Orijinal adıyla “Das Leben der Anderen” filmi 2006 yılında senaryo ve yönetmenliğini üstlenen Florian Henckel von Donnersmarck sayesinde vizyona girmiştir. Doğu Almanya sorunlarını ele alan bu film, vizyona girdiği süre ile birlikte adeta sinema dünyasını yerinden oynatmıştır. Tabii bu sırada Batı Almanya’nın harika bir şekilde gösterilmesi de linç konusu olmuştur. Filmde temada her ne kadar bir çiftin hayatı konusu ele alınıyorsa asıl konuya sadık kalınmış, politik kısmında da izleyiciye başarılı gözlemler aktarılmıştır. Spoi vermeden kısaca bahsetmem gerekirse: Wiesler ve amiri Yarbay Grubitz, bir tiyatro oyununda oyun yazarı Georg Dreyman’ın bir konuda suçlu olduklarını düşünerek onu takibe almaya karar verirler. Bu kapsamda Weisler, Dreyman ve oyuncu sevgilisi Christa-Maria’nın evlerine geniş ölçüde bir takip sistemi kurarlar ve evde geçen her olayı saniyesi peşinde dinleyerek her güne rapor çıkarırlar. Bu inceleme yazısında filmde etkilenmiş olduğum replikleri temaları üzerindeki yerini açıklayacağım.
“Yazarlar ruhun mühendisidir.”
Günümüz dünyasında yazarlar hiç görülmüyor bile. Oysa şu anda ekranına baktığımız teknolojik aletin görünümünde bile sağda veya sol tarafta “yazılı” metinler görüyoruz. Yani yazmak, anlatmaktan sonra en önemli iletişim aracıdır. Yazarak bilgiler öğretebilir, olaylar anlatabilir ya da şimdiki gibi siz değerli okuyucular için şahane bakış açıları sunulabilir. Dünyadaki bütün yazarlara baktığımızda hepsinde şöyle bir ortak özellik vardır: etkilendikleri olayları kendi zamanlarında, kendi üsluplarıyla anlatmak. Freud’dan psikolojiyi, Shakespeare’dan aşkı, Sokrates’ten felsefeyi gördük ve öğrendik, değil mi? Bu değerli yazarların hayatları da mükemmel geçmemiştir lakin yazmayı birer “sığınak” olarak gördüler. Yazmak onlar için kendilerini duyurma sanatıydı, onlar da layıkıyla yerine getirdiler ki eserleri günümüzde hala yaşamaktadır. Yazarlar gerçekten de ruhun mühendisleridir, eski zamanları alanlarında yetenekli üstatlardan dinlemek aynı zamanda tarihimizi de korumaktadır. Bir yandan insanların o zaman da ve şimdi de kötü olduklarını da kolayca görebiliriz. En çok savunduğum nokta da, yazmaktan ziyade okumanın daha değerli olmasıdır. Ünlü bir yazar %80 okumak, %20 yazmanın daha sağlıklı olduğunu düşünür. Bu fikir gerçekten de çok doğru bir fikir çünkü bir yazar ancak çok fazla okuduğunda çevresini iyi gözlemler ve kendisine daha iyi bakış açıları kazandırır. İlk sırada okumak, ardından yazmak bir yazarın kariyerini başarılı bir noktada zirveye bırakır.
“Ben kravatlı doğmuşum, savaşarak “burjuvazinin zincirlerinden” kurtuldum.”
Georg Dreyman’nın yazarlık serüveni çok heyecanlı geçmektedir, her ne kadar mükemmel bir geçmişe sahip olmasa bile kendi başarısını yazarak inşa etmiştir. Çünkü yazdığı her oyunda ve romanda toplumda yaşanan sınıflandırılmaları ele almıştır. Burdan Georg’un toplumcu gerçekçi bir yazar olduğunu ortaya koyabiliriz. Georg, yazarlık hayatında toplumcu gerçekçiliği korkusuzca göstererek başarılı olmuştur. Bu sırada sevgilisi Christa onu hep desteklemiştir. Christa onun oyunlarında başroller arasında yer alır ve mükemmel sahne şovuyla bütün salondaki izleyicilerin aklındaki düşünceleri baştan aşağıya çıkartabilir. Fazlaca yetenekli bir oyuncuydu, insanlar onu hep “başarılı bir oyuncu” olarak tanıyordu lakin aşk hayatında Georg’a hiç beklenmedik travmalar yaşatmaktadır. Georg önce bunun üstesinden gelemez çünkü o sarsıntıyı kafasından çıkaramamıştır. Sonucu ona her şeyi açıklamakla görmüştür. Bu noktadan çıkarmamız gereken durum şu olmalıdır: karşındaki insana ne kadar dürüst ve anlayışlı olursan, o da sana bu anlayışı yaşatacaktır.
“Lenin Beethoven’ın “Appassionata”sı hakkında ne dedi biliyor musun?
Bunu dinlemeye devam edersem devrimi tamamlayamam.”
Beni en çok etkileyen kısmı “bunu dinlemeye devam edersem devrimi tamamlayamam” sözü olmuştu. Müzik alanı da psikoloji açısından büyük ve unutulmaz bir terapidir. Müzik, insanın ruhuna iyi gelir ve bir nevi psikolojinin en güçlü kahramanıdır. Georg aynı zamanda çok iyi piyano çalmaktadır, kendisini yazarak ve piyano çalarak iyi hissettirmiştir. Eğlemek kavramı müzikle daha iyi anlaşılır hale gelmiştir. Çünkü insan istediği zaman fazlaca eğlenebilir ve mutlu olabilir. Müzik de bu noktada yardım eder. Bir melodi bile insan zihninde birkaç yaşanmışlıkları saniyesinde gösterir. Zihnimiz, bazen kaçmak istemediklerimizi başımıza bela haline dönüştürüp orada çokça biriktirir. Müzik melodileri de bu durumda bir hatırlatıcı kalabiliyor. Aslında fark etmesek de felsefe, müzik, yazmak ve dil hayatımızda çok büyü alanları kapsamaktadır. Bir nevi yaşamın temel yapı taşları bunlar diyebiliriz.
“Eskiden sadece iki şeyden korkardım: yalnızlıktan ve yazma yetimi kaybetmekten.”
Filmde en çok beğendiğim detay ise yazarlar hakkında doğru tespitler yapılmasıdır. Birçok yazar “yazmak” alanında kendisini istediği her şeyi duyurmak için çalışmıştır. Hatta onlar için bu iş çalışmak değil, bazen bir zorunluluk, bazen de hayat felsefesi başlığında toplanmıştır. Çünkü bir yazar istediği her işi dilediği an yapmaya başlar. Yazarların en özgür kişiler olmalarının sebebi de budur aslında, çok hızlı ve dikkatli bir şekilde yaşadıkları toplumu gözlemlerler ve bunun üzerine topluma ayna olmak adına gece gündüz yazıp dururlar, asla pes etmezler. Bir sanatçı nasıl sahneye çıkıp şarkısını dile getirebiliyorsa, yazar da kendi düşüncelerini sahnesinde topluma korkusuzca sunar. Bazen bir yazarın kağıtları yırtılır, karamalarla dolu olur ve çöpe dönüşür. Yazar bununla takılı kalmaz, yapmak istediğinin üzerine gider, onu başarmak için haftalarını bile verebilir. Yazar her zaman zihninde uyanık yaşar ve çevresine karşı dikkatli olur. İnsanların oyunlarına gelmemek ve toplumu ilerideki kuşaklara daha iyi anlatmak için…
Kaynakça
BALTA, E. E. (2023). Yaratıcı Yazmanın Akademik Düzlemde Ele Alınışı (İçerik Analizi). Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, 21(1), 357-382. https://doi.org/10.37217/tebd.1171431