80’lerde çocuk olmak demek, Pazar sabahları erken kalkıp TRT 1’de Voltran çizgi filmini izlemek, saat 10.00’ı vurduğunda da Western Kuşağı ile hayallere dalmak demekti. John Wayne kasabaya iner, Kızılderililer bağırarak saldırır, kasabanın şerifi revolverini çeker, iyiyle kötü net çizgilerle ayrılmış olurdu; kötüler ya Meksikalı haydutlardı ya da yüzü boyalı, vahşi Kızılderililer. Finalde bir düello, tabii ki kahramanımız düelloyu kazanmış, güneş batarken de atına binip ufka doğru uzaklaşırdı… Ve THE END… O filmlerin tadı hâlâ damağımızda, değil mi? Ama o tat artık yok, çünkü dünya değişti, biz değiştik, sinema değişti ve elbette Western de değişmek zorunda kaldı. Son yirmi yılda tür öyle sessiz bir evrim geçirdi ki, artık tanıdığınız kovboyu tanıyamaz hale geldik.
1980’lerde izlediğimiz Western’lerde (1950-80 arası çekilmiş filmler) kasabadakiler hep masumdu; Kızılderililer ise hep kötü’ydü, çünkü hikâye beyaz adamın gözünden anlatılıyordu. Bugün aynı filmleri izlediğimizde içimiz burkuluyor; çünkü artık biliyoruz ki o “vahşi” diye gösterilen insanlar kendi topraklarını savunuyordu. Özgür atlara zincir vuruluyordu; ağaçlar kesiliyor, altın aramak için sular kirletiliyordu. Modern Western işte tam da bu vicdan rahatsızlığını merkeze alıyor. Artık Kızılderili kötü değil, çoğu zaman mağdur ve haklı. Wind River’da (2017) Jeremy Renner’ın avcısı, öldürülen bir Kızılderili kızın intikamını arıyor; karlı Wyoming’de donmuş ceset bulunduğunda “burada kimse umursamaz” diyor, çünkü o topraklarda yerli bir kızın hayatı kimsenin umurunda değil. Yönetmen ve senarist Taylor Sheridan bu filmle eski Western’in en büyük yalanını yüzümüze çarpıyor: “Vahşi Batı aslında vahşetin ta kendisiydi.”
Western’deki değişimle birlikte “kötüler” de şekil değiştirdi. Eskiden kötü, siyah şapkalı ve sakallı, o da olmazsa Meksika aksanlı bir hayduttu. Şimdi kötü ekonomi-politik sistemin kendisi. Hell or High Water’da (2016) iki kardeş banka soyuyor ama bu kez kötü olanlar bankalar; çünkü ailenin çiftliğini ipotekle yuttular. Chris Pine ve Ben Foster’ın soygunları intikam, Jeff Bridges’ın şerifi ise eski düzenin son temsilcisi. Kötünün artık yüzü görünmüyor; kötü kredi faizleri, kötü emlak şirketleri, kötü devlet politikaları…
Jane Campion, The Power of the Dog’da (2021) Montana çayırlarında başka bir hesaplaşma kuruyor. Benedict Cumberbatch’in Phil Burbank karakteri klasik Western’in “sert kovboy”unun en karanlık hâli: Homofobik, toksik, kardeşini ve gelinini psikolojik işkenceyle ezen bir adam. Campion bize şunu söylüyor, “Eski Western’in kahramanı aslında çoğu zaman bir zalimdi.” Bunu anlatırken de o kadar başarılıydı ki 12 dalga Oscar adayı oldu; En İyi Yönetmen heykelciği de boşuna değil; çünkü Campion, kovboy efsanesini içinden çökertmeyi başarabilmiş bir yönetmen.
Chloé Zhao, The Rider’ı (2017) çekerken gerçek bir rodeo kovboyunu oynatmış; atından düşüp sakat kalan genç adamın hayallerinin yıkılışını belgesel tadında anlatıyor. David Lowery, The Old Man & the Gun’da (2018) Robert Redford’a son başrolüyle veda ederken, yaşlı bir banka soyguncusunun son dansını zarif bir tebessümle sunuyor. Her iki filmde de ortak nokta: Kahraman artık yenilmez değil, kırılgan.
Dünya da Western’i sahiplendi, dört bir yandan yeni sesler geldi. Avustralya’da Warwick Thornton, Sweet Country’de (2017) 1920’ler çölünde bir Aborjin’in adalet arayışını anlatıyor; beyaz adamın mahkemesinde yargılanan yerli, eski Western’in “kötü Kızılderili”sinin ta kendisi. Brezilya’da Bacurau (2019) uzak bir köyü dış tehditlere karşı topluca savunuyor; bu kez revolver yerine makineli tüfek var. Güney Kore’de Kim Jee-woon The Good, the Bad, the Weird (2008) ile yer yer mizahi bir anlatımla Mançurya çöllerinde çılgın bir kovboy üçgeni kuruyor. Denis Villeneuve, Sicario’da (2015) Meksika sınırında kartellere karşı savaşırken, eski Western’in “Meksikalı haydut” klişesini tersine çeviriyor; artık en korkutucu olan sistemin ta kendisi.
Evet, 1980’lerdeki o saf, masum Western tadı artık yok. Ama bu tat artık mümkün de değil. Dünya griye boyandı; iyiyle kötü iç içe geçti. Kızılderililer’in kötü olmadığını öğrendik, çoğu zaman haklılar, hatta dünyanın gidişatına bakarsak yakın bir gelecekte o meşhur Kızılderili atasözünde dendiği gibi paranın yenmeyen bir şey olduğunu da anlayacağız. Kötü, artık siyah şapkalı bir adam değil, görünmez bir sistem, kapitalizmin kendisi. Atlar artık koşmuyor, elektrikli otomobillere dönüştüler. Modern Western bize şunu söylemeye çalışıyor olabilir: “Kovboylar ölmedi, sadece aynaya bakmayı öğrendi.” Ama bence kovboylar öldü, ölmeliydi de, fakat yerine daha iyi birileri de gelmeliydi. Peki, geldi mi? İşte bu çok büyük bir muamma.





