Bu yazımızın konusu bana göre yaşayan en iyi yönetmenlerden ve şimdiden modern klasik olmaya hak kazanmış birçok filme imza atmış ünlü Fransız yönetmen, senarist ve oyuncu Celine Sciamma.
Sciamma’nın filmlerine gelmeden önce biraz kendisini anlatmak istiyorum sizlere. Celine Sciamma, 12 Kasım 1978’de Fransa’nın Pontoise denen şehrinde doğmuş. Biraz küçük bir şehirde büyümüş olmasına rağmen Sciamma, gerek kendini geliştirmekten gerek de kültürel etkinliklerden asla geri kalmamış. Verdiği röportajlarda küçükken çok sık büyükannesi ile birlikte sinemaya gittiğini ve onun sayesinde sinemaya olan ilgisini keşfettiğini belirtiyor. Lise yıllarında sinemaya olan ilgisinden dolayı okulundaki sinema kulübüne katılmış ama burada aradığı ortamı bulamadığı ve biraz da içe kapanık bir çocuk olduğu için çok konuşmayan pasif bir karaktere bürünmüş. O zaman şuanki yeteneğini ortaya koyamasa da bu tür etkinliklerin onun ileriki kariyerine küçük de olsa katkıda bulunduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. Liseyi bitirdikten sonra Paris Nanterre Üniversitesinde Fransız Edebiyatı okumuş. Lisans diplomasından sonra ise Fransa’nın ve dünyanın en zor kabul alındığı birkaç sinema okulundan biri olan “La Femis”e girmiş. Bu okulda ileride de meziyetini milyonlara kanıtlayacağı alan olan “senaryo” bölümünü bitirmiş. Bu okulun sinema adına ne kadar önemli bir okul olduğunu kavrayabilmemiz için okulun bazı mezunlarının isimlerini vereceğim: Theodoros Angelopoulos, Claire Denis, Julia Ducournau, Costa Gavras, Louis Malle, François Ozon, Alain Resnais, Andrzej Zulawski… Hatta şuan da okulun müdürü Michel Hazanavicius. Böyle kaliteli bir eğitim görmüş birinin filmlerini incelemek de çok zevkli olacağa benziyor, o zaman şimdi de filmlere geçelim.
Celine Sciamma, kariyerinin başından beri hep kadın hikayeleri anlatıyor, bazı istisnalar olmakla birlikte özellikle de queer hikayeler. Filmleri, yeni queer sinema dalgasının başat isimlerinden olan François Ozon’un feminizmle yoğurulmuş hali olarak değerlendiriliyor. Senaristliğini üstlendiği filmleri saymazsak yönettiği ilk filmi “Water Lilies (2007)”, bir çıkış filmi olarak gelecek vadeten tatlı bir büyüme hikayesi. Bu film, içe kapanık ve sessiz bir karakter olan Marie ile artistik yüzme takımının yüzücülerinden olan Marie’ye göre daha dışa dönük ve popüler olan Floriane’nin arasındaki dinamiği anlatıyor. Filmin oyuncuları arasında Pauline Acquart ve bu film setinde tanışıp sonradan Sciamma için çok önemli biri haline gelecek olan Adele Haenel var. İlk filmi olmasına rağmen Cannes, Cesar gibi çok önemli film festivallerinde çeşitli adaylıklar ve Torino Film Festivali gibi birçok önemli festivalden çeşitli ödüller kazanıyor. Bu şekilde sinema dünyasına da çok başarılı bir giriş yapıyor Sciamma. Yıllar sonra Haenel’in Cesar Ödülleri’nde yaptığı açıklamaya göre; Sciamma ve Haenel, Water Lilies filminden bir süre sonra bir ilişkiye başlıyorlar. Ve belki de bu vesileyle “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi”nin Heloise’si de yavaş yavaş oluşmaya başlıyor.
Sciamma, Water Lilies’den sonra yine Adele Haenel’in de içinde yer aldığı “Pauline (2009)” adlı bir kısa film çekmiş. Water Lilies’e çok benzettiğim bu film, Sciamma sinemasını seviyorsanız kesinlikle bakmanız gereken tatlı bir film. Zaten YouTube’den bile kolayca bulabilirsiniz bu filmi.
İçinde başka görevlerle bulunduğu projelerden sonra ikinci kez yönetmenlik koltuğuna oturan Sciamma, dikkatleri üstüne çeken mükemmel bir büyüme hikayesiyle daha karşımıza çıkıyor: “Tomboy (2011)”. Filmimiz küçük bir kız çocuğu olan Laure’nin ailesiyle beraber yeni taşındığı kasabada kendini Mickael isimli bir erkek çocuğu olarak tanıtmasını ve bundan dolayı yaşadığı karmaşayı konu ediniyor. Sırf başkarakteri canlandıran Zoe Heran’ın performansı için bile izlenebilecek olan bu film, Sciamma’nın dokunuşlarıyla queer medyada da kendine sağlam bir yer ediniyor. Zaten aldığı ödüller de bu yorumu fazlasıyla destekliyor. Sciamma bir röportajında filmlerinin hikayesini oluşturmaya çalışırken baz aldığı onun için çok önemli bir kıstastan şöyle bahsediyor: “Her zaman insana dokunan, samimi ve içten bir şey ile zengin olacağını düşündüğünüz fikir arasında bir denge vardır. Ben bu samimi, ustaca konuları bulmayı ve onlara güzel bir hikaye anlatımı katmayı seviyorum.” Burada bahsettiği samimilik ve içtenlik ise başka bir röportajında söylediği “Ben de karakterin olduğu yaşlarda bir nevi tomboydum.” cümlesiyle beraber yorumlanınca Sciamma’nın kendi deneyimlerini kaleminin gücüyle harmanlayıp bir filme dönüştürdüğünü söylemek yanlış olmaz herhalde. Gerek seyirciyi heyecanlandıran hikayesi gerek de oyuncuların çocuk olmasına rağmen sergiledikleri mükemmel performans, filmi bir kere izlemekle bile yıllar boyu sürecek olan kalbimize oturan o burukluğu ve yüzümüzdeki tebessümü devamlı taptaze tutmayı başarıyor. Bazı filmler böyledir işte, ne anlattığı değil belki ama nasıl anlattığı o kadar işler ki insanın içine yıllar sonra bile filmle ilgili hiçbir şey aklınızda kalmamış olmasına rağmen filmin çok güzel olduğunu hatırlarsınız. “Tomboy” da böyle bir film bence. Anlattığı şey salt bir hikayeden çok deneyim gibi bir şey. Bir duyguyu, bir deneyimi aktardığı için insan asla unutamıyor bu tür filmleri. Çünkü insan anlatılanları unutur belki ama hissettiklerini unutması o kadar da kolay değildir.
Sciamma yaptığı “Girlhood (2014)” filmiyle beraber sonradan bir üçleme olarak adlandıracağı bu büyüme öyküsü serisini tamamlıyor. Bu üç film de başta büyüme hikayesi olmak üzere birçok ortak özelliğe sahip olmakla birlikte “Girlhood” için üçlemenin en ayrıksı duran filmi diyebiliriz. “Girlhood” politik açıdan diğer iki filmden biraz daha farklı bir konuyu işlemesiyle en büyük farkı yaratıyor aslında bu üçleme içinde. Bu filmin konusu Fransa’nın çok da zengin olmayan mahallelerinden birinde yaşayan Marieme’nin yeni bir arkadaş grubuyla tanışıp hayatını daha çekilebilir kılma çabası içine girmesi ve bir nevi özgürlüğüne kavuşma çabası. Belki de bu konu farklılığından dolayı Sciamma filmografisinde diğer filmlerine göre adını daha az duyduğumuz bir film oluyor kendisi. Ama bu filmin kötü olduğu gibi bir izlenim yaratmasın kafanızda. Bu filmde de Sciamma’nın diğer filmlerinde olduğu gibi oyunculuklar muazzam. Özellikle de filmin başrolü Karidja Touré’nin adını anmadan geçemeyiz. Bu film de en az Sciamma’nın diğer filmleri kadar güzel, özenerek hazırlanmış ve sade bir hikaye. Zaten kazandığı ve aday olduğu ödüllerden filmin başarılı bir iş olduğunu anlayabiliyoruz.
Ve şimdi de sırada, çıktığı ilk günden beri modern bir başyapıt olarak adlandırılan ve kazandığı tüm başarıları sonuna kadar hak eden mükemmel bir film var: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi. Film, 18. yüzyılda Fransa’da izole bir yarımada olan Bretonya’da ıssız bir hayat süren Heloise’yi ve Heloise’nin görücü usulü evliliği için gereken portrenin ressamı Marianne’nin arasındaki ilişkiyi konu alıyor. Ama Heloise, görücü usulüyle evlenmek istemediği için hiçbir ressama poz vermemektedir. Heloise’nin annesi de çözüm olarak eve sanki Heloise’ye sadece arkadaşlık edecek biriymiş gibi gizlice bir ressamı, Marianne’i, getirir. Kısacası ressamımız Marianne, poz vermeyen birinin portresini çizmekle yükümlüdür. Sciamma’nın diğer filmlerinden söz ederken hep bir sadelikten ve basitlikten bahsetmiştim. Bu film ise basit veya sade değil. Bu film her anı ilmek ilmek işlenmiş gerek hikayesi gerek sinematografisi gerek de oyunculuklarıyla tamamen büyük bir film. Filmle alakalı söylenebilecek en önemli şeylerden biri sinemanın doğuşundan beri var olan voyörizm olgusunu tepetaklak etmesi denebilir. Voyörizm, sinemanın temellerinde var olan izleme aktivitesinin alt kültürü olarak adlandırılabilir. Tüketim toplumuyla perçinlenen, filmde bir arzu nesnesi oluşturma ve bir tür seyirci toplama aracı da denebilir çok basit bir şekilde. Hatta şu sıralar adını sıklıkla duyduğumuz ‘male/female gaze’ terimleri de voyörizmden dolayı oluşmuştur. Sciamma ise bu film süresince seyirciyi tabiri caizse asla dikizleme pozisyona sokmadan emsalsiz bir deneyim sunuyor bizlere. Sciamma’nın, sanatçı ve ilham perisi (muse) denen ikiliye inanmaması da bu konuda başarılı olmasını sağlayan etkenlerden biri olabilir. Sciamma için ne kadar böyle methiyeler dizsek de kendisi sonradan verdiği bir röportajda sinema için bu tür voyörizmin çok önemli olduğunu, hatta bu konuda zamanında çok sert eleştiriler alan ünlü film “Blue is the Warmest Colour (2013)”ın yönetmeni Abdellatif Kechiche’e atıfta bulunarak sinemada ‘Kechiche tarzı male gaze’in de var olması gerektiğini söylemişti. Filmin bu kadar başarılı olmasında sadece teorik açıdan değil aynı zamanda teknik açıdan da çok iyi olmasının önemli bir payı var. Filmin görüntü yönetmeni Claire Mathon, mükemmel bir iş çıkarmış. Filmin her karesi adeta bir sanat eseriymiş gibi müzede sergilenebilir seviyede. Ve tabii ki o akıllara kazınan portrelerin ve filmdeki diğer tüm resimlerin ressamı Helene Delmaire’in ismini anmadan geçemeyiz.
Sciamma, Haenel ile dostça ayrıldıkları ilişkisinden sonra ona adeta bir armağan olarak Heloise karakterini yazıyor diyebiliriz. Heloise karakterinin adının ise ünlü Fransız hikayesi “Abelard ve Heloise”den geldiği iddiası da çok yaygın bir söylenti. Sciamma’nın mükemmel karakter yaratımı ve Haenel’in zaten başından beri kendisi için yazılmış bu karakteri kusursuz oynayışı, bu tür eserlerin tesadüfen ortaya çıkmadığının kanıtı adeta. Sürekli Haenel’den bahsediyoruz diye diğer oyuncu Noemie Merlant’ı yabana atamayız elbette. Merlant da filmde harikalar yaratıyor. Özellikle de bu iki oyuncunun arasındaki uyum, insana tutkuyu en derininden hissettiriyor. Bu kadar övgüye dizdiğimiz bir filmin festival yollarında da önünün çok açık olacağı aşikardı zaten. Cannes’da büyük ödül için adaylık, ‘En İyi Senaryo Ödülü’, ‘Queer Palm Ödülü’, Cesar’da ‘En İyi Sinematografi’ ve daha sayamadığımız birçok ödül ve adaylık…
Bu kadar başarılı ve ses getiren bir filmden sonra sinemaseverlerin aklında ister istemez “Acaba yönetmenin bir dahaki filmi güzel olacak mı?” diye sorular belirmeye başlar. Ama “Petite Maman (2021)” bütün bu şüpheleri altüst etti. Sciamma’nın şu ana kadar hiç denemediği bir tür olan büyülü gerçekçilik akımıyla bağdaşan film, Sciamma’nın diğer filmlerine göre havası biraz daha farklı bir film. Film, anneannesi hayatını kaybettiği için onun evini toplamaya giden küçük karakterimiz Nelly ile annesini ve Nelly’nin evin bahçesinde tanıştığı kendi ile aynı yaşlarda, annesiyle aynı isimde olan yeni arkadaşıyla yaşadığı maceraları anlatıyor. Filmi, Sciamma filmografisinde farklı bir yere oturtsak da Sciamma’nın o kendine özgü anlatımını ve evrenini sonuna kadar hissettiğimizi de belirtmek gerek. Zaman geçtikçe Nelly’nin yeni tanıştığı arkadaşının Nelly’nin annesiyle çok fazla ortak yönü olduğunu keşfediyor ve bir nevi Nelly’nin annesinin kendi yaşlarındaykenki haliyle olan ilişkisini izliyoruz. Filmde gördüğümüz şeylerin hangisinin gerçek, hangisinin fantastik olduğunu kestirememek; filme dozunda bir gizem ögesi de katıyor. Filmin pandemi sürecinin tam ortasında, 2021 yılında, gösterime girmesi; filmde bahsedilen ‘kayıp’ konusunu işleyerek uluslararası bir yaranın da üstüne basıyor.
Sciamma’nın filmlerini geniş bir çerçevede toparlamak gerekirse basitlik ile bayağılık arasındaki o ince çizgiyi mükemmel şekilde ayarlamasının, en büyük meziyetlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Basit bir film yapmaya çalışması, bütün fazlalıklarından arındırılmış ‘salt sinema’ denen kavramın ortaya çıkmasını sağlıyor. Ve bu da, sinema denen şeyin gerçekten var olduğunu bize hatırlatıyor.
Şahsen benim en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Celine Sciamma’yı ve filmlerini dilim döndüğünce sizlere anlatmaya çalıştım. Son olarak bu yazımızda Sciamma’nın içinde yer aldığı tüm projelere yer vermediğimizi sadece yönetmenliğini üstlendiği filmlere yer verdiğimizi belirtmek isterim. Umarım keyifle okuduğunuz bir yazı olmuştur. Filmlerde görüşmek üzere…