Yönetmen Özcan Alper’in ilk uzun metrajlı filmi olan 2008 yapımı Sonbahar, bolca ödül almış ve ses getirmiş bir filmdir. Filmde Türkçe, Hemşince ve Gürcüce dilleri bir arada kullanılmıştır. Dönemin politik gerçekliğini yüzümüze vuran ve izledikten sonra içinizde bir yerlerde boşluk hissedeceğiniz bu film, bazı noktalarda sizi biraz da rahatsız edebilir. Film 15. Altın Koza Film Festivali, 3. Uluslararası Altın Kaz Film Festivali ve 20. Ankara Uluslararası Film Festivallerinde tam anlamıyla ödüle boğulmuştur.
Filmimiz doksanlı yıllarda üniversitede matematik bölümü okuyan Yusuf’un siyasi nedenlerle girdiği hapishanede geçirdiği on yılın ardından vereme yakalanması ve girdiği ölüm orucunun da hastalığını ağırlaştırması sonucunda madde 599’la salıverilmesiyle başlar. Filmimizin geri kalanında önem arz edecek karga figürünü ilk kez hapishanenin revirinde görürüz. Çıkışının ardından memleketi Artvin Hopa’ya geri dönen Yusuf un annesiyle olan o ilk karşılaşması yürek burkar ve kendi aralarında Hemşince konuşmalarından Hemşin oldukları anlaşılır. Bu süreçte minibüs sahnesinden de itibaren hapishane ve ölüm orucu sürecinin Yusuf’ta bıraktığı travmatik etkiler insani ve etkileyici bir biçimde izleyene sunulmaktadır.
Köyde geçen günlerinde bir çocuğa matematik dersi vermekte ve eski tulumunu tamir etmeye çalışmaktadır. Bunlar aslında onun hayata dair umut taşıyan, onu hayata yeniden bağlayan eylemlerdir. Sahnede gördüğümüz solucanlar da bunu doğrular. Öleceğini bilen Yusuf bunu herkesten gizler. Tek başına kendi kendiyle hesaplaşmalar yaşar, ve belki de bir çok şeyi son kez yapacağını bilerek hayatla yavaş yavaş vedalaşır. Filmin adı gibi hayatının sonbaharını yaşar. Öksürük krizlerine rağmen elinden hiç düşürmediği sigarası ve soğuklardan korunmayışı, hatta yapması gerekenin tam aksine karın kışın ortasında yaylaya çıkmak istemesi ise hayattan vazgeçtiğinin bir göstergesidir. Şehre inip kırtasiyeden kendine kitap aldığı bir gün Gürcü kadın Elka ile karşılaşır. Raftan bir Rus romanı alan Elka kırtasiyeden kitabını alıp ayrılırken Yusuf esnafın “Buranın o**spusu bile kültürlü.” yorumuna maruz kalır. Aynı günün akşamı ahbabı Mikhail ile gittiği lokantada onu ve arkadaşını görür. Geceyi sohbet ederek geçiren ikili birbirlerine o gece birbirlerine aşık olurlar.
“Hayatının en güzel yıllarını sosyalizm için mi feda ettin?”
O geceden sonra ikili birkaç kere daha karşılaşırlar, Yusuf onunla birlikte olmaya başladığı zamanlarda yalnızlığı ve düşünceleriyle baş başadır; Elka ise içinde bulunduğu karmaşık ilişkilerden kurtulup memleketine geri dönme ve kızına kavuşma ikilemiyle boğuşmaktadır.
“Bir Rus romanından çıkmış gibisin.”
Elka aslında bu sözünde Yusuf’a dair çok sağlam bir tespitte bulunmuştur. Filmin tamamı bir Rus romanından izler taşımaktadır sanki, Yusuf ise Raskolnikov’dur belki de gözümüzde. Köyde olan başka bir cenazeye katılması gereken Yusuf’un gözlerindeki hüznü ve çaresizliği görürüz. Sanki kendi cenazesini izler gibidir. Ölümü hisseder sanki…
Filmin sonuna yaklaşırken Yusuf’u matematik çalıştırdığı çocuğa söz verdiği gibi bir bisiklet götürürken ve tulumunu sonunda tamir etmeyi başarmışken görüyoruz. Annesi Yusuf’tan eski günlerdeki gibi çalmasını ister ve işte o an en acıklı sahnelerinden biri ortaya çıkar.
Politik gerçekçiliği, toplumculuğu; aynı zamanda bireyciliği ve bireysel kaygıları aynı filmde bir araya getirebilen bu harika film, izleyene işlediği her noktada bir gerçekliği, bir yaşamı mercek altına alan bu film, bizlere acı ve hüzün dolu bir hayatın nasıl bir anlık da olsa önce boşvermişlik ve rahatlık, daha sonrasında umut ve aşkla dolabileceğini gözler önüne sürüyor. Hayat işte dedirten, hayatın tam anlamıyla içinden, izleyenini uzun uzun düşündüren ve gerçekliğe ayna tutan bu filmi herkese öneririm.