Kapitalizm çarkının dönmesini sağlayacak olan seçenekleri insanların önlerine sunar. İnsanlar, sistem tarafından önlerine sunulan seçenekler arasından bir seçim yaparlar ve seçim yapmayı seçtiklerinden dolayı kendilerini özgür zannederler, ancak özgür değillerdir. Kendi seçeneklerini yaratan ve yaratmış olduğu seçenekler arasından seçim yapmayı seçebilen bireyler de özgür değillerdir, çünkü kendi seçeneklerini yaratan bireylerin, seçimlerini gerçekleştirebilecekleri alanları tayin eden yine sistemin kendisidir. Sistem, kendi seçeneklerini yaratan bireyleri ve kendi seçeneklerini yaratmayıp, üstüne kapitalizmin öne sürmüş olduğu seçenekler arasından da bir seçim yapmayı tercih etmeyen insanları şehrin kaldırımlarına, arka sokaklarına kusar. Kapitalizm, var olan cevaplar ile yetinmeyerek kendi cevaplarını yaratan bireyleri ve var olan cevapları reddedip, yeni cevaplar yaratmayan insanları sevmez, ve onları çeşitli şekillerde işaretleyerek, içerisinde yaşadıkları toplumlardan tecrit edip, bir başlarına bırakır.
Kapitalizm, kendi kaderini yaratmak isteyenleri ile kaderine mahkum olanları sınıflandırmaksızın, her ikisini de aynı mekanlar/ alanlar içerisinde varlamaya zorunda bırakır. İnsanların, burunlarının şapkalarını delip geçmesi yetmiyormuş gibi, sanki Tanrı’nın eline değebilmek için dikilmiş olan gökdelenlerden oldukça uzakta, faşist ve nazist bir yaklaşım ile kurulan gecekondu mahallerine, mülteci kamplarına, hurdacı sokaklarına, sistem tarafından bu insanlar fırlatılıp atılmaktadır. Belki insan dünyaya fırlatılıp atılmamıştır ancak dünyaya gelen her insan bir kez olsun sistem tarafından istemediği alanlara fırlatıp atılmıştır. Kaderine mahkum olanlar; sefalet, şiddet, bağımlılıklar yoluyla sistem tarafından soykırıma uğrarken, kaderini yaratmayı tercih eden insanlar ise; filmler, kitaplar ve argümanlar aracılığı ile sistem tarafından intihar etmeye zorlanmaktadırlar. Sistem, bedeninin midesini doyurmak isteyenlere uyuşturucuyu kurtuluş yolu olarak gösterirken, ruhunun midesini doyurmak isteyenlere ise intiharı kurtuluş yolu olarak gösterir, ve kitaplar, filmler hatta müzikler aracılığı ile intiharı romantikleştirerek, daseinleşmiş bireylere arzu nesnesi olarak ‘ölümü’ göstermektedir.
Kapitalizm; genosit ve antroposantrizm temelli bir ideolojidir. Kapitalizm, ne masa başı çalışma yerine ontolojik çalışmayı tercih eden bireyleri, ne de herhangi bir şekilde kendine ait zamanını para karşılığında satışa çıkartmayan, düşünmeyi ihtiyaç olarak görmeyen insanları atmosferinin altında barındırmak ister, bu yüzden soykırım kampı olarak nitelendirebileceğimiz; gecekondu mahallelerinde, kaldırımlarda, bu kategoriye giren insanları, entelektüel seviyelerine uygun bir şekilde toplumdan arındırır. Soru sormaya gereksinim bile duymayan insanları fakirlik ve bağımlılık yoluyla, yeni sorular yaratan bireyleri ise kitaplar, filmler aracılığı ile ortadan kaldırır.
Kapitalizm, öne sürmüş olduğu seçenekler arasından seçim yaparak çarkının dönmesini sağlayan insanları ise sabahın yedisinde postmodern gaz odalarına göndererek, sadece kaldırımdan kaldırıma geçen yürüyen askılıklara dönüştürür. Kapitalizm, bu insanlar üzerinden ise ‘herkesleştirme’ adı altında bir soykırım gerçekleştirir. Sistem, bireyselleşmenin değil herkesleşmenin taraftarıdır. Bruegel tablolarından fırlamış olan insanlar, soru sormaya cesaret gösteremeyeceklerinden ve var olan cevaplar ile yetineceklerinden dolayı, kapitalizmin çarkının dönmesine katkı sağlayacaklardır.
Kapitalizm, farklılığı sevmez, çünkü farkını fark eden insan farklı cevaplar arayışına gireceği için sistemi tehlikeye sokar, ve sistemde ‘sürdürülebilir bir ideoloji’ olmaya devam edebilmek için farklılıkları ortadan kaldırarak, aynıların sayısını artırmaya çalışır. Günümüzde, aynıların sayısı farklılardan daha fazladır, bunu şu şekilde anlayabilmekteyiz. Hamdullah Hamdi Kıyafetnamesinde, insanların kıyafetlerine bakarak düşünce tarzları hakkında fikir sahibi olabileceğimizi söylemektedir, bugün biz dışsal olarak aynalaşmış olan bir çoğunluk ile karşı karşıyayız, Hamdullah Hamdi’nin argümanını referans alarak bu gerçekliğe baktığımız zaman şu şekilde bir yorum getirebiliriz; dışsal aynalaşma, içsel aynılaşmanın habercisidir.
Pedro Costa sinemasında görmüş olduğumuz karakterler, kaderlerine mahkum edilmiş, arka sokaklara fırlatılıp atılmışlardır. İçerisinde bulundukları sefaletten ve acıdan, bir anlığına dahi uzaklaşmak için uyuşturucuya ihtiyaç duymaktadırlar. Mutluluğa ancak bedensel ve ruhsal bir uyuşukluk sonucunda erişebilmektedirler. Bilinçleri üzerinde tekrar hakimiyet kurdukları zaman ise, kozmik iradenin ıstıraplar ile dolu olduğunu ve ontolojik olarak sadece acının var olduğunu idrak ettikleri an, tekrardan bu gerçeklikten uzaklaşmak için, sistem tarafından hayatlarına tayin edilen arzu nesnelerine ulaşabilmek adına, bedenleri üzerindeki egemenliklerini para karşılığında takas ederek, sakinliğe ve huzura kavuşurlar. Genellikle bu arzu nesnelerine hava aydınlıkken ihtiyaç duymaktadırlar, çünkü gece olduğu zaman, karanlık; sefaletin ve tüm çirkinliklerin üstünü örten bir yorgana dönüşmektedir. İnsanlar, içerisinde bulundukları fakirliği ve aynada görmüş oldukları çirkinlikleri kısa süreliğine dahi olsa perdeleyebilecek unsurlara ihtiyaç duymaktadırlar, ancak gece olunca yeryüzüne hakim olan karanlık tüm eksikleri, sefaleti ve çirkinlikleri herhangi bir aracı madde olmaksızın, üstünü örtebilme kudretine sahiptir. Bu yüzden aslında, Costa’nın 2000 yapımı In Vanda’s Room isimli filminde görmüş olduğumuz karakter, hava aydınlandığında dahi, odasında bulunan iç perdeleri açma tenezzülünde bulunmamaktadır. Çünkü uyuşturucu alacak parası olmadığından dolayı, içerisinde bulunduğu yoksulluktan ve aynada görmüş olduğu çirkinlikten onu uzaklaştırabilecek tek bir şey vardır; o da karanlıktır.
Pedro Costa çekmiş olduğu filmler ile seyirciye ‘Acı gerçektir, mutluluk ise bir hayaldir.’ mesajını vermeye çalışmaktadır. İnsan istedikleridir, ve insanın isteklerinin bir sınırı yoktur, insan istediklerine sahip olduktan sonra onlara karşı kayıtsızlaşır ve sahip olamadığı nesnelere mutluluğunu tayin ederek onları arzulamaya başlar. Mutluluk her zaman ötekidir, ve insan her zaman mutluluğun başka bir yerde, başka bir nesnede, başka bir insanda olduğu inancı ile yaşayan, sahip oldukları ile bir türlü kendisini mutlu edemeyen, doyumsuz bir varlıktır. Mutluluk, elde edemediklerimizdir, bir sonrakidir. Ve bir insan, elinin altında bulanan nesnelerin aslında ihtiyacı değil istekleri olduğunu fark ettiği zaman, bunlarla ne yapacağını bilemediğinde mutsuzluğa sürüklenir. Çünkü an içerisinde sahip olmak istediği nesneye dair kendi zihninde ihtiyacı veya isteği olup olmaması noktasında bir değerlendirme yapmaz, ruhunun değil bedeninin midesi ile hareket ettiği için direkt onu elde etme iç güdüsü ile hareket eder. Ve nesneye sahip olduktan sonra ona duymuş olduğu arzu direk olarak sıfırlanır, çünkü o, sahip olmaktan çok sahip olabilmek için yaratmış olduğu süreçten haz alan estet bir varlıktır. Schopenhauer’un da belirttiği üzere, bu tür insanların varmak istediği bir son yoktur, bunlar arzularının ve isteklerinin peşinde bir o yana bir bu yana savrulurlar, amaç sahip olmakta değildir, sahip olmak için çıkılan yol onların için haz kaynağıdır, ve bu tür insanların herhangi bir amacı olmadığından dolayı karaktersizlerdir, der. Kierkegaard ise bu tür insanları ‘estet’ olarak tanımlamaktadır, bunlar seçim yapmayı seçememiş insanlardır, seçim yapmayı seçebilen insanlar arzuları üzerinde hakimiyet kurarak, bedenlerinin isteklerinin köleleri olmayanlardır, çünkü hazlarına söz geçiremeyen insanları yöneten kendilikleri değil arzulardır, ve onların seçimlerini belirleyende bu yüzden istekleridir, bundan dolayı estet olarak tanımlamış olduğu bu insanlar özgür değillerdir. Bir insan istekleri üzerinde hakimiyet kurar, ve önüne sürülmüş olan seçenekler arasından bir seçim yaparken arzuları belirleyici rol oynamazsa, ancak bu şekilde özgür olabilir, der. Pedro Costa sinemasında görmüş olduğumuz karakter ise, önlerine sunulmuş olan seçenekler arasından bir seçim yaparken onları yönlendiren istekleridir, bu yüzden özgür değillerdir. Fahişelik, hırsızlık ve satıcılık yaparak kazanmış oldukları paralar ile karınlarını doyurarak açlıktan ölmemeyi tercih etmek yerine, küflenmiş tavanların altında, yırtık giysilerinden, hurdacıdan almış oldukları koltuk takımlarından, sineklerden geçilmeyen odalarından uzaklaşmak için uyuşturucu satın almayı tercih etmektedirler.
Pedro Costa, mülteci meselesine de filmlerinde değinmektedir. Sözde ‘Medeni’ ülkeler, yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengin ve verimli olan ülkelerde, barışı, huzuru sağlamak ve demokrasiyi her yerde hakim kılmak adına, aralarında bir kara bağlantısı bile olmaksızın, kendilerinden epeyce uzakta olan yerlerde nizamı sağlamak için, sırf elinde kürek olduğu için bir çocuğu terörist sayma yetkisini sahip olan, kanlı saraydan aldıkları emirler doğrultusunda işgal girişiminde bulunurlar. Oldukça Batılı bir tarzda, soykırım gerçekleştirmeden önce kameranın kırmızı düğmesine basarak çocuklara çikolatalar, oyuncaklar, kadınlara ise güller dağıtırlar, kamera kapandıktan sonra çocuklar daha çikolatalarını yiyemeden, oyuncaklarıyla oynayamadan, henüz savaş ve barış kavramlarını bile algılama yetisine sahip olmadıkları halde, sırf ‘erkek’ oldukları için ve batılı, Hristiyan, beyaz olmadıklarından dolayı, babaları ile birlikte infaz sırasına girerler, ve kamera açıkken kadınlara dağıtmış oldukları güller, kimisinin eşinin, kimisinin babasının kimisinin ise çocuğunun mezarını süsler. İkiz Kuleler olayından sanki on beş yaşında ki Afganlı Hüseyin sorumluymuş gibi, annesinin ve babasının gözleri önünde kurşuna dizilir, sırf yaşadığı topraklarda petrol rezervi var diye Iraklı Mesk kardeşini doğurmaya mahkum bırakılır. Altın, Elmas, Kömür, insanların öz yurtlarında garip kalmalarına sebep olur, insanların kendi vatanlarında kendi dillerini konuşamaz hale gelmelerine neden olur, insanların kendi evlerinde, namusları ve şerefleri üzerinde hakimiyetlerini kaybetmelerine sebebiyet verir. Bir kez dünyaya gelen insan yaşamı yaşamaya mahkumdur, eğer siz insanların yaşamı yaşama mahkumiyetini ellerinden alırsanız, başka ellerin onların için tayin etmiş oldukları yaşamı yaşamalarına mahkum bırakırsınız, ve burada suçlu olan taraf mahkum olanlar değil mahkum bıraktıranlardır. İngiliz Merkezci Batı dünyası her daim, kendi çıkarına uyacak bir şekilde ülkelerin yaşam biçimlerini tayin etmiştir. Afrika, Orta Doğu gibi bölgelerde insanların yaşam alanları Batılı ülkelerce huzursuzlaştırılmasındaki nedenlerden birisi de; kendi ülkelerindeki, makine başına düşen işçi açığını, az bir bütçe ile kapatma isteğidir. Terörden, hastalıktan ve sefaletten kaçan insanlar, Batılı ülkelerde az bir ücret karşılığında, fabrikalardaki işçi açığının kapanmasını sağlarlar, devlet yeterli artışı sağladıktan sonra ise sokaklara polisleri salarak, gece kondu mahallelerinde, köpek kulübelerinde, terk edilmiş binalarda, kaldırımlarda, parklarda, umumi tuvaletlerde, hayatta kalmaya çalışan mültecileri yakalatır ve sınır dışı eder.
Batılı ülkeler ilk önce, ‘refah’ getireceğiz vaadi ile ülkeleri işgal ederler. İşgal ettikleri ülkelerde bulunan yeraltı kaynaklarını işlemek içinde bu sefer o ülkede yaşayan insanlara ihtiyaç duyarlar, bunun üzerine yurtlarında terörizmi arttırırlar, terörizmden kaçan insanlar ülkelerini işgal eden devletlere sığınırlar, az bir ücret karşılığında, canlarını ve sağlıklarını hiçe sayarak, kırmızı ve mavi rengin sürekli yer değiştirdiği bayraklar altında, kendi ülkelerinin yeraltı kaynaklarından elde edilmiş olan madenleri işlerler, seçimler yaklaştığında ise emperyalist devletler halkın gözünü boyaya bilmek ve oyunu artırabilmek için ortaya milliyetçilik kavramını atarlar, bu kavramın etkisi ile birlikte, gecekondularda, parklarda, köpek kulübelerinde, kaldırımlarda, umumi tuvaletlerde hayatlarını idame ettirmeye çalışan mülteciler birden kendilerini sınır dışında bulurlar. Mültecilerin kendi kaderlerini yaratabilme imkanları yoktur, mültecilerin kaderini belirleyen, onların ‘mülteci’ kategorisine girmesine sebep olan devletlerdir. Pedro Costa da keza bu perspektiften, mültecilerin kültürel ve etnik bağları ile ilgili filmler ele almıştır.