Home > İnceleme - Analiz > Gündüz Apollon Gece Athena: Acının Hafızası, Hayaletlerin Dansı

Gündüz Apollon Gece Athena: Acının Hafızası, Hayaletlerin Dansı

Herkese merhaba! Geçtiğimiz hafta sinema açısından yoğun bir 6 gün yaşadım ve pek çok film izleme şansı buldum. Evet, Ayvalık Uluslararası Film Festivali’ndeydim. Sizlere de festival kapsamında gösterimi yapılan Gündüz Apollon Gece Athena’dan bahsetmek istiyorum.   Festivalde izlediğim diğer filmlerle ilgili de yorumlar yazacağım ama her ne hikmetse yerli eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı bu filme öncelik vermek istedim. Üçüncü Sinema olarak bizim de bu güncel pastadan bir çatal tatmamız lâzım çünkü.

Emine Yıldırım’ın ilk uzun metraj yönetmenliği, duru bir dantel gibi örülmüş senaryosuyla birlikte karşımıza çıkıyor. Ama baştan söyleyeyim: Sinematografisi beni pek sarmadı (artık beni tanıdınız, filmlerle ilgili son söylenecek şeyi ilk söylerim her zaman). Yine de filmin hikâyesi, derinliği ve filmdeki oyunculuk performansları öyle güçlü ki, bunları konuşmamak haksızlık olur.

Filmde, yetimhanede büyüyen Defne (Ezgi Çelik), hayaletlerle iletişim kurabilen bir genç kadın. Annesinin (Lale Mansur) ona bıraktığı tek miras, antik bir kentte, bir ağacın altında çekilmiş bir fotoğraf. Defne, bu fotoğrafı rehber edinip öldüğünü düşündüğü annesinin hayaletine ulaşmaya çalışıyor. Yolculuğu, klasik bir yol hikâyesi gibi başlasa da, karşılaştığı karakterler –komünist Hüseyin (Barış Gönenen), pavyon şarkıcısı Nazife (Selen Uçer) ve tapınak rahibesi Antik (Gizem Bilgen)– hikâyeyi politik bir hafıza yolculuğuna dönüştürüyor. Her hayalet, Türkiye’nin bastırılmış travmalarına açılan bir kapıyı simgeliyor adeta. Ama bu travmaların hepsiyle empati kurar mısınız emin değilim. Beni Hüseyin karakterinin hikâyesi içine çekti daha çok.

Oyunculuklar filmin belkemiği. Ezgi Çelik, Defne’de mesafeli ama etkileyici bir performans sergiliyor; finale doğru komikleşiyor, güçleniyor, biraz daha açılıyor ki bu da hikâyenin gelişimiyle paralel zaten. Yer yer komedi unsuru kullanılmasa bu film çok tekdüze olurmuş, bu da yine senaryonun başarıları arasında. Barış Gönenen’in Hüseyin’i, mizahi ama yürek burkan bir karakter; politik şiddetin unutulmaz mağdurlarını temsil ediyor. Selen Uçer’in Nazife’si ise muazzam: Kocasını öldürmek zorunda kalan, bebeğini göremeyen bir kadının hayaleti, kadınların tarihsel acısını hem bireysel hem kolektif boyutta yansıtıyor. Gizem Bilgen, Antik’le bence filmdeki en zor rolü üstlenmiş çünkü yüzyıllar öncesinin acısını bize konuşmadan aktarıyor.

Senaryo, nakış gibi işlenmiş desek yeridir ama büyük bir sürprizi de yok (kıyaslama yapmayı sevmem ama yönetmenin Kadıköy’ün En İyi Falcısı (2023) isimli kısa filmindeki tempo ve akıl oyunları bu filmde yok). Defne’nin ağaç arayışı, sadece kişisel bir yas değil, Gezi’den Dersim’e Anadolu’nun belleğini taşıyan mekânların öyküsü ama filmi izlerken bu seyirciye ne kadar geçti bilmiyorum; filmden sonra yapılan söyleşide değinilmese izlediğim sırada anlatıyı bu şekilde yorumlamamıştım çünkü. Nazife’nin kızının “Benim sadık yârim kara topraktır” türküsü, mitolojiyle Anadolu’yu birleştiriyor; Yeşilçam melodramlarının süsleyiciliğinden farklı olarak tarihsel sürekliliği vurguluyor. Antik kent, travmanın taşıyıcısı olarak hikâyede kullanılmış; zaten filmin ismi de başlı başına antik kente gönderme yapıyor.

gunduz apollon gece athena acinin hafizasi hayaletlerin dansi 2

Gelelim gerçek kötülere: Sinematografi beni hayal kırıklığına uğrattı. Mekânlar (antik yapılar, Anadolu coğrafyası) hikâyeyi güçlendirse de, görüntü estetiği beklediğim etkiyi yaratmadı. Kadrajlar bazen dağınık, ışık kullanımı düz geldi; hikâyenin yoğunluğunu desteklemekte zayıf kaldı. Festival filmi yapacağım diye bomboş ağaç dalı, hışırdayan yaprak, köpüren deniz, ova, bozkır gösterilmesinden bıktım ben artık. 2025 yılında bir filmde boş sekanslar gösterilmesi, seyirciye hakaret gibi geliyor bana. Benim için çok önemli detaylar olsa da yine de bu olumsuz ögeler filmin aurasını gölgelememiş. Film, yerli sinema eleştirmenleri tarafından çok övüldüğü için çok merak ederek izlediğimden dolayı benim beklentimi karşılamadı.

Yazımı genel bir değerlendirme ile sonlandıracak olursam, Gündüz Apollon Gece Athena, 1980 sonrası Türkiyesi’nin “travma sineması” örneği olarak dikkate değer bir film. Politik hafızamızı, acılarımızı ve hayaletlerimizi bize hatırlatıyor. Eşref saatinize göre izlemeniz gereken bir film olduğu konusunda ısrarcıyım. Köklerinizi arıyorsanız, 90’larda gözaltında kaybolanlar konusunda hassasiyetiniz varsa, kadına fiziksel ve psikolojik şiddet sizin için de üzerinde durmaya değer bir konuysa, Gündüz Apollon Gece Athena seyirci olarak size keyif verecektir. Hepinize sinema dolu günler dilerim…