Ubi societais, ubi jus. “Nerde toplum varsa orda hukuk vardır” der eski latin atasözü. İbranilerin kutsal kitabında ise Ain takhat ain yazar. Göze göz anlamına gelen bu emrin roma hukukunda karşılığı lex talionis’tir. Bilinen en eski hukuk metinlerinden biri olan Hammurabi Kanunlarında da bu kısasa kıssas ile karşılaşırız. Günümüze gelene kadar ise hem adalet hem de adaletin tesis edileceği hukuk sistematiği birçok değişikliğe uğramış, ancak antik dünyadan hatta toplumun ilk oluşum aşamasından itibaren insanlık için en hususi, en önemli ve en gerekli ilke olagelmiştir.
İsmini bu adalet kavramından alan ve dilimize Hakikat ve Adalet olarak çevrilen “Tõde ja õigus” (Truth and Justice), Estonya edebiyatının önde gelen yazarlarından ve belki de en çok tanınanı olan Anton Hansen Tammsaare’ in aynı isimli romanından beyaz perdeye uyarlama. 1926 ile 1933 yılları arasında 5 cilt olarak kaleme alınan ve Türkçe çevirisi ne yazık ki halen bulunmayan bu eser, 19. Yy Estonya toplumunun ve kültürünün bir panoramasını sunmasının yanında, insanın doğayla, toplumla, Tanrıyla ve dolayısı ile kendisi ile olan mücadelesini ele almakta. Tammsaare, Vetepere doğumlu bir yazar ve kitabında da olaylar doğduğu yerde geçer. Hatta kendisinin doğduğu ev 1958’ den bu yana müze olarak işlev vermekte. Tammsaare’e ilham veren bölge ile filmdeki mekan seçimi Vetepere ile birebir örtüşür. Tanel Toom’ da ilk başta filmi bu bölgede çekmek ister ancak bölge eski doğallığından ve bakirliğinden uzak olduğu için filmi daha güneyde kalan Letonya sınırına yakın bir yerde çekmek zorunda kalır. Fakat filmdeki farklı mekanlar için seti sürekli başka bölgelere taşımak zorunda kalırlar. Estonya’nın en önemli, en nitelikli ve en meşhur metni olarak adlandırılabilecek bu eserin beyaz perde uyarlaması da izleyiciden büyük ilgi gördü ve kendi ülkesinde vizyonda tüm zamanların en çok izlenen filmleri arasına girdi. Tanel Toom ilk uzun metrajlı filminde olabildiğince mükemmeliyetçi bir tavır takındı. Hem mekanların oluşturulmasında hem dekor ve kostüm seçimlerinde tüm ayrıntıların dönemine uygun olmasına özel bir hassasiyet gösterdi.
Filmin Estonyalı izleyiciler üzerindeki tesiri (hele ki Tammsaare’ in eseri okunduktan sonra bu etki katmerli hale gelecektir) ile bizler üzerindeki etkisi asla aynı olmayacaktır çünkü bu eser Tammsaare’in Estonyalılara ayna tutmayı amaç edindiği bir başyapıt. Tabi bu durum Estonyalı olmayan sinemaseverler için filmi anlaşılmaz ve sıkıcı hale getirmiyor. Aksine hikayede ele alınan konular emek, adalet, doğa ve toplum içinde insanın durumu gibi evrensel başlıklar. Filmin süresi de iki saat kırk beş dakika olmasına rağmen tempo asla ağır değil aksine başarılı oyunculuklar ile birlikte hikaye izleyicinin dikkatinin dağılmasına asla izin vermiyor.
Film hikaye olarak nasıl bir rus romanını hatırlatıyorsa, görsel açıdan da Caravaggio tablosunu andırıyor. Zaten Tammsaare Çarlık Rusyası hakimiyetini ve Estonya Bağımsızlık Savaşını yaşayan bir yazar. Kitabında da bu dönemi ve dönemin ülkesi üzerindeki tesirini ele almakta. Hikayenin ana öznesi ve anlatımda odak noktası Andres. Andres, eşi Kroot ile birlikte tüm hayatını geride bırakarak köyde satılan ve kötü bir üne sahip çiftliği borçla satın alır ve tüm azmi, hırsı ve özgüveni ile doğaya, yaşama, topluma meydan okuyarak hayattan payına düşeni tırnakları ile kazıyarak almayı hedefleyen azimli ve inançlı bir gençtir. Çiftliğin kötü bir üne sahip olmasının sebebi ise komşu çiftlik sahibi Pearu’dur. Tamamen siyah bir şekilde betimlenen Pearu adeta şeytana pabucunu ters giydirecek nitelikte bir karakterdir. Film boyunca Andres ve Pearu arasında yaşanan anlaşmazlıklara, sürtüşmelere ve adalet arayışına ve bu adalet mücadelesinin Andres üzerinde yaptığı değişikliklere tanıklık etmekteyiz. Bu mücadele boyunca Andres’in en tutkulu dayanağı ve yol göstericisi de kutsal kitap İncil olmaktadır. Ve zamanla genç Andres çiftliğe yeni geldiğinde kafasına koyduğu, azmettiği, istediği çoğu şeyi başarmasının yanında, tüm şeytanlığına rağmen Pearu bile Andres ile mücadelesinde eksik kalmakta, zaman zaman pes etmektedir. Ancak Andres de artık eskisi gibi değildir. Başarmaya inanan, azmeden, mücadeleden kaçınmayan, adalet arayışındaki Andres gitmiş yerine başardıklarını muhafaza etmeye çalışan, sadece dışarıya değil ailesine karşı da buyurgan ve dikteye eğilimli, adeta Tanrısal bir kişiliğe bürünmüş katı ve ketum bir Andres gelmiştir. Filmde bu durumu eski arkadaşı, Andres’in kızına şu sözlerle belirtmektedir:
“Andres’i bu kadar kin ve öfke dolu yapan ne diye düşündüm. Pearu kötü olabilir ama baban çok daha beter. Bence sorun İncil. Başka bir şey değil. Basit bir adam Tanrı’nın sözlerini fazla okursa kalbi katılaşır. Tanrı’nın iyi olan sözleri de kötüye döner. Çünkü onlar insanların aklı için fazla güçlüdür. Güçlü bir alkol gibi. Bir kez tadını aldın mı tekrar bira içmek istemezsin. Artık diğer içkiler umurunda değildir. Aynı şekilde insan Tanrı’nın sözlerine alıştığında, diğer insanların sözlerini umursamamaya başlar.”
Andres, Pearuyla mücadelesinde önce mahkemede çözüm bulmaya çalışmış ancak sonrasında bu yöntem işe yaramaz hale gelince Tanrı’nın yol göstericiliğine başvurmuş ve sonucunda kendisini Tanrı gibi görmeye başlamıştır. Çünkü bu yol göstericilik sonucunda neredeyse lanetle anılan bir çiftliği adam etmiş, ailesini büyütmüş ve mücadelesinde muvaffak olmuştur. Fakat tüm bu başarılarına rağmen nasıl devam edeceğini bilemez bir hale gelmiş ve gidecek yeri kalmamıştır.
Andres’i bu hale getiren ne hırsı ne de inancıydı. Arkadaşının da dediği gibi adalet arayışındaki rehberi onu bu hale getirdi ve geri dönülmez bir noktaya sürükledi. Çünkü adaleti Tanrısal rehberlikle elde etmeye çalışmak, hukuku sistematiğinden çıkartarak kavramsal olarak aklı ortadan kaldırmaya ve mantığı geri plana düşürmeye sebebiyet veriyor. Bu mantık yokluğu yerini daha fazla duygusallık ile hareket etmeye ve insanı yaşamının her alanında karşılaştığı olay ve olguları değerlendirmede daha içgüdüsel davranmaya itmekte.
Tammsaare eserinde yer yer Andres üzerinden kendi toplumunu betimlemektedir. Ki bu betimleme günümüzde bizim toplumumuza da (ki artık biz içinde yaşadığımız kalabalığı bir toplum olarak niteleyemeyiz ancak yine de konunun bütünlüğü açısından toplum kavramını ele almaya devam edebiliriz) uzak değildir. Günümüzde hukuk kavramı ve tesisi için kurumsallaşmış, bağlı olduğu adalet sistemi; ne yazık ki güven endeksinde en zayıf kurumların başında gelmekte. İnsanların adalete günden güne inanç ve bağlarının azaldığı inkar edemeyeceğimiz bir gerçeklik. Fakat tanıklık ettiğimiz bu gerçeklik, doğal bir bozulmadan ziyade planlı ve programlı bir ilerlemenin meyvesidir.
Yazının başında değindiğimiz eski latince deyişi tersinden okumak da mümkün. Ünlü İtalyan hukukçu Santi Romano bu hususun en güçlü savunucularındandır, ona göre hukuk olmadan toplum olamaz. Hangisi diğerinin öncülüdür bu tartışmanın kapsamlı bir şekilde ele alınması ve çözümlenmesi gerekir ancak; birisinin bozulmasının diğerini etkilememesi gibi bir durum söz konusu değildir. Her iki durumda da adaletin tesis edileceği hukukun, toplumdan ayrıştırılamayacağı ve birbirlerinden bağımsız bu kavramların yaşatılamayacağı realitesi ile karşı karşıya kalırız. Bugün yaşadığımız yozlaşma, çürüme ve dekadans da bunun kanıtı niteliğindedir. Artık hem bir toplum olma hüviyetini kaybetmiş durumdayız hem de adaletin tesis edileceği hukuksal mekanizmanın çözülmesine tanıklık etmekteyiz.
Burada sorun yönetmeye ve yönlendirmeye talip olanların hukuk ve adaleti, insan aklından ve evrensel hukuktan ziyade ilahi bir yol göstericiliğin rehberliğini öncüllemeleridir. Bu rehberlik yüzyıllar boyunca insanların basit ihtiyaçlarına cevap verdi ancak bugün karşı karşıya kaldığımız dünyanın gereksinimleri ve sorunsalları karşısından işlevsiz kalmaktadır. Bu rehberlikte ısrar sonucunda rasyonaliteden gün be gün uzaklaşılmakta ve toplum birlikte yaşamak için gerekli kaidelere, kurallara ve yasalara olan bağımlılığını yitirmektedir.
Bizim en büyük sorunumuz yasaya itaattir. Hatta bir türlü başaramadığımız yasaya ibadettir. Bu sorunun temelinde de yasanın insan elinden çıkmış olması yatar. Kabullenemediğimiz yegane husus budur. Çünkü yüzyıllar boyunca yasa Tanrının buyruğu iken modern çağda yasa sadece ama sadece insan aklına ve yine insan tecrübesine dayandırılmaktadır. Toplumların bu geçişi bir anda yapabilmesi kolay değildir. İslam toplumlarında ve kutsal kitap Kuran’da hakim olan Allah’tır. Hatta hakim sözcüğü bizzat Allah’ın sıfatlarından birisidir. İslam ansiklopedisine göre “hükm” kökünden gelen hakem kelimesi de; belirli bir konuda tarafların aralarında çıkan anlaşmazlığı çözmek üzere seçtiği yetkili kişi anlamındadır. Yani öncelikle bir anlaşmazlık durumunun meydana gelmesi ve akabinde seçme ve karar verme yetkisine haiz bir kimseye başvurmaları ile bu anlaşmazlığın giderilmesi gerekmektedir. İşte bu yetki İslam doktrinine göre Allah’ın kendisindedir. Hükmetmek Allah’a mahsustur, ve onun tesis ettiği adalet ise ilahidir. Bu dünyada değilse bile ahiret inancında bu ilahi adalet tecelli edecek ve hak yerini bulacaktır. Bu adalet tanımlamasının bir diğer özelliği ise bireysel olmasıdır. Oysa ki bireylerin tekillik durumunda adalete ihtiyacı yoktur. Bireyin adalete ihtiyacı toplumsallıkta vuku bulur. İnsanın kişisel alanında adaletten söz etmek mümkün değildir. Tüm bunların yanı sıra buradaki esas sıkıntı, ilahi adalet kavramının insana mahsus irade kavramını ortadan kaldırması durumudur. Çünkü ilahi adalete göre adalet Tanrı tarafından er ya da geç gerçekleşecektir. Ve bu düşünce insanı atalete, uyuşukluğa hatta daha da tehlikelisi kabullenişe iter. Bu kabulleniş durumu bu dünyada karşılaşılan adaletsizliğin normalleştirilmesi ile sonuçlanır ve öte dünyaya atılan bu arayışın bu dünyada oluşturduğu adalet yoksunluğundan kaynaklı şiddeti doğurur. Bu yoksunluktan dolayı hakem ve hakim olarak karşımızda bulduğumuz, kendi içimizden tayin ettiklerimize karşı şiddet uygulamayı kendimize hak görürüz. Bu hak edişi doktora, kadına, trafikte karşı karşıya kaldığımız diğer araç sürücülerine, okulda çocuklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlere, ev sahibimize, kiracımıza, komşumuza kısacası eşitlik ve adalet beklediğimiz hemen herkese karşı kullanmaktan çekinmeyiz.
Yasaya riayet etmeyi öğrenmek nasıl bir anda olmuyorsa yasayı yok sayma tutumu da toplumun bir anda kanıksayabileceği bir durum değildir. Bir ülkenin en tepesinde bulunan makamı işgal edenlerin ağzından “Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmaz” cümlesi çıkıyor ise; kanunların, hukukun, adaletin, devletin ve toplum olma duygusunun altına dinamiti yerleştirilmiş olur. Ve o dinamit ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım patlamış durumda. Biz bugün bu patlamanın yarattığı tahribatın içerisinde, alevlerin arasındayız ve vaziyetimiz yangını kabul etmediğimiz sürece değişmeyecek.
Toplumsal yeniden inşayı mümkün kılmanın birincil ilkesi olan adaletin tesisi için yasaya riayet etmekten başka çare aramak beyhudedir. İnsan aklından ve tecrübelerinden yararlanarak toplumun ihtiyaçlarına, sorunsallarına, anlaşmazlıklarına yanıt veren yasalar dışında bize yol gösterecek hiçbir kaidenin olmadığını kanıksamadan bu çözülmeden kurtulamayacağız. Ve tıpkı Andres gibi ne kadar güçlü olursak olalım bizim de artık gidecek bir yerimiz yok. Ya Tanrının yol göstericiliği ile mevcut durumu kabulleneceğiz ya da mevcudu değiştirmek adına toplumsal yaşantıda yasanın ötesinde bir itaati kesinkes reddedeceğiz. Burada kalacaksak bu reddedişten başka çıkar yolumuz yok.