Ken Loach sinemasında şehrin kaldırımlara ve arka sokaklara kustuğu insanları ele alır. Devlet ve toplum tarafından unutulmuş ve düzene ayak uyduramadıkları için düzen tarafından belli başlı nitelendirilmelere mahkum bırakılmış insanları filmlerinde işleyen Loach, tıpkı edebiyatta olduğu gibi sinemada da hem hissizleşmiş hem de hiçsizleşmiş olan insanları beyaz perdeye aktarır. Kapital sistemin gecekondulara, parklara ve karavanlara terk etmiş olduğu insanların, var olduklarını gösterebilmek adına filmler çeker. Onun amacı yok sayılanların varlıklarını tanıtmaktır. Yok sayılan ‘normal’ insanların gündelik hayatta yaşadıkları zorlukları genellikle ‘orta sınıftan’ oluşan seyirci kitlesine gösterir. Farkındalık yaratmak adına eline kamerayı alır ve sinemasının üst sınıfın ideolojisi olmadığını çekmiş olduğu filmler ile göstermeye çalışır. Filmlerinde görmüş olduğumuz göçmenler, siyahiler, sarı ırka sahip olanlar, Batılı olmayanlar, Müslümanlar, alt sınıftaki insanlar adeta dünyaya fırlatılıp atılmış gibidirler. Biz bu kavramı Heidegger, Camus ve Sarte felsefesinde görmekteyiz, benim burada bu kavramı kullanırken referans aldığım felsefe ise Camus’nun felsefesidir.
Camus tıpkı diğer Varoluşçu filozoflar gibi insanın dünyaya fırlatılıp atılmış olduğunu düşünmektedir ancak bu düşüncesini farklı argümanlar ile temellendirmektedir. Camus insanın yaratılmak için herhangi bir amacı olmaksızın var olmaya mahkum edildiğini söylemektedir ve bu durumun oldukça absürt olduğunu dile getirir. Var olmak için insanın herhangi bir nedeni yokken var olmaya mahkum bırakılmıştır bu yüzden hayatın bir amacı var mı gibi sorular oldukça absürttür veya saçmadır. Saçmadır kelimesini burada kullanırken referans aldığım kaynak ise Sarte’ın felsefesidir. Sarte ne insanın kendi başına saçma olduğunu ne de dünyanın kendi başına saçma olduğunu söyler, saçma olan ikisi arasında ki uyuşmazlıktır. Peki günümüzde, yaşadığımız çağda insan ile dünya arasındaki uyumsuzluğa sebep olan ve bir saçmanın doğmasına neden olan olgu nedir? Kapitalizm ve modernite.
Kapitalizm insanı dünyanın tam karşısında konumlandırır. İnsanın düşünmesini değil sadece itaat etmesini ister. İnsanın içerisinde yaşamış olduğu düzene karşı neden sorusunu sormasını istemez bu yüzden ona cevaplar, seçenekler ve sorular yaratır. İnsan hayatı boyunca özellikle de beyaz yakalı ise kapitalizmin ona sunmuş olduğu seçenekler arasından seçim yapar ve seçim yapabildiği içinde kendisini özgür sanır, oysa ki asıl özgürlük kendi seçeneklerini ve cevaplarını yaratabilme cesaretidir. Soru sormak cesaret ister der Kierkegaard, ancak bu çağ korkakların çağı olduğu için herkes sistem tarafından icat edilmiş sorular ile yetinmektedir. Hiç kimse ne varlığına karşı ne de içerisinde yaşadığı düzene karşı ne de karşı karşıya kaldığı normlara karşı ‘neden’ ‘nasıl’ ‘niçin’ sorusunu yöneltmekten acizdir. Çünkü bu çağ daseinlerin değil dasmanların çağıdır. Bu çağ estetlerin çağıdır, bu çağ düşünmeyi ve bilmeyi ihtiyaç olarak görmeyen köy düğünü tablosundan fırlamış olan insanların çağıdır.
Kapitalizm içerisinde yaşayan her bir insan yabancılaşmaya mahkumdur. Yabancılaşmaktan kurtulmak için birçok ‘izm’ çözümler üretmişlerdir. Benim bu konu hakkında referans alacağım ‘izm’ Ken Loach’tan dolayı ‘komünizmdir.’ Marx kapitalizm içerisinde yaşayan her bir insanın asla birey olamayacağını, alternatif dünya modelleri yaratamayacağını, kendisini gerçekleştiremeyeceğini, topyekun özgür olamayacağını, empati kuramayacağını ifade eder. Marx’a göre kapitalizm içerisinde yaşayan bir insanın ruhu afyonlaşmıştır. Benzer bir ifadeyi Deleuze da kullanmaktadır. Deleuze’a göre kapitalizm içerisinde yaşayan her bir insan şizofreninin etkisi altındadır. Çünkü kendi doğruları ile hareket etmek için sistem insana izin vermez, sistem insanın doğasına aykırı olan doğruları normal olarak göstererek insana para karşılığında kabul ettirir, bir nevi kapitalizm insanı ‘olduğundan’ uzaklaştırır. İnsanı olduğu gibi kabul etmez, kendi çarkını döndürebilmek için olması gereken profile yönelik çalışmalar yürütür. Bu yüzden kapitalizm sadece üretim ilişkileri ve biçimlerini değiştirip dönüştürmemiştir, insanın doğasallığını da değiştirip dönüştürmüştür.
Marx’a göre yabancılaşmadan kurtulmak için komünist veya ateist olmak yeterli değildir. Çünkü liberal düzen içerisinde komünist bir kimliğe sahip olmak Michel Foucault’un değimi ile heterotopyalık yaratır. Peter Bürger’in değimi ile eleştirinizi eleştirdiğiniz düzen içerisinde gerçekleştirirseniz günün sonunda onun bir parçası haline gelirsiniz. İstediğiniz kadar komünist bir kimliğe sahip olun ancak liberal bir düzen içerisinde yaşıyorsanız günü kapital olarak kapatırsınız. Bu yüzden Marx ilk başta Manifestoda ve Paris El Yazmalarında insanı kendi yalnızlığına terk etmiştir. İnsanın kendisini toplumdan ve düzenden tecrit etmesini ve bu şekilde yaşaması gerektiğini ifade etmiştir, çünkü henüz bir sosyalist rejim kurulmadıysa yabancılaşmadan ancak bu şekilde kurtulunabilinir. Ancak bu da imkansızdır çünkü Aristotales’in de ifade ettiği üzere insan sosyal kültürel bir canlıdır, ya da Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezlerinde belirttiği üzere insanın sadece biyolojik değil toplumsal kimliği de vardır, bir insan yaşadığı toplumdan kendisini tecrit ederek hayatına devam edebilmesi imkansızdır. Bu yüzden yabancılaşmadan kurtulmanın tek yolu komünist bir devrimden geçmektedir.
Ken Loach filmleri aracılığı ile bize doğal seçilim argümanının toplumsal hayatta da var olduğunu göstermeye çalışır. Bu yüzden ünlü İngiliz yönetmenin sosyal darwinist bir kimliğinin de olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu kimliğe sahip olması şaşılacak bir durum değildir çünkü yaşadığı ülke İngiltere’dir ve 1940’lı yıllara gittiğimiz zaman karşımıza çıkan Yoksulları Koruma Kanununa karşı direnen aktivistlerin isyanlarını dikkate alıp, bu isyanları Marx’ın ve Herbert Spencer’ın argümanları ile birleştirerek günümüzdeki İngiltere’de yaşayan kartonların arasına kusulmuş olan insanları filmlerinde anlatır. Aslında sosyal darwinizmi bir kağıt üzerinde anlatmaktan ziyade görüntüleyerek anlatmayı tercih etmiştir, bu bakımdan onun filmleri için bir felsefi öğretiyi anlatıyor demek yanlış olmaz zaten Khoust’un da ifade ettiği üzere postmodernite de sanat yoktur sanat adı altında sanatçılar felsefi argümanları ileri sürerler.
Peki sosyal darwinizm nedir?
Darwin evrim teorisini sistemleştirirken ortaya atmış olduğu doğal seçilim kavramı, doğada canlılar arasında bir mekanizma olduğunu ve bu mekanizmayı güçlüler ve zayıflar arasındaki mücadelenin döndürdüğünü ifade eder. Doğada güçlüler var olmaya, zayıflar ise yok olmaya mahkumdurlar. Darwin doğal seçilim adını vermiş olduğu bu mekanizmayı bilimsel bir temelde incelerken Herbert Spencer, Alfred Russel Wallace gibi isimler doğal seçilim kavramını bilimsel temelinden koparıp toplumsallığa kaydırarak, toplumsal hayatta da bu tür bir mekanizmanın olduğunu ifade etmişlerdir her ne kadar Darwin ‘ben böyle bir şeyden bahsetmedim’ dese de.
Nasıl ki doğada büyük balık küçük balığı yeniyor ise aynı işleyiş toplumsal hayatta da mevcuttur. Güçlü olanlar ve zayıf olanlar vardır. İşte Darwin’in ortaya atmış olduğu bu güçlü ve zayıf ilişkisi Hegel’in tarih felsefesine de etki yapmıştır. Hegel’e göre tarih galiplerindir ve tarihi galipler yazar, Tanrı kendi adını ve şanını yüceltmek için dönemlerde seçmiş olduğu ırka, devlete güç verir, Tanrı’nın gücünü almış olan bu ırk veya millet sürekli olarak galip gelirler, ve Tanrı tarafından seçilmeyen millet veya ırklar ise mağlup olmak zorundadırlar ve onlar Tanrı tarafından seçilmedikleri için de tarih kitaplarında yer dahi edinmemelidirler.
Darwin’in ortaya atmış olduğu daha sonra Spencer tarafından toplumsallıkta temellendirilen doğal seçilim kavramı belli dönemlerde kötü niyetli insanlar tarafından ideolojilerine hizmet etmek amacı ile kullanılmıştır. Örnek verecek olursak bunlardan bir tanesi Hitler’dir. Hitler T4 deneylerini gerçekleştirirken referans aldığı kaynak doğal seçilim argümanıdır.
Doğal seçilim hiç şüphesiz ki toplumsal hayatta da varlığını sürdüren bir mekanizmadır. Tarihi süreçler içerisinde büyük balıkların ve küçük balıkların isimleri değişmiş olsa da her daim ezilen ve ezen ikiliği mevcuttur. Günümüzde ezen sistemdir çünkü patronlar veya iş adamları her neyse onların kendi başlarına bir kimlikleri yoktur sistem içerisinde eriyip gittiklerinden dolayı patronlar da tıpkı fabrikadaki işçiler gibi ezilen sınıfına girmektedirler. Ancak bu ezilen sınıf içerisinde en çok ezilen gruplar ise; beyaz olmayanlar, batılı olmayanlar, Hristiyan olmayanlar, erkek olmayanlardır. Göçmenler, siyahiler, sarı ve kırmızı ırktan olanlar, Müslümanlar ve Yahudiler, kadınlar doğal seçilim mekanizması içerisinde küçük balığı işaret etmektedirler. Özellikle saymış olduğumuz bu kimlikler, sahip oldukları kimliklerin azınlıkta olduğu bir yerde yaşıyorlar ise büyük balık olmalarına asla imkan yoktur. İşte bu imkansızlığı Ken Loach filmlerinde dile getirir. Mevcut kimlikleri tarafından ‘azınlığa’ itilmiş olan insanların çaresizliklerini ve yalnızlıklarını, parasızlıktan nasıl yanlış yollara başvurduklarını gösterir. Nasıl ki Orta Çağ’daki filozoflar ontolojik olarak sadece iyinin olduğunu kötünün iyiliğinin yokluğunda ortaya çıktığını söylüyorlar ise ben de kapital sistem içerisinde ontolojik olarak sadece var olanın para olduğunu ve paranın yokluğunda kötülüğün ortaya çıktığını çünkü paranın mutlak iyi olduğunu söylüyorum, aynı şekilde Loach da filmlerinde bunu dile getiriyor.