Neşeli başlığına rağmen, Little Miss Sunshine başarısızlık ve onu ağırladığımız çeşitli yollarla alakalı. Her karakter başarısızlık duygusunu bedeninde misafir ederken önümüze onu hissedip yaşatabileceğimiz farklı patikalar çiziyor. İronik şekilde hiç galibiyeti tatmadığı için hayattaki her insanın tamamen materyal sonuçlara bağlı olarak “kazanan ve kaybeden” olarak sınıflandırılabileceğine inanan baba Richard bir motivasyon konuşmacısı. 2000’ler sinemasının klasikleşmiş çöken aileyi bir arada tutmaya çalışan tutkal annesi rolünde ise Toni Colette’in canlandırdığı Sheryl var. Her ne kadar inkar etse de babasının sabit fikirliliğini miras alması verdiği sessizlik yemininden belli olan ve içten içe “kazanan” tarafta olmak için aktif bir çaba sarf eden oğulları Dwayne ise jet pilotu olmak için susuyor. Jenerasyonel travma zincirini kendisiyle düğümlemeye çalışan sağlıklı kaybeden Olive ise dedesiyle birlikte antrenman yaptığı Little Miss Sunshine güzellik yarışmasında sadece ve sadece yer almak için çok heyecanlı. Kazanmak için değil. Son olarak da Sheryl’in kardeşi olan Frank hayatına sadece başına gelenler ve sonuçları üzerinden değer biçtiği için kurtarılabilecek durumları çıkmaz sokak olarak görmüş ve son başarısızlığını yapmak üzere intihar teşebbüsünde bulunmuş bir akademisyen.
Teker teker karakter tanıtımından sonra filmimiz az görülen bir deneme yapıyor: bütün karakterleri masaya toplayarak 20 dakikalık bir sahneyle izlemek üzere olduğumuz ailenin dinamikleri hakkında bizi çepeçevre bilgilendiriyor. Her insani duygunun ve neticenin, yeterince kategorize edilerek kazananlar ve kaybedenler hakkındaki bir kişisel gelişim mantrasına evrildiği sohbette Frank’in geçmişine dair bilgiler saçılırken, çocuk yetiştirmede dürüstlüğün dozajı da ele alınıyor. Kontrolünde olmayan şeyler üzerinde kurduğunu sandığı hakimiyet ile başarı basamaklarını sadece tırmanırmış gibi davranan aile babasının aslında kontrolünde olmayan ailesine takındığı üstünlük sohbet boyunca paralel ilerliyor. “Kazanamayacağını düşünüyorsan katılmanın bir anlamı yoktur.” gibi cümlelerle kendine güvenerek atılmış kurşunların maiyetini hafife alıyor. Günün sonunda kaybedenle kazananı sınıflandıran tek şey deneme cesaretinin gösterip gösterilmediğidir. Filmimiz de her ne kadar aksi yönde başlasa da bir yolculuk ile karakterlerin duygularıyla ve birbirleriyle daha içli dışlı olduğu bir ortama sokarak hepsini vermek istediği ana fikre yönlendiriyor: neticesi olmasa da denemek, herhangi birinin yaptığından çok daha fazlasıdır; ki bu da kazanan olmak için yeterlidir.
Filmimizin sıklıkla düştüğü karamsar çukurdan yardımına sarı VosVos koşuyor. Ailenin sahip olduğu düz vites sarı Volkswagen T2 Microbus’un yolda arıza yapması üzerine arabayı ittirerek başlatmak zorunda kalan ailemiz, yolda karşılaştığı engelleri aşmak için dedenin porno dergilerinden kızımız Olive’in abisine verdiği sessiz bir sarılmaya kadar bütün imkanları kullanıyor. Kaliforniya’daki güzellik yarışmasına ulaşmaya çalışırken başlarına ölümden gayrı her şey geliyor demek isterdim, fakat maalesef ölüm de geliyor. Filmin gittikçe artan tansiyonu ve kaotikliği, mesajı dolayısıyla depresif havasıyla kavrularak ağızda melankonik bir tat bırakıyor. Sonu da, geri kalanı gibi fazlasıyla insani buruk bir eğlence sunuyor. Gülmek için ağzınızı açtığınız fakat filmin sonunda ağzınızın göz yaşlarınızla dolduğu bu filmin frekansı sinemada beklenen ve özlenen türden.
Seyirciye anlatmak istediği mesaj itibariyle duygudaşlık kurduğum bu yapıtın aslında anlatmak istediği çok kısa ve öz. Hayatı bir yarıştan ibaret gören ve her sonucun basmakalıp bir limit ölçüsünde başarılı ya da başarısız olarak sınıflandıran bu zihniyet, önünde sonunda yorucu bir mutsuzluğa mahkumdur. Her şeyin başarılı ya da başarısız, kazanan ya da kaybeden, siyah ya da beyaz olmadığı bu dünyada açık ve koyu gri; hatta kırmızı ve maviler de vardır. Bu renklerin birbirinden farkını ve harmonisini göremeyen renk körleri ise duvara toslamaya mahkumdur. Ne de olsa renk körüysen jet pilotu olamazsın, değil mi?