Hayatı Yaşamak ve Senin Hakkında Bildiğim İki Veya Üç Şey
Godard’ın filmleri Janr resmi niteliğindedir. Gündelik hayatı filmlerine yansıtır. Bizi, çevremizdekileri ve hapis olduğumuz modern kapital düzeni filmlerine projekte eder. Bu konuda Godard’ın filmleri sosyolojik temellidir. İnsanların gündelik hayatlarının sıkıcılığını filmleri aracılığı ile kitlelerin yüzlerine vuran Godard’ın sineması ayna niteliğindedir. Kierkegaard’ın Ya Ya Da adlı romanında Wilhelm ve Johannes karakterleri üzerinden yaptığı gibi, Godard da filmlerinde Veronikalaşan topluma karşı oluşturmuş olduğu tiplemeler üzerinden, tek tek bireylerin kendi yaşamsal dünyalarını sorgulatmayı hedefler. Bu konuda Godard’ın filmlerinde gördüğümüz karakterler kitlelerin bilinçaltlarına aynadarlık etmekte, onları tetikleyerek bulundukları toplumların farkına vardırmaktadır.
Rönesans Felsefesinde gördüğümüz mikro evren ile makro evren bağlantısını Godard’ın filmlerinde de görmekteyiz. Godard oluşturmuş olduğu karakterler üzerinden modern kapital düzenin eleştirisini yapar. Ve insanları bulundukları çevrelerden bağımsız bir şekilde var olabileceklerini düşünmez. İnsanın hem fiziksel hem de zihinsel varoluşu, içinde yaşadığı toplumun ufak bir temsilidir. İnsan ve toplum birbirinden ayrılmaz, birbirlerine içkin yapıdadırlar. İnsanın ruhi ve zihinsel yapılanmasında toplumun gelenek, görenekleri ve inançları etkilidir. Varlıklar vardırlar ve varlıklar dünyadan ve toplumlardan bağımsız bir şekilde var olamazlar. Varlıklar varlıklarını sürdürebilmek için sürekli istek halindedirler ve bu isteklerden birisi de ‘toplum içinde kimlik sahibi olma arzusudur.‘
Godard’a göre insanın aklı evrene aşkın değildir, insanın aklı evrene içkindir. Bu bakımdan Post-modern bir yaklaşıma sahip olan Godard, aklı sadece bir yeti olarak görmekte ve filmlerinde bir sanat eseri sunmaktan daha çok sanat ve kültür eleştirisi yapmaktadır. Özellikle şehirleşmenin doğurmuş olduğu iletişimsizlik sorununa bolca değinen usta yönetmenin filmlerinde görmüş olduğumuz kadın karakterler bu soruna karşı erkek karakterlere göre daha bilinçli ve daha özverilidirler. Adeta Brion entelektüel mutsuzluğuna sahip olan kadın karakterlerimiz, varoluşsal sancılar çekmekte, yaşamlarını kabullenmekte zorlanmaktadırlar. Modern Kapital düzen içerisinde kadınlara dayatılan tüm normları ve ahlaksal değerleri fahişelik mesleği üzerinden filmlerinde eleştirir. Avrupa’nın ahlaksal değerlerini kadın erkek ilişkisi üzerinden anlatmaya çalışan Godard yer yer sektördeki kadının konuma dair filmlerinde atıflarda bulunur. Sektöre ve düzene bir başkaldırı niteliğinde olan bu filmlerde kadınlar düzenin içerisinde sıkışıp kalmış, istek ve arzularını gerçekleştirebilmekte oldukça yetersiz konumdadırlar. Kadınları sürekli Godard’ın filmlerinde üzgün olarak görmekteyiz. Yaşamak istemedikleri bir hayatı yaşamaktadırlar. Ancak buna rağmen içlerinde yaşamaya ve kendilerine dair bir umutsuzluk mevcut değildir. Depresif dönemlerinden sonra hala yaşama dair umut besleyebildikleri için kendilerini yeniden seçebilme imkanına sahip insanlardır. Kierkegaard bu konu hakkında şöyle der; İnsan kaygı durumundan sonra içerisinde yaşama dair bir umut barındırmıyorsa , kendisini yeniden seçemeyeceği için bu bir ‘ölümdür’. Ölüm umutsuzluktur. Ancak bu yeterli bir açıklama da değildir.
Çünkü ‘Gerçeği bulabilmek için en az iki farklı açıdan bakmak gerekir. Ve tek yönlü bir düşünce, tek başına bütün gerçeğe ulaşamaz.‘ Belki de Stoacıların dediği gibi umut bir afyondur. Sonuçta umut beklentileri yükseltir ve beklentileriniz ne kadar yükselirse hayal kırıklığınızda o kadar büyük olur. Umudunuz, beklentiniz ne kadar yüksek olursa o kadar mutlu olmanız az olur. Belki de Godard’ın filmlerinde görmüş olduğumuz kadın karakterlerin sürekli üzgün bir halde olmalarının sebebi de budur. Belki de hayata karşı fazlaca hayal kurmak ve umut beslemek aslında kişinin kendisini kandırmasından ibarettir. Ya da geçici bir süreliğine dahi olsa bulunduğu yerden kurtulacağını hayal etmek, insanın her şeye rağmen yaşama motivasyonunu sağlayan unsur olabilir. Çünkü dünyada güzelliğin ve iyiliğin tükendiğini fark eden bir insan kötülüğe ve çirkinliğe rağmen hala yaşama isteğine sahip olabilir mi? Evet ya da Hayır. Kötülüğe ve iyiliğe rağmen mutlu ya da mutsuz olmanız tamamen sizin elinizdedir der Stoacılar. ‘Tüm mutsuzluğunuzun sebebi sizsiniz!’ Hayatta başımıza gelecek olayları bilemeyiz, Seneca’nın da dediği gibi ‘Bir insanın yapacağı şey çok basittir. Neyin elinde olduğunu ve neyin elinde olmadığını farkına varmak.’ Bu noktada hayatta başımıza gelen olaylardan biz sorumlu değiliz. Ancak karşımıza dikilen olaylara karşı vereceğimiz tepkiler tamamen bizim elimizdedir. Hayat bizim karşımıza olayları nötr bir düzlemde sunar, onların kötü veya iyi olduğunu yorumlamak tamamen bizim elimizdedir. Dünyayı kötü görmekte bizim elimizdedir, iyi görmekte. Montaigne’nin dediği gibi ‘İnsan kendi bakışından kaçamaz.‘
Şehirde İnsan Var Mıdır?
Godard’ın 1962 yapımı ‘Hayatını Yaşamak’ adlı filminde karşımıza çıkan Nana, Bruegel tablolarından fırlamış insanların içerisinde varoluşsal sancılar çeken Heidegger felsefesindeki Dasein kavramının ete kemiğe bürünmüş halidir – 1967 yapımı ‘Senin Hakkında Bildiğim İki veya Üç Şey filmindeki Juliette karakteri için de söylenebilir. – Nana, oyuncu olma hayali ile kocasını ve çocuğunu terk eden bir kadındır. Kocasının tüm çabalarına rağmen eve dönmeyi reddeden Nana, oldukça gururlu bir karakterdir. Hayalleri uğruna kocasını terk eden Nana, hayalleri gerçekleşmemesi rağmen başarısız olarak kocasının gözünde gözükmemek için yalan söyler. Kocasına ve çevresine karşı takınmış olduğu personası ile günün sonunda baş başa kalan Nana, hayatını ve kendisini sorgulamaya başlar. Bu sorgulama ile beraber Dasman’dan Dasein’e geçiş süreci başlar. Dasman : Kalabalık bir topluluk içerisinde olan ve o kalabalık içerisinde belirli özelliklerle ayrılmayan, düşünmeyen, sorgulamayan, hayatın asli anlamını keşfedememiş, bu yüzdende gündelik hayatın telaşı içerisinde savrulan insanlardır. Dasein ise : Dünyada ve dünyadaki diğer varlıklarla birlikte yaşayan, sonlu zamanının farkında olan bu yüzden de kaygı duyan, bu kaygıdan dolayı otantik bir varoluş kazanan insanlardır. Nana Kierkegaard’ın ‘İnsan kaygıdır‘ sözünün vücut bulmuş halidir. Var olmak istemediği bir çevrenin içerisinde yaşam mücadelesi vermeye çalışan Nana, hayallerine karşı hayatın ona sunmuş olduğu fahişelik mesleği ile filozofik özellikler kazanan bir karakterdir. Nana’nın tek ihtiyacı olan sevgidir. Ancak Modern Kapital düzende sevgi tene indirgenmiştir. Sevgi somutsallaştırılmıştır. Sevgi yozlaşmış ve sekülerleşmiştir. Tüm bu olanlara rağmen Stoacı bir tavır takınan Nana hayata dair umudunu yitirmez.
1967 yapımı Senin Hakkında Bildiğim İki veya Üç Şey adlı filmde karşımıza çıkan Juliette ise Nana ile aynı kaderi yaşamaktadır. O da bir fahişedir, o da varoluşsal sancılar çekmektedir. Godard Juliette’nin bedeni üzerinden modern kapital düzeni eleştirir. Godard şehirleşmenin doğurduğu iletişimsizlik sorununu Juliette’nin bedeni üzerinden anlatır, bu noktada Juliette tüm gözdür. Şehirdeki bütün sorunlar Juliette’nin bedeni üzerinden bize sunulur. Şehirdeki insanın ruhu balık yüzünü andırır. Şehirde yürüyen cesetler vardır sadece, yığın etler koşuşturuyordur caddelerde, insana dair tüm duygular yitirilmiştir, herkes bencildir şehirde, herkes kendisinin peşindedir, şehirde düşünülmez, sadece itaat edilir, kurallar vardır şehirde, insanı kendisine yabancılaştıran, doğru ve yanlışı onlardan öğreniriz, şehirdeki insan tek bir fabrikadan çıkmış gibidir, şehirdeki insan farksızlaşmıştır, sohbetler aynıdır, endişeler aynıdır, kimse at sineği olmaya cesaret edemez şehirde. Şehirde insan kendisinin barbarıdır, özgürlük diye sekiz saat boyunca çalışarak kendi ruhunu sömüren. Şehirde insan var mıdır?
Byung Chul Han’ın bu sözü, bu filmin temelini oluşturmaktadır. ‘Her şey bir mal haline gelmiştir. İnsanlar kendilerini bir ürün olarak sunmaktadırlar. Kapitalizm sevgiyi de tüketilebilir duygular düzenine dönüştürmüştür. ‘ Bu filmle gördüğümüz sevişmek eylemi bile modern kapital düzende sıradanlaşmış, basite indirgenmiştir. Kadına dayatılan tüm normları makale niteliği taşıyan bu filmiyle Godard, kadın karakterimize hem anne hem eş hem de fahişe olma imkanını sunarak yıkmıştır. Bir diğer değindiği nokta ise şehirleşmedir. Şehirleşme insanların ruhlarını balık yüzlerine döndürmüştür. Modern kapital düzen insanın özgürlüğünün önünde büyük bir engeldir. Şehirdeki insan ‘Determinist bilgilere indirgenebilecek potansiyelde olan makine insandır.‘ ( La Metri ) Godard’ın 1980 yapımı ‘Herkes Başının Çaresine Baksın ‘ filmindeki bir replik, şehirdeki insanın durumuna dair aynadarlık vazifesi üstlenmektedir. ‘Şu, her insanın içinde yatan sessiz çığlık : ‘Ben makine değilim !’‘
Juliette varoluşunu problem haline getirmiş, Sokrates’in ‘Nasıl Yaşanmalı?’ sorusuna ‘Nasıl Yaşanmamalı?’ sorusunu sorarak cevap bulmaya çalışan bir karakterdir. Amaçsız hayatların sıradan olmaya mahkum olduğunu fark eden Juliette, bu farkındalık ile birlikte film boyunca neredeyse sabit kalan yüz tiplemesiyle karşımıza çıkmaktadır. Hayata dair tüm sorduğu soruların cevabını alan Juliette, hayata karşı şaşkınlığını yitirmiş gibidir. Tepkisizdir, her şeyi normal karşılar, çünkü hayat böyle bir şeydir, her daim insanı mutu etmek zorunda değildir, her daim çocuğuna şefkat veren bir anne değildir hayat, mutsuzluk mutluluğun var olması için bir araçtır, çünkü mutluluğun mahiyetini bilmemiz için mutsuzluk kavramına ihtiyacımız vardır. Eğer dünyada mutsuzluk diye bir şey olmasaydı mutluluğun kıymeti bilinmezdi, mutluluk sıradanlaşırdı. Mutluğun daha anlamlı hala gelebilmesi için mutsuzluk kavramına ihtiyaç vardır, mutluluğun olması için mutsuzluk olmak zorundadır, çünkü her şey bu dünyada zıttı ile bilinir tıpkı Leibniz’de dediği gibi.
Christophe Honore , La Belle Personne , 2008 , 06.45.
Pelin Dilara Çolak , Stoa Felsefesi
Pelin Dilara Çolak , BİLİNEBİLİRİN ÖTESİNDE : TARKOVSKY , KANT , BERGSON , HEİDEGGER , 07.46.