76 yılının ilkbaharında belirtiler görülmeye başlanmıştı. Filmimizin konu aldığı yanardağ, Karayipler’deki Guadeloupe’un Basse-Terre adasında bulunuyor ve o dönemde yaklaşık 75.000 kişinin tahliyesine sebep oluyor. İşte Werner Herzog’un patetik olarak adlandıracağı belgesel-kısa filmini, her an lavlarla kaplanabilecek bu bomboş kara parçasını gözlemlemek isteyişi sonucu kimi yasakları da çiğneyerek iki kameramanıyla beraber adaya gelişine borçluyuz.
Burada ilk dakikalarla beraber görmeye başladığımız türlü türlü tezat, farklılık var. Kurulu bir düzen, güncel yerleşik yaşam etkimizin neredeyse hiç olmadığı bir doğal afet nedeniyle birkaç günde tamamen değişebiliyor. O insanlar ertesi gece ölmemek için gittikleri farklı şehirlerde uyuyacaklarını bilmiyorlardı. Her şeyin aynen böyle dramatik olduğunu hala çalışan trafik ışıkları, kilitlenmeden çıkılan kapılardan anlayabilirsiniz. Burada bunları görmek elbette milyonlarca kişiyle beraber yaşadığımız İstanbul’da beklenen depremi hatırlattı bana, olası bir tahliye durumunda İstanbul çok daha acıklı durumda olacaktır. Tabii tahliye edilmezse daha da acıklı olacak.
Nereden bakarsanız bakın bu yeşil, mütevazi sokaklarıyla -yaşam sürerken de hayli temiz olduğu anlaşılan- geniş caddeleriyle kasabayı hayatsız görmek, zaman zaman ürkütücü açılardan boş evlere bakmak kesinlikle tedirgin ediciydi ve biliyoruz ki bu görüntüler bizi bu duruma düşürmek için çekilen bir film setine ait değil. Burası gerçek Guadeloupe.
Güzel bir sahil kasabasında esintili bir akşam yaşamak üzereymişsiniz gibi sakin bir melodiyle dolaşan kameralar yaşattığı zihinsel karmaşadan ötürü iyiden iyiye gerilimi arttırıyor, sonra giderek havanın belki tropikal iklimden ötürü, belki de yanardağdan salınan kükürtlü gazlardan ötürü olacak ki oldukça gri, yoğun bulutları görülüyor. Bu tamamen doğal hal filme ekstra gariplik katıyor.
Biraz geriden baktığımızda bu yaşamdan arındırılmış yeşil kasabayı, alçak yapıları, bir başına kalmış sokak hayvanlarıyla beraber arkada yükselen her şeyin sorumlusu o korkunç canavarı görüyoruz: La Soufriere.
Yönetmen bir yerde belki bu çektiğim kasabanın son fotoğrafı diyor, ki tarihte böyle fotoğraflar çekilmiş. Burada bize bir hikaye anlatılıyor. Bahsi geçen konuma yakın bir ada olan Martiniqe’de 1902 yılında yine aynı şekilde aktif bir volkanla yaşaya halk, uyarılara rağmen tahliye edilmiyor. Halkın kasabada kalmak konusunda ikna edenin dönemin valisi olduğu söylenir. Belirtiler iyice yoğunlaşır. 32.000 nüfuslu kasaba tedirgindir ve yalnızca iki bin kadar kişi yer değiştirir. Birkaç gün sonra patlama gerçekleşir ve gerçek anlamda her şey kül olur. Filmde bize tamamen kömürleşmiş bir tabak spagetti ve somun ekmek gösterilir. Bu korkunç ihmalin bir sebebinin elbette bu kişilerin sömürülen siyahiler olması açısından bir analiz yapılabilir hatta tam da yeri olur fakat böyle derin bir konuda henüz yeterli yetkinliğe sahip olduğumu düşünmüyorum bu konuyu işi bilen arkadaşlara devrediyorum.
Martinique’ye olaydan sonra giden kurtarma ekipleri bu taşlaşmış ceset dolu kasabada yalnızca bir cezaevinin yeraltı hücresinde yaşayan tek kişi bulmuşlar. Herzog burada bu kişi için “şehrin en kötü adamı olması onu hayatta tutmuştu” diyor. Sonraları bu adam Amerikan sirklerinde çalışarak hayatına devam ediyor. Az önce arkadaşlarıma devretiğim konuya kesinlikle bu detay eklenmeli diye düşünüyorum.
Şimdi kendi adamıza geri dönelim ve nihayet karşılaştığımız bu adayı terk etmeyen iki ayrı adama kulak verelim. İlk kişiyi yanında kıvrılan bir kediyle çimlere uzanmış halde buluyoruz. Kaderin yaşanması gerektiğini söyleyen açıkça katilinin eteklerinde uyuyan bu adam başta ölümden korkmadığını herkesin bir gün öleceğini Tanrısal bir yerden yaklaşarak anlatsa da sonralarında fakir ve nereye gideceğini bilemez halde olduğunu söylüyor. Aslında bu eklemeden uzun süreli toplumda yalnızlaşmış -belki yalnızlaştırılmış- ve zaten epeydir bu ölüm çaresizliğiyle beraber olduğunu çıkarabiliriz. Biraz daha derinleştiğimizde bu ilahi yaklaşımı tam bir kabulleniş ve umursamazlıkla söylediğini görürüz belki de asıl sıkıntı bu vurdumduymazlıktadır belki de bu köklü değişikliği yaşamaktansa -tabiri caizse- içten içe üşenip, bunu Tanrı kılıfıyla açıklayıp kendine kabul ettirmiştir. Bu örnekleri modern dünyada da sık sık görüyoruz. Şimdi bu dediklerime ”yahu bu adam gerçekten inanıyor olamaz mı?” diyebilirsiniz. Elbette olabilir ama bu mantıksız olmaz mı, hayatta kalmak gibi temel ve köklü içgüdümüzü böyle baskılamak. Zamanında atalarımızın böyle inançları olduysa bile üreyemediklerinden bu özellik bugünlere gelmezdi. Yani bu -özellikle belirtmek gerekir- yoksul abi ya varoluşsal krizde ya da türünün ender örneklerinden.
İkinci ölüme el sallayan kasaba sakinimiz ise görece çok daha anlaşılır. Kendisine bir amaç edinmiş; hayvanlara bakıyor, onları kurtarıyor. Kalmak konusunda çok ısrarcı değil yine bir amaç için yani çocuklarını görmek için (defalarca 15 tane olduğunu belirttiği çocuklarını) burayı terk edebileceğini söylüyor. O da ölümden korkmuyor herkesin öleceğini hatırlatıyor, tahmin edileceği üzere o da fakir. İlk karşılaştığımız kişiden farklı olarak bir öngörüde bulunmuyor, uzman olmadığı ve dolayısıyla ölçüm aletlerine de sahip olmadığından yorum yapamayacağını anlatıyor. Her an küle dönüşebilecek biri için oldukça rasyonel.
Günler geçiyor fakat volkan patlamıyor, böyle riskli verilere rağmen patlamayarak bilime bir gizem daha veriyor La Soufrière. Yerel halk yavaş yavaş geri dönmüş şimdilerdeyse nüfusu hiç de az sayılmaz.