Luis Bunuel, Bergman ve Kierkegaard
Kierkegaard’ın felsefesinde yapmaya çalıştığı şeyi Bunuel ve Bergman da sinemada yapmaktadırlar. Kierkegaard felsefesi aracılığı ile okuyucuların içlerinde sakladıkları kişilikleri ile yüzleştirirken Bunuel ve Bergman da yapmış oldukları filmler aracılığı ile seyircilerin id bölgelerinde yıllarca baskılamış oldukları güdüleri ve dürtüleri ile yüzleştirirler.
Kierkegaard 1843 yılında Victor Eremita takma adıyla yayınlamış olduğu Ya Ya Da adlı kitabında karşımıza çıkan karakterler, okuyucuların kendilikleri ile yüzleşmelerini sağlayacak birer araçtır. Aynı şekilde Bunuel ve Bergman’ın sinemasında görmüş olduğumuz karakterler de seyircilerin id bölgelerinde sıkışıp kalmış olan kişiliklerinin beyaz perdeye aktarılmış, projekte edilmiş halidir. Bergman ve Bunuel’in filmlerinin bu kadar rahatsız edici olmasının sebebi ise insanların id bölgelerine çomak soktukları içindir. Seyirciler yıllarca baskılamış oldukları güdülerini ve dürtülerini, herkesten saklamış oldukları kişiliklerini karşılarında bir beyaz perdeye aktarılmış bir şekilde görünce ya korkarlar ya tedirgin olurlar ya da kendilerinden iğrenirler. ‘Ya’ Wilhelm olduklarını düşünürler ‘Ya Da’ Johannes olduklarını görürler.
Bunuel ve Bergman insanların kendiliklerine dair uydurmuş oldukları hikayeler ile yaşadıklarını bildiklerinden dolayı onları uyandırmak adına, benliklerine dair bir yolculuğa çıkarmak için filmler çekerler ve bu filmler karşısında seyirciler kişiliklerine dair uydurmuş oldukları yalanların farkına varırlar. Bu farkındalık beraberinde varoluşsal bir sancıyı getirir. Her yüzleşme kaygıyı doğurur. İnsan kaygıdır der Kierkegaard, kaygılı olmanın bir iyi bir kötü yanı vardır ve insanın bu süreçte kendisini tekrardan seçebilmesi için kaygının iyi tarafına yoğunlaşması gerekir. Eğer kötü tarafında insan takılı kalırsa Kierkagaard’ın dediği üzere kendisini seçme cesareti gösteremeyeceği için bunun adı ölümdür, önemli olan kendini seçebilme cesaretini yeniden gösterebilmektir, bunun yolu da kaygı halinden sonra hala kendinize ve dünyaya karşı bir umut besleyebilmekten geçer, eğer kendinize karşı bir umudunuz yoksa, kendinizi tekrardan yaratamazsınız sonucunda sadece bir et yığını olarak ölene kadar her gününüzü tekrar ederek yaşamak zorunda kalırsınız.
Bunuel ve Bergman bir nevi yapmış oldukları filmler ile seyircinin tekrardan kendilerini yaratmalarını hedeflemektedirler, filmleri seyircinin tekrardan kendilerini seçebilmeleri ve kendilerine karşı umut besleyebilmeleri için birer motivasyon kaynağıdırlar, filmleri seyircinin gerçeğe doğru harekete geçmeleri için onları güdüler. Evrensel bir gerçek ile karşılaşmalarını arzu etmezler çünkü Kierkegaard’a göre nasıl ki felsefe öznel bir hakikati bulabilmek için bir materyal ise sinema da öznel bir hakikati bulabilmek için bir aracıdır, amaç ortaya absürt kahramanlar çıkarmaktır çünkü bizler artık postmodern bir dünya içerisinde yaşadığımız için bu yeni düzenin insanlardan beklediği ise kendi incilini yaratma cesaretidir. Artık anlamın evrensel olmadığı ilişkisel olduğu bir dünyada yaşadığımız için gerek filozoflar olsun gerek yönetmenler olsun insanlardan bekledikleri şey hakikat değil yorumlardır.
Luis Bunuel sineması erotizm ve ölüm üzerine inşa edilmiştir. Bu iki kavram her ne kadar birbirlerine zıt olarak görünse de Freud’un da belirttiği gibi yaşam devam ederken insanın kendisini ölüme götürecek olan davranışlarda bulunması libidosunu oluşturur ve libidonun erotik bir tarafı da mevcuttur, Bunuel özellikle de filmlerinde şu çizgiyi takip eder; erotiksel bir başlangıç ve kötü bir son.
Bunuel ve Schonpeahur
Belki de bu çizgide Bunuel’in bize anlatmak istediği şey ile Schonpeahur’un bize anlatmak istediği şey aynıdır. Schopenhauer, Proudhon’nun söylemiş olduğu şu sözü felsefesinin bir bölümünde geniş çaplı bir şekilde ele almıştır; Sonsuz Hazzın, sonsuz hızın ve sonsuz kazanç isteğinin sebebi ahlaksızlıktır. Schopenhauer’a göre eğer biz hazlarımıza değil hazlarımız bize egemen olursa karakterli bir hayat süremeyiz, doğru bir yolda ilerleyemeyiz, isteklerimiz ve arzularımızın peşinden bir o yana bir bu yana savruluruz ve acı çekeriz. Schopenhauer’ a göre acı çekmemizin sebebi arzularımızın çemberini daraltmadığımız içindir. Evet kozmik irade ıstıraplar ile doludur ancak Aristoteles’in de ifade ettiği gibi dünyada hoş olanın peşinden değil daha az acı verenin peşinden koşmamız gerekir ve Bentham’ın aksine Schopenhauer’ a göre dünyada daha az acı çekmemiz için yapmamız gereken tek şey arzularımızı dizginlemeyi öğrenmemizdir .
Bunuel’in filmlerinde görmüş olduğumuz karakterler ise Schopenhauer’un söylediklerine kulak asmadıkları için arzularının peşlerinden gitmeyi tercih ederler ve günün sonunda kendilerini ıstıraplar ile dolu olan bir çukurun içerisinde bulurlar. Özellikle biz bunu Belle de Jour, Viridiana, Él, That Obscure Object of Desire adlı filmlerinde apaçık bir şekilde görmekteyiz.
Belle De Jour
Belle De Jour filminde karşılaştığımız kadın karakterimiz ile kraliçe Masselina arasında büyük bir benzerlik vardır. Her iki karakterimizde bulundukları konumdan dolayı benliklerinde yatan istekleri bastırarak, içerisinde yaşadıkları sınıfın beklentilerine göre kendilerine bir karakter yaratmışlardır ve bu namuslu, dürüst karakterin arkasında birer fahişe yatmaktadır.
Severine karakteri modern insanı yansıtmaktadır, modern insan toplumun kendisinden beklentileri üzerine karakterini ve hobilerini hatta cinsiyetini oluşturur. Bugün cinsiyetin üzerine roller biçen toplumun kendisidir, kadın olmak beraberinde sadece anne ve eş rolünü getirmiştir ancak tarihsel süreçler ilerledikçe kadın cinsiyetine yeni roller yaratılmış hatta bir ara insanlıktan dahi çıkartılmıştır, eğer kadınlara sadece cinsiyetlerini bırakırsanız onların rollerini belirleyen erkekler olur, kendileri değil.
Severine bir burjuvazidir, kocası ile cinsel hayatı pasiftir. Ancak bu pasifliğin altında yatan sebep eşini sevmiyor oluşundan kaynaklanmamaktadır, kendiliğine yatırmış olduğu cinsel arzuları bulunduğu sınıfa aykırı ve abes olduğu için, isteklerini ve beklentilerini dışarıya projekte ettiği zaman kocası tarafından hor görüleceğini, aşağılanacağını düşündüğünden dolayı, sırf karı koca olduklarından için yemek yemek gibi cinsel ilişkiyi sıradanlaştırmak istemediğinden ya hep ya hiç felsefesini benimsemiştir .
Severine, içerisinde yatan cinsel isteklerinin alt sınıfa ait olduğunun farkına varır ve Freud’un da ifade ettiği gibi baskılanan dürtüler ölmezler eninde sonunda bir çıkış yolu bulurlar ve bu çıkış yolu da Severine için bir genelevdir.
Severine bir gün geneleve gider ve orada çalışmak istediğini beyan eder, kabul edilir ve orada çalışmaya başlar. Bir yandan fahişelik yaparken bir yandan ise burjuvazi olmayı sürdürür, baskıladığı tüm dürtüleri sonunda dışarıya atabilmektedir ancak bu boşaltma eylemi hiç şüphesiz beraberinde bir rahatlama getirebileceği gibi bir kaygı durumu korku durumu da yaratır. Bu korku ve kaygı durumu insanın içerisinde bulunduğu konuma ve psikolojisine göre değişiklik gösterir, Severine’nin korkusu kocasına veya arkadaşlarından birine genelevde yakalanmaktır. Ve hiç şüphesiz ki zavallı insanoğlu korktuğu her şeyle illa bir gün karşılaşmak zorunda kalır. Karşılaştığı adam ise bir zamanlar onunla birlikte olmak isteyen soylu bir insandır ve artık onunla olabilme ihtimali vardır ancak soylu karakterimiz bir zamanlar arzuladığı kadını şimdi fahişelik yaparken görünce ondan tiksinir çünkü o da artık herkes gibidir, herkes gibi kolay ulaşılabilecek, kolay elde edilebilecek bir pozisyondadır, yani elde edilebilme cümlesi bize şunu ifade etmesi gerekir; Severine artık bir insan değildir artık bir metadır, tıpkı paranın fahişesi olanlar gibi.
Unutulmamalıdır ki elde etmek istediklerimizin fahişesi olabiliriz ve Schopenhauer’un da dediği gibi; sahip olmak istediklerimizi elde ettikten sonra elimizin altındakilere karşı kayıtsızlaşırız.
Severine günlerini korku içerisinde geçirirken genelevde ona saplantılı bir şekilde aşık olan alt sınıftan bir adamla da başı beladadır. Ancak Severine bu adamı sevmektedir, sevmesinin sebebi ise kendi cinsiyetinin erkek versiyonunu karşısında gördüğü içindir, bir bütünlük vardır ancak bir bütün olmak sıkıcıdır, farklılıkların olmaması ve aynılaşmanın olması farklı perspektifleri görmeyi engelleyeceği için ilişkide küçük bir sürü modeli oluşturur veya Heidegger ‘in değimi ile bir yığın modeli. Severine bunu fark edince kocasına geri dönmek ister ancak zaten kocası onun kendisinden hiç kopmadığını düşünmektedir, zavallı burjuvaziler cepleri paralar ile dolu olunca hayatlarının kusursuz, mükemmel ve namuslu olduğunu sanıyorlar .
Rembrandt’ın savurgan oğlu gibi Severine de kocasına döner ve sınıfının ona biçmiş olduğu rolleri harfiyen gerine getirmeye başlar. Kocasına geri dönmesinin sebebi ise ‘günah çıkarmaktır‘. Kocasının ve içerisinde yaşadığı sınıfının, cinsiyeti üzerinden beklentilerini karşıladığı zaman yapmış olduğu günahların affedileceğini düşünmektedir. Elmayı ısıran Havva’nın dünyada Adem’e yemek yaparak, çocuk doğurarak günahından arınacağını ifade eden Hristiyan öğretisine oldukça bağlı olan burjuvazi sınıfı, bir kadın günah işleyince kocasını Kudüs’ü ilan etmesi gerektiğini düşündüğü için, Severine de günahlarından arınabilmek için ev işleri yapmaya başlar. Buradan da açıkçası Luis Bunuel’in ‘ev hanımlığı‘ ile ilgili fikirlerini biraz kestirebiliriz gibi gözüküyor, daha doğrusu Batı toplumunun 🙂
Severe’nin kocası bir kaza sonucu kör olur ve karakterimiz kocasının kör olmasına içten içe sevinmektedir çünkü artık kocasının ona ihtiyacı vardır ve bu yüzden fahişe olduğunu öğrense bile onu boşamayacak, umursamayacaktır. Severine rahatlamıştır ancak erken rahatlık gelecek olan sıkıntılı günlerin habercisidir.