Fakir bir ailenin istenmeyen çocuğu olarak dünyaya gelen 16 yaşındaki Lilja, Rusya’da normal bir yaşam sürmektedir. Bir gün annesi sevgilisiyle Amerika’ya taşınır ve her ne kadar Lilja’yı da yanında götüreceğini söylese de günün sonunda kızını terk eder. Teyzesine emanet edilen Lilja kendi sefil hayatının iki mislisini yaşamaya maruz kalır. Bir gece bir kız arkadaşıyla bir gece kulübüne giderler ve Lilja’nın hayatının rotası olduğu gibi değişir. Bu sırada kendisinden küçük Volodja diye bir çocukla arkadaş olur. Hayatları birbirlerine çok benzerdir bu nedenle birbirlerini tanıdıkça daha çok sahip çıkmaya başlarlar. Başına geleceklerden, dönüşeceği insandan bihaber olan Lilja, her daim onun yanında olan Volodja ve kendini geçirebilmek adına hayat kadınlığına başlar. Derken bir gün tonlarca iğrenç adam arasından beyaz atlı prensi Andrei çıkar karşısına. İsveç’e gitmek ve bu sefil hayattan kurtulmak vaadiyle kendine çeker Lilja’yı. Hoş, kurtarılmayı bekleyen çaresiz biri bu teklife nasıl karşı koyabilir ki?
Öncelikle Lilja 4-ever beni gerçekten duygusal ve mental olarak yaraladı. Hep “beterin beteri vardır” diye düşünürüm ama böyle durumlardan birine bilgisayar ekranından olsa dahi tanık olmak bana bambaşka şeyler hissettirdi.
Bir kere yalnız bir insan görmüyoruz, yalnız olmaya zorlanmış fakat buna rağmen duruma başkaldırıp bu “acınası” durumunu reddeden bir insan görüyoruz. En azından başlarda. Karşımızda hayatının ne kadar yokuş aşağı yuvarlandığını, herkesin ona nasıl sağ gösterip sol vurduğunu bilen bir karakter var. Fakat tüm bu olumsuzluklara karşı dünya üzerindeki zamanını henüz doldurmadığının bilincinde bir karakter. Hayatından ziyade kendinden vazgeçmek istemiyor, onu bu dünyaya bağlayan tek şey olan inancına sımsıkı sarılıyor çünkü.
Bizim de birkaç kez gördüğümüz Lilja’nın çok değer verip pamuklara sardığı aynı zamanda dua ederken yanında bulunan o tablonun bir metafor olduğunu düşünüyorum. Film boyunca ne zaman bir şeyler fazla gelmeye başlasa eline aldığı ilk şey o tablo oluyor. Kendini bunu başarabileceğine, hayatta kalabileceğine inandırmaya çalışıyor tablo vasıtasıyla. Onu dinleyen, ona inanan bir kurtarıcı bekliyor. Artık sahip olduğu tek şeyi, inancını da kaybettikten sonra tabloyu fırlatıp tuzla buz ediyor. Hayatında ona destek olacak, tutunmasını, inanmasını sağlayacak hiçbir şey kalmamış oluyor böylece.
Rusya ve İsveç’in soğukluğu karşısında Lilja bir güneş görevi görüyor. Gelen giden herkes ona kazık atınca da ışığı sönüp kendini karanlığa bırakıyor. Onu bu eyleminden vazgeçirmeye çalışan arkadaşı değil aslında, vicdanı. Arkadaşını geride bıraktığı için onun ölümünden kendini sorumlu tutuyor, aynı şeyi kendine yapacakken de vicdanı devreye giriyor. Lilja’yı kendinden de vazgeçmesini engellemeye çalışıyor ama nafile.
Bunun dışında kamera hareketleri “reality show”ları andırıyordu. Özellikle böyle bir tercihte bulunulması ne kadar hoşuma gitti anlatamam. Tanıdık bir hikâye izliyoruz çünkü. Belki umursamıyoruz, yeteri önemi göstermiyoruz hatta yeri geldiğinde normalleştiriyoruz ama Lilja’nın hikayesi empati kuramayacağım kadar talihsiz ve bu durumu düzeltmek için ellerinden hiçbir şey gelemeyen insanların giydikleri andan itibaren iğne iplikle üzerlerine dikilen bir kostüm işlevinde.
Filmi izleyeli bir saati geçiyor. Anlayacağınız; üzerine çok düşündürmekle birlikte kendi hayatınızı, tercihlerinizi, başkalarının seçimlerinin sizin hayatınız üzerindeki etkisini derinlemesine sorgulatan bir film. İçime çok kötü saplandı bu film. Olur da bir gün çekip çıkarabilirsem çok büyük izi kalacak. Bu izi kapatmada en büyük yardımı sağlayacak kişi Volodja olurdu.