1934 Hollywood’unda kamera çalışıyor, ama perdeye düşen yalnızca hikayeler değil; artık sansürün gölgesi de sahnelerle birlikte hareket ediyor.
Sinema tarihine Hays Code olarak geçen bu ahlak kuralları, ABD’de 1934’ten 1968’e kadar yürürlükte kaldı. Resmi adıyla Motion Picture Production Code, ‘seyirciyi kötü yola sevk etmeyecek’ filmler üretmeyi hedefliyordu. Ama sansürler, yeni bir sinema dilinin buluşu oldu.
Çıplaklık yasaktı. Suç cezasız kalamazdı. Cinsellik ancak ima edilebilirdi…ki o da belli sınırlar içinde. Ama peki ya sinema dediğimiz şey biraz da ima değil miydi zaten? İşte o noktada devreye “yaratıcı sansür” girdi.
Film noir’lar, karanlık sokaklarda suçla arzunun dansını gösterirken, aslında Hays Code’un yasakladığı her şeyin içinden dolanıyordu. Screwball komediler, kadın-erkek ilişkilerindeki gerilimi kelimelerin ritmiyle, hızla geçen diyaloglarla taşıyordu perdeye. Bazı sahneler öyle ustalıkla çekiliyordu ki, anlatılmak istenen aslında sadece arada kalan boşlukta duruyordu.
Sansür sinemayı bastırdı mı? Belki. Ama bastırılan her ifade, başka bir yoldan kendine yer buldu. Bu yüzden Hays Code dönemi, sinema tarihinin en yaratıcı ve çok katmanlı anlatılarının ortaya çıktığı zamanlardan biri olarak hatırlanır.
Bugün dönüp o filmlere baktığımızda, söylenmeyen sözlerin, gösterilmeyen bakışların ardında devasa alt metinler yatar. Ve biz izleyici olarak, o yasakların arasından süzülen yaratıcılığın tanığı oluruz.
Gelin birkaç örneğe bakalım.
It Happened One Night (1934), Hays Code’un yürürlüğe girmesiyle aynı yıl vizyona girdi. Clark Gable ve Claudette Colbert’in paylaştığı sahnede, bir odada kalmak zorunda kalan karakterler arasına bir “erdemli perde” çekilir… kelimenin tam anlamıyla. Battaniyeden perde, karakterlerin birbirine yaklaşamayacağını simgelerken, seyirci iki oyuncunun göz göze gelişinden aralarındaki çekimi çok daha net hisseder.
Notorious (1946), Alfred Hitchcock’un sansürle dans ettiği bir başyapıttır. Hays Code’a göre öpüşmeler üç saniyeyi geçemezdi. Hitchcock ne yaptı? Cary Grant ve Ingrid Bergman’ı arka arkaya, kısa kısa öpüştürdü – ama hiç ayrılmadan. Kamera uzun süre bu yakınlığa odaklanırken, teknik olarak kurallara uyuldu, ama sahne duygusal ve fiziksel yakınlığın en kuvvetli örneklerinden biri haline geldi.
Double Indemnity (1944), suçun cezalandırılması gerektiği kuralına rağmen, seyirciyi bir katilin zihnine sokmayı başardı. Billy Wilder, karakterlerini açıkça “kötü” değil, karmaşık göstererek, ahlaki gri alanları perdeye taşıdı. Hays Code’un gözünde suç asla çekici olmamalıydı… ama bu filmde suçun kendisi neredeyse bir tutkuya dönüşüyordu.
Gilda (1946), Rita Hayworth’un bir eldiveni çıkarışı, dans sahnesinden çok daha fazla şey anlatıyordu. Açıkça bir cinsel çağrışım yapılamayacağından, eldivenin soyulması bir yerine geçme anıydı. Seyirci ne olduğunu biliyordu ama perdeye yansıyan sadece bir dans numarasıydı.
Bu örnekler, Hays Code’un sinemaya ket vurmak yerine onu dönüştürdüğünü gösteriyor. Yasakların arasından yönetmenler ve senaristler, sinema dilini metaforlarla, simgelerle ve suskunlukla ördüler.
Bazen en çok şeyi söyleyen sahneler, en az şeyi gösterenler oldu.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, Hays Code’un katılığı bize tüy kadar naif gelir. Ama o yıllarda sinemacılar için bu kurallar yalnızca sansür değil, bazen kariyerlerinin, bazen bir filmin hayatta kalıp kalamayacağının sınırıydı.
Ve işte tam da bu sınırların içinde, sinema büyüdü. Çünkü yasağın olduğu yerde yaratıcılık bulunur.
Bugün dijital efektlerin ve sınırsız özgürlüklerin dünyasında, hala o dönemden kalan anlatım tekniklerini izliyoruz. Bir eldivenin soyuluşu, bir bakışın fazla sürmesi, bir cümlenin ortasında bırakılması… Sansürün öğrettiği incelikler, hala perdeye şiirsel bir sessizlik olarak düşüyor.
Ama peki ya biz?
Türkiye’de sinema sansürü, Hays Code kadar sistematik olmayabilir belki. Ama bizde sansür, sistemli olmamasına rağmen çok daha etkili çalışıyor. Çünkü bizde sansür kural değil, histir.
Karakterin ağzından “şarap” demek, “alkolü çağrıştırdığı için” uygun bulunmayabilir.
Çiftler öpüşebilir; ama yatak sahnesi… sakın! Kimi zaman kadın teni, gölge halinde bile görünmesin.
Cinsel organ değil, cinsel çağrışım bile sansüre girer.
Argoyu geçelim, “içten bir kahkaha” bile tehdit gibi algılanabilir bazen.
Ama tabii “ahlak” adı altında sabah programında her gün aile içi şiddet, ensest, istismar ballandıra ballandıra konuşulabilir.
Orası sansür sistemimiz için sorun değil.
Çünkü mesele “ne söylendiği” değil, “kim tarafından” ve “nasıl” söylendiğidir.
Dizilerde kadınlar mini etek giydi diye ceza kesilir;
Ama aynı dizide mafya babası, başrol olur.
Bir kadın karakter cinselliğini sahiplenirse “toplumsal değerlerle uyuşmaz”;
Ama erkek karakter her bölüm farklı birini tavlarsa “dizi hareketlenir” denir.
Netflix’ten BluTV’ye, Disney’den GAİN’e, dijital platformlar da bu radarın dışında değil artık.
Sansür sistemimizin sınırları kanunla değil, keyifle çizilir.
Hangi senaryo çok “modern”?
Hangi replik fazla “çağdaş”?
Hangi bakış fazla “cesur”?
Senaristler artık sadece karakter kurgulamıyor, sansür kalkanı da inşa ediyor. Bazı cümleler yazılmadan siliniyor. Bazı hikayeler başlamadan bitiyor.
Ve ne yazık ki, biz Hays Code’daki gibi sansüre karşı yaratıcı anlatım biçimleri geliştiremiyoruz çoğu zaman. Çünkü bizde sansür, sadece sahneyi değil seti de kesiyor. Fonları, destekleri, ruhsatları, ekranları…
Klasik Hollywood’da sansürle inatlaşmak bir anlatım şekline dönüşmüştü. Bizde ise o inat, işten atılmayla, dizinin yayından kaldırılmasıyla, yönetmene çamur atılmasıyla sonuçlanabiliyor.
Ama umut da burada başlıyor. Sinema dediğimiz şey, tam da en baskılı dönemlerde, en baskın hikayeleri üretir. Çünkü susmak, her zaman sessizlik anlamına gelmez. Ve kimi zaman bir bakış, bir metafor, bir boşluk… en büyük direniş olabilir.
Bugün Türkiye’de sinemacılar, bağımsız yönetmenler, senaristler bu gri bulutun arasından hikayelerini anlatmaya çalışıyor. Kimi kısa filmle, kimi tiyatroyla, kimi dijital işlerle…
Biliyoruz ki bir gün baskı bitecek, yollarımız aydınlanacak. Çünkü gerçek ahlak, neyin gösterilip gösterilmediğiyle değil; ne kadar dürüst ve insanca anlatıldığıyla ölçülür.
Ve günün sonunda biz, hikayelerimizi anlatmaya devam edeceğiz.
Mutlu, umutlu ve özgür bir perdede buluşmak dileğiyle.
Yasakları değil, hayalleri büyütelim!