi açılar ve tekniklerle değil nasıl anlattığına bakmak gerekir. 1951 yılında yoksulluğu blok evlerin tek gözlü odalarında izleriz. Bu evler halen vardır. Fark yolları asfalttır ve 1+0 evlerinin içinde banyo ve mutfak aynı yerdedir lakin mutfak denilen yerin adı Amerikan’dır. Adı Amerikan olup özgür olan ne vardır! Artık var olan bu gerçeklikten uzaklaşan sinemanın taşra gerçekliğine itilip ahlak, erdem üzerine sıkıştığı gerçeğini görmek gerekir. Bu gerçek tüm gerçeklikten uzak sadece duygular üzerinden insanı değerlendiren ama insanı insan yapan diğer tüm koşulları hiçsizleştirmek ve hissizleştirerek yapılması acı vermektedir…