“Avrupa’da hala yasamaya yetenekli bir memleket var: Korsika adası. Bu yiğit halkın özgürlüğüne kavuşmada ve onu savunmada gösterdiği yiğitlik ve dayanma gücü, bilge kişilerin onlara bu özgürlüğün nasıl korunacağını öğretmesine değer. Günün birinde bu küçük ada, Avrupa’yı şaşırtacak gibi geliyor bana, içimde böyle bir önsezi var.”
Bu satırlar Jean-Jacques Rousseau tarafından, 1762 yılında yayınlanan Toplumsal Sözleşme’ye ait. Bu ada Avrupa’yı ne ölçekte şaşırttı tartışılır ancak bu adadan çıkan bir general sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı şaşırtacaktı. Bu satırlar yazıldıktan yedi sene sonra dünyaya gelecek olan o generalin ismi Napoleon Bonaparte idi.
Ülkemizde 24 Kasım’da vizyona giren Ridley Scott imzalı “Napoleon” filmi de ünlü generalin, devlet adamının ve imparatorun hayatını konu almakta. Film kronolojik olarak Napolyon’un talih yıldızının ilk parladığı Toulon Kuşatması’ndan, Waterloo Savaşı’na kadar giden süreci işliyor. Tabi iki buçuk saatlik bir filmin, hem Avrupa hem de Dünya Tarihi açısından bu kadar önemli bu şahsiyetin hikayesini anlatmakta eksik kalacağı aşikardı. Napoleon’un hayatındaki kimi isimlerin filmde yer almaması, kimi olayların es geçilmesi yahut eksik anlatılması, bazı olayların ise sinema kurgusuna uygun olarak yönetmenin gözünden gerçeklikle uyuşmayan bir kurguda senaryolaştırılması gibi faktörler film henüz vizyona girmeden önce beklenen hususlardı. Ancak tüm bunlar beklenilse dahi hikaye anlatımı konusunda Ridley Scott isminin bu kadar kopuk ve sakil bir anlatım benimsemesi izleyicileri hayal kırıklığına uğrattı.
Ridley Scott ilk kez tarih filmi çekmiyor. Zaten izleyicinin bu kadar yüksek beklentilere girmesinin nedeni hem ele aldığı ismin sıradan bir tarihi figür olmaması, hem de yönetmenin daha önce bu tarzda çektiği diğer filmler ile rüşdünü ispat etmiş olmasıydı. Marcus Aurelius döneminden Haçlı seferlerine, Robin Hood’dan Orta Çağ Fransa’sına kadar farklı farklı zaman dilimlerinden birçok hikayeyi beyaz perdeye aktaran yönetmenin, yine Napolyon dönemine ait başka bir filmi de mevcut. Filmografinde az bilinen ve sinemada henüz bu kadar şöhretli olmadığı yıllara ait olan “The Duellist”, Napolyon döneminde orduda görev alan iki askerin yaşadığı anlaşmazlık sonucu aralarında geçen süreci bizlere anlatıyor. Özellikle görsel açıdan Barry Lyndon’a öykünen film, hak ettiği değerin epey altında bir bilinirliğe sahip olmasından ötürü kıymeti bilinmeyen bir eser olmuş ve yönetmenin şöhretli yapımları arasında ne yazık ki unutulmaya yüz tutulmuştur. Üstelik yönetmenin bir önceki tarihi filmi 2021 yapımı “The Last Duel” her ne kadar anlatım olarak Kurosawa’nın Rashomon’undan esinlenmiş olsa dahi beğenilmiş ve başarılı bulunmuştu. Tüm bu faktörler ve yönetmenin geniş tarih yelpazesinden dolayı, izleyici beyaz perdede belki de dillere destan bir anlatı bekliyordu, ancak karşılaşılan sonuç ne yazık ki seyirci açısından hüsran oldu. Sinema eserleri tarihsel gerçeklikle birebir aynı olmak zorunda değildir. Zaten birebir aynı olay ve kişileri beyaz perdeye aktardığınızda izleyici bunu muhtemelen sıkıcı bulacaktır. İnsanlar çoğu zaman bu gerçek kişilerin ve olayların anlatımına güvendikleri yönetmenler tarafından senaryolaştırılarak hikayelerinin filme uyarlanmasına güvenir ve sinema salonlarını doldururlar.
Peki Ridley Scott’ın Napolyon’u ve dönemini ele aldığı bu filmin daha önce çekilen Napoleon Bonaporte ve dönem filmlerinden ne farkı vardı?
1927 yapımı Napoleon vu par Abel Gance filminde genç generalin askeri akademideki yıllarından Fransa Devrimi’ne ve sonrasında İtalya Seferi’ne kadar olan süreç ele alınıyor. Beş buçuk saatlik siyah beyaz film, uzun süresine rağmen hala izlenebilirliğini koruyor. Geniş ekran çekimleri, yer yer bir operayı andıran müzik kullanımı, çoklu pozlamalar ile döneminin çok çok ötesinde filmde, yönetmen Abel Gance ise “Saint-Just” rolünde yer almakta. Filmin isminin “Abel Gance gözünden Napolyon” olarak seçilmesi önemlidir çünkü 20. Yy başlarında Napolyon, Fransa dışında çok da sevilen bir isim değildi. Hatta Fransa’da bile sevenleri kadar kendisinden nefret edenler Fransa için getirisinden daha fazla götürüsü olduğunu savunanlar azımsanamayacak derecede çoktu.
1954 yapımı Henry Koster yönetmenliğinde Desiree filminde ise Napolyon’a ünlü oyuncu Marlon Brando can verecekti. Napolyon’un hayatını ve aşklarını konu alan filmin senaryosu Annemarie Selinko’nun 1951 yazdığı romandan sinemaya aktarıldı. Napolyon’un ilk aşkı Desiree ile kocası ve daha sonra İsveç Kralı olacak Fransız General Jean-Baptiste Bernadotte ile İmparator’un ilişkisine değinilen filmde; Napolyon kararlı, idealist, ihtiraslı bir betimleme ile gerçeğe daha uygun bir portrede yansıtılacaktı.
1965’de çekilen Voyna i Mir ise Tolstoy’un ölümsüz eseri modern İlyadası Savaş ve Barış’ın sinemaya aktarılmış hali. En iyi yabancı film oscarını kazanan, Sergey Bondarchuk tarafından çekilen, Sovyet yapımı film, 1812 yılında Napolyon’un Rusya Seferini tam altı buçuk saatlik bir görsel şölen eşliğinde izleyiciye sunuyor. Bugüne kadar yapılmış en iyi edebi uyarlamalar arasında gösterilen filmde binlerce figüran rol aldı ve Borodino Savaşı gerçek savaş meydanında, binlerce figüranın katılımında gerçeğe olabilecek en uygun haliyle çekildi. Film yaklaşık 8 milyon rupi gibi devasa bir bütçeyle çekildi. Rusya Seferini Rus aristokrasisi üzerinden resmeden eserde Napolyon her ne kadar ikinci planda kalmış gibi gözükse de Fransız İşgalinin etkisini ve Tolstoy’un bu eşsiz destanının kusursuza yakın uyarlamasını görmek sinemaseverler için paha biçilmez bir deneyim olmuştur.
Yine Bondarchuk’un 1970 yapımı Waterloo filmi de döneminin en pahalı bütçelerinden birisiyle Ukrayna’da çekildi ancak film ticari olarak umduğunu bulamadı. Elia Kazan’ın On the Waterfront filminde Marlon Brando ile birlikte sinema tarihinin en unutulmaz sahnelerinden birisine eşlik eden Rod Steiger, bu filmde de en unutulmaz Napolyon performanslarından birisini ortaya koydu. Filmin kadrosu da bir hayli zengindi. Efsanevi aktör Christopher Plummer Wellington Dükü, ünlü yönetmen Orson Welles ise XVIII Louis olarak karşımıza çıkıyor. Orson Welles’in rolü her ne kadar az olsa da filmin posterlerinde ticari kaygılar ön planda tutularak bilinçli bir şekilde öne çıkartılmıştır. Filmdeki detayların her zamanki gibi Sergey Bondarchuk titizliğine uygun olarak gerçeğe en yakın haliyle sunulduğu filmde, sinemaseverler neredeyse Waterloo Savaşı’nın etkili ve benzersiz bir simülasyonuna şahitlik ediyordu.
1983 yapımı Danton, Polonyalı ünlü tiyatro yazarı Stanisława Przybyszewska’nın oyunundan aktarılarak devrimin belki de en önemli iki karakteri olan Danton ve Robespierre çekişmesini ve çatışmasını izleyiciye sunuyordu. Unutulmaz Leh yönetmen Andrzej Wajda’nın Gerard Depardieu ve Wojciech Pszoniak düetini yönettiği film devrim yıllarına dair en sansasyonel filmlerden birisi olmuş ve hem Wajda hem de filmin kendisi yıllarca tartışma yaratmıştı.
1989 yılında ise La Revolution française sayesinde Fransız Devrimine neredeyse tüm önemli şahsiyetleri ile birlikte beş buçuk saatlik bir resitalle eşlik edildi. Kadrosu itibari ile yıldızlar geçidi olarak nitelendirilebilecek belgesel hüviyetindeki filmde, Klaus Maria Brandauer (Danton), Jane Seymour (Marie Antoinette), Françis Cluzet (Camille), Andrzej Seweryn (Robespierre) ve Sir Christopher Lee (Sanson) gibi devrimin önde gelen çoğu şahsiyetinin usta oyuncular tarafından canlandırılmasına şahitlik ediyoruz. Devrim yıldönümlerinde halen Fransız kanallarında televizyona uyarlanan hali ile gösterilen film, aslında bir bakıma bizde Rutkay Aziz’in başrolünde yer aldığı 1994 yapımı Kurtuluş dizisinin Fransız öncülü denilebilir. Bu filmde de Wajda’nın Danton’unda olduğu gibi, yine Napolyon’dan ziyade devrim yıllarının ruhunu anlamaya çalışıyor ve sefaletin değişime, değişimin kaos ve düzensizliğe, düzensizliğin teröre dönüşümüne şahitlik ediyoruz.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. 2002 yapımı Napoleon dizisi, 1960 yapımı Austerlitz filmi, 1965 yapımı Popily vs. vs. …
Sorumuzu yenileyelim o halde. Tüm bu filmlerde bulamadığımız ve Ridley Scott’ın bize sunduğu ne var peki?
Devrim yıllarının zaten kapsamlı anlatımı beklenemezdi. Ancak Fransız Devrimi diye adlandırılan bölümün Marie Antoinette’in giyotine götürülmesi ile açılarak, Devrimin siyasal otorite boşluğundan ibaret sunulması yönetmenin ikiyüzlü ve kolaycı tutumu olarak nitelendirilebilir.
Napolyon’un askerlik açısından tanınırlığını elde ettiği dönemi ele alırken Toulon Kuşatması’na yer verilirken asıl şöhrete kavuştuğu İtalya Seferi’nin yer almaması belki filmin süresini aşması bakımından kendisine yer bulamamış olabilir. Ancak Mısır Seferi’nin bu kadar kısa tutulması açıkçası hikayede çok eğreti kalıyor. Austerlitz ve Waterloo savaş sahneleri ise işleniş ve görüntü yönetmenliği açısından başarılıydı. Zaten filme dair az miktarda övgüye mazhar olabilecek konu, savaş sahnelerinde yakalanan kalite ile kostüm ve dekor tasarımları denilebilir. Bu sahnelerin başarılı çekimlerinden sonra insan; keşke film Napolyon Savaşlarından ibaret olsaydı ve Eylau, Borodino, Leipzig gibi muharebeler de filmde kendisine yer bulabilseydi diye düşünmeden edemiyor.
Napolyon’un aşkları ve eşleri yine tek yanlı olarak gösterilmiş. Desiree filmde zaten gözükmemekte iken, Marie Louise sahneleri de çok kısa bir şekilde geçilmiş. Keza kendisinin hayatında çok önemli yer tuttuğu bilinen annesi de filmde çok az yer alıyor. Bonaparte’nin özel hayatı ve aile yaşamı yalnızca Josephine üzerinden aktarılmış.
Napoleon Bonaparte gerek yukarıdaki filmlerde gerekse tarihsel kişilik olarak azimli ve arzulu, çevresi tarafından çoğu zaman hayalperest ve çılgın olarak nitelendirilen, soylu olmadığı için etrafındaki aristokrasi tarafından küçümsenen, ancak bu soyluluk eksikliğini hiçbir zaman dezavantaj olarak görmeyerek özgüven eksikliğine mahal vermeyen, aksine “Asaletim kendimden başlar” diyerek meydan okuyan, özellikle Fransa’ya, Fransız halkına ve ordusuna aşık olarak nitelendirilebilecek derecede yüksek ve yoğun bir duygusallığa sahip, bunun yanında asla romantizme yenik düşmeyecek kadar akılcı, sabırsız ve çabuk öfkelenebilen, istediğini bir an önce elde etmeye çalışan (Akka Kuşatması’nda bu yüzden başarısız olacak), hiçbir şekilde alçakgönüllü olmayan, “Askerlik mesleği bir sanattır ve ben bunun büyük üstadıyım” diyen ve kendisinden sonraki çoğu askeri taktik ve disiplinde birçok değişikliğe sebebiyet veren, ordu yönetiminde, kurmaylıkta ve harp tarihinde bir devrim gerçekleştiren, nasıl ki Nietzsche kendi dönemine ayak uyduramayan ve hayatta iken dahi tüm ruhuyla Antik Yunanda yaşayan birisi ise Napolyon’da aynı şekilde Roma İmparatorluğuna ruhunu adayan, yaşadığı dönemi kastederek “Benim için yapılacak hiçbir büyük şey kalmamış durumda” diyen, planlarını en ince ayrıntısına kadar yapan, bu planların üstünden defalarca geçen, mükemmeliyetçi bir asker. Bu mükemmeliyetçiliğini ortaya koyan en güzel örneklerden birisinde; düşmanın üzerine yürüdükleri sırada yolunu kaybeden iki askere rastladığında, General askerlere hangi bölüğe bağlı bulunduklarını sorar ve askerlerden aldığı cevap sonrası “Birliğiniz şu saatte şu dakikada tam olarak şu noktada bulunacaktır. Oraya giderek bölüğünüze katılabilirsiniz” der. İki asker kendilerine söylenen vakitte, Generalin tarif ettiği bölgeye gittiklerinde gerçekten de birliklerinin söylendiği yerde olduğunu göreceklerdir. Napolyon ordusunu kusursuza yakın bir şekilde yönetmeye özen göstermiştir.
Ridley Scott’ın Napoleon’u ise bunların tamamından uzak, liderlik meziyetleri ve yönetim kabiliyetleri neredeyse hiç gösterilmeyen bir Napolyon karikatürü ile karşı karşıya bırakıyor izleyiciyi. Başarıları yahut talihinin gelişimi ve Josephin ile ilişkisinin arka planda paralellik gösterdiği, hatta Fransa’ya duyduğu sevgi ve bağlılığın dahi eşi üzerinden aktarıldığı bir portrede, filmin ismi “Napoleon” değil de “Josephine” olsaydı hiç bu kadar eleştiri almaz hatta beğenilebilecek bir yapım olabilirdi. Bir başka haklı eleştiriyse filmde müziklerin bu kadar sık ve yanlış kullanımı. Müzik tercihleri bile yanlış olan filmde, bu kadar sık ve alakasız tercihlere maruz kalmak film ilerledikçe izleyicinin hikayeye tutunmasını engelliyor.
Film bu yönleri ile beklentinin çok çok altında kaldı. Tabi Director’s Cut versiyonunu da bekleyerek kesin bir yargıya varmak çok daha sağlıklı ve yerinde olur. Ancak vizyona giren bu haliyle filmden ciddi bir Napolyon yapımı olarak bahsetmek, hem Napolyon’un tarihsel kişiliğine, hem de yönetmenin kendi sinematografisine bir hakaret niteliğinde değerlendirilebilir.
Hepsinden önemlisi Napoleon Bonaparte; Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Beethoven’ı, Goethe’yi, Stendhal’ı etkilemiş, her birisine düşündürttükleri sayesinde ölümsüz eserler verme olanağı sağlamıştır. Sırf bu yüzden Napolyon ismi söz konusu olduğunda, nitelikli bir eser beklentisi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.